Thread Rating:
  • 55 Vote(s) - 3.13 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Reddü´l Muhtar / Yasaklar ve Mubahlar
#1


YASAKLAR VE MUBAHLAR KİTABI


Münasebeti zahirdir. Hazr, lügatta men ve hapsetmek manasına-dır. Şeriatta ise, şer´an kullanılması

men edilen şeydir. Mahzur, muba-hın zıddıdır. «Mubah ise, mükelleflere sevap veya günah kazanma

söz-konusu olmaksızın yapılması ve terkedilmesi caiz olan şeydir. Mükellef mubahtan az da olsa bir

hesap verir. İhtiyar.

İmam Muhammed´e göre, her mekruh, yani tahrimen mekruh olan . herşey, haramdır, yani ateşle

ceza görme bakımından haram gibidir. Ama tenzihen mekruh olan şey, fukahanın ittifakı ile helâle

daha yakın-dır. İmameyne göre ise, tahrimen mekruh olan şey, harama daha ya-kındır. Sahih ve

muhtar olan da imameynin görüşüdür. Bid´at ve şüphe de tahrimen mekruhun mislidir.

Tahrmien mekruh olan birşeyin harama nisbet edilmesi, vacibin farza nisbet edilmesi gibidir. O

zaman vacib ne ile sabit olursa, tahrimen mekruh da onunla sabit olur. Yani sübutu zanni olan bir

delille sabit olur. Vacibi terketmek yüzünden insan nasıl günahkâr olursa, tahrimen mek-ruh´olan

şeyi yapan da günahkâr olur. Sünnet-i müekkede de vacib gi-bidir.

Zeylaî´de, atların hürmeti bahsinde şöyle denilmektedir: «Harama yakın olan bir şey, mahzurla bağlı

olan şeydir, ateşle cezalandırmayı ge-rektiren şey değildir. Belki sünneti müekkedenin terki gibi

itabı gerekti-rir. Çünkü sünneti müekkedeyi terketmekte ateşle eziyet etmek yoktur. Şu kadarı var

ki, sünneti müekkedeyi terketmek, Nebiyi muhtarın şefaatından mahrum kalmayı icabettirir. Zira

Rasulullah (s.a.v.), «Benim sün-netimi terkeden, şefaatıma nail olamaz.» buyurmuştur. Öyleyse

sünneti müekkedeyi terketmek haram değil, harama yakındır.»

Gıda için yemek yemek susuzluğu gidermek için su içmek, velev ki haram, ölmüş bir hayvanın eti

veya bir diğerinin malı olsun ona zamin de olsa, farzdır. Onu yemekle, hadisin hükmüne göre sevap

da kazanır. Şu kadarı var ki, insan nefsinden ölüm tehlikesini atlatacak kadar yemek farzdır. Ve

ondan dolayı sevap da kazanır. Nefsini helakten kurtaracak kadar yemek ise, ayakta namaz kılacak

ve oruç tutacak kadar vücudu sağlam tutacak kadar yemektir.

Bu ifadeden vücudu farzı kılamayacak kadar zayıflatacak miktarda yemeği azaltmanın caiz olduğu

anlaşılır fakat o kadar az yemek caiz değildir. Nitekim Mülteka ve diğer muteber kitaplarda da

böyledir.

Ben derim ki: Mübteğa´da şöyle denilmektedir: «İnsanı helakten kurtaracak ve ayakta namaz kılma

gücünü kazandıracak kadar yemek yeme farzdır.» Uyanık ol.

Kuvvetini artırmak için doyuncaya kadar yemek de mubahtır. Doy-manın üstünde fazla yemek ise

haramdır. Hâniye´de bu fazla yemek ha-ram yerine kerahetle ifade edilmiştir. Midesini galib zannına

göre bo-zacak kadar çok yemek haramdır. İçmek de böyledir. Kuhistani.

Ancak orucunu sabahleyin kuvvetlendirme kastı ile fazla yemesi ve-ya kendisiyle oturmuş olan

misafiri utanmasın diye veya bunlara benzer sebeblerle çok yemesi haram değildir.

İbadet yapmaktan zayıf düşünceye kadar yemeği azaltmak caiz de-ğildir. Ama çeşitli meyve türlerini

yemesinde bir beis yoktur. Ama bunu terketmek daha efdaldir. Birkaç türlü yemek yapmak israftır.

İhtiyaçtan fazla yemeği sofraya koymak da israftır. Sünnet üzere yemek yemenin adabı şudur:

Evvelinde besmele çekmek, sonunda hamdetmek. Yemek-ten evvel ve sonra elleri yıkamak. El

yıkamada, yemekten evvel genç-lere, yemekten sonra ise yaşlılara öncelik verilmelidir. Mülteka.

İZAH

Haniye ve Tuhfe´de de başlık aynen böyle konulmuştur. Camiü´s-Sağîr ve Hidâye´de ise, bu kitaba

«kerahet ve mubahlar kitabı» denilmiş-tir. Mebsut ve Zâhire´de ise, bu başlık yerine «İstihsân

kitabı» denilmiştir.- Çünkü bu kitabın meseleleri muhtelif cinslerdendir. Onun için bu isim (istihsan)

verilmiştir. Zira genel olarak meselelerinde kerahet, hazr, ibaha ve istihsan bulunmaktadır.

Nihâye´de olduğu gibi. Bazı alimler debu kitaba Zühd ve vera kitabı demişlerdir. Çünkü bu kitapta

şeriatın mutlak bıraktığı birçok meseleler vardır. Zühd ile vera ise, o mutlak bırakılan meseleleri

terketmektir.

Talibetü´t-Talebe´den naklen Ebussuud´da şöyle denilmektedir: «İstihsan, güzel meselelerin

çıkarılmasıdır. Bu hususta söylenilenin en uy-gunu da budur. Ama fıkhı meselelerin cevabında

zikredilen kıyas ve istihsan ise, onların beyanları fıkıh usulündedir.»

«Münasebeti zahirdir ilh...» Hidâye şerhlerinde de olduğu gibi bu münasebet şudur: Udhiye ve bu

kitapta bulunan bütün meseleler bir asıl ve fer´den hali değillerdir ki, onda kerahet de varid olur.


Musannifin Hazr ve ibaha kitabı demesi üzerine de, onda hazr ve ibahat vaki olur denilir. Ne zaman

ki udhiye ile udhiyeden evvel ki kitabın münasebeti zikredildi, o zaman bilindi ki udhiye yerinde vaki

olmuştur. O zaman ar-tık bu münasebetin şu kitabın udhiyenin peşine zikredilmesinin vechini ifade

etmiyor diye itiraz edilmesin. Bu kitabın bütün kitaplarla münasebe-ti vardır denilerek de itiraz

edilmesin.

«Hazr lügatta men ve hapsetmek manasınadır ilh...» Kur´ân´da, «Rabbinin ihsanı mahzur değildir.»

(İsrâ : 20) buyurulmuştur. Yani Rab-binin rızkı ne sevap kazanandan, ne de günah kazanandan

hapsedil-miş değildir. Cevhere.

İbâha ise ıtlak etmek, serbest bırakmak anlamınadır.. Zeylaî.

«Mahzur, mubahın zıddıdır ilh...» el-Mahzur kelimesi başındaki «el» and içindir. Yani bizim fikir ve

tarif ettiğimiz şer´î mahzur, mubahın zıd-dıdır. İşte bu mubah için başka bir zıddın bulunmasına

münafi değildir. Ki bu da vaçibtir. Çünkü musannifin burada muradı, onun karşılığında elan mubahı

tarif etmek değildir. Çünkü onun tarifi, bilindiği gibi yu-karıda geçti. İşte bu izahla musannifin

burada hazrı tarif etmesi eammi ile tarif etmek demek değildir. Çünkü hazır haram ve mekruha nasıl

de-nilirse, vacibe de denilir. O zaman, kafi delille men edildiği sabit olan şey diye tarif etsek, hazrı

yine has tarifiyle tarif etmiş olmayız. Belki hazrın has tarifi şudur: Şer´an kullanılması men edilen

şey. Çünkü böy-le olursa, bu tarif zannî delil ile kaçınılması sabit olan şeyi de içine alır.

«Yapılması ve terkedilmesi caiz olan şeydir ilh...» Minâh´ta da böyle tarif edilmiştir. Cevhere´de olan

ifade de şöyledir: «Mükellefin yapmakla yapmamak arasında muhayyer olduğu şeydir.»

«Mubahtan az da olsa bir hesap verir ilh...» Bu da bir azabtır de-nilmesin. Çünkü şöyle bir şey varid

olmuştur ki, kim hesabta münakaşa ederse azab görür. Çünkü münakaşa, hesapta ziyade

araştırmaya vesile olur. Kamus´ta olduğu gibi.

«Her mekruh ilh...» Kerahet razı olmamaktır. Mutezileye göre kera-het irade edilmeyendir. O zaman

Mutarrızî´nin kerahet kelimesini Muğrib´te irade edilmeyen olarak tarif etmesi, mutezileye

meyletmektir. Ni-tekim Ebussuud da böyle ifade etmiştir. ,

«Yani tahrimen mekruh olan ilh...» Kerahet, mutlak zikredildiği za-man ondan ancak tahrimi kerahet

kasdedilir. Şeriatta olduğu gibi. Hazr ve ibahat babında olan kerahet tahrimi kerahattir. Bîri.

«Haramdır ilh...» Musannif bu kavliyle irade ediyor ki, o haramdır. Hidâye´de şöyle denilmektedir.

«Ancak, kesin bir nas bulunmayınca, ona haram lafzı ıtlak olunmaz.» Bir has bulununca, o zaman

haram veya he-lâldir diye kesin olarak söylenir. Eğer helâlliği hakkında bir nas bulun-mayan şey

hakkında «beis yoktur» denilir, hahamlığı hakkında bir nas bulunmayana da «mekruhtur» denilir.

İtkanî.

«Haram gibidir ilh...» Kuhistanî de böyle demiştir. Bu şunu iktiza eder ki, o şey hakikaten İmam

Muhammed´e göre de haram değildir. Ateşle azab göreceği için o cihetle harama benzemektedir.

Herne ka-dar onun azabı kat´ı" haram olan birşeyin azabından az da olsa. Bu da İmam Muhammed

ile İmameyn arasındaki zikredilen ihtilafın mukteza-sının aksinedir. Bir de, imameynin kavlinin daha

sahih olmasının aksi-nedir. Evet öyledir ama, o, İbnü´l-Hümam´m Tahriku´l-Usul isimli eserin-de

tahkik ettiğine muvafıktır. Tahkik ettiği şöyledir ki; «Muhammed´in «haramdır» sözünde bir çeşit

mecaz vardır. Çünkü ikabı istihkak etmek-te haram ile tahrimen mekruh olan ortaktırlar. İmameynin

kavli ise, ha-kikat üzerinedir. Çünkü kati olarak bilinmektedir ki İmam Muhammed vacib mekruh

olanı inkâr edenin küfrüne hükmetmez. Nasıl ki, farz ve ha-ramı inkâr edeni tekfir etmişse. O zaman

İmam Muhammed ile mana iti-bariyle imameynin arasında zannedildiği gibi bir ihtilaf yoktur.»

Bunun Tahrikü´l-Usul´ün sarihi İbni Emir-i Hac Muhammed´in Meb-sutta zikrettiği ile teyid

etmektedir. Zikredilen kelâm şudur: «Ebû Yusuf, Ebu Hânife´ye, «Sen birşeye mekruhtur dediğin

zaman senin reyin ne-dir » diye sorunca, Ebu Hânife, «Haramdır» demiştir.»

Yine Mebsut´ta, Muhammed´in, «Ebu Hânife de mekruhu inkâr eden kimseyi tekfir etmemiştir.» kavli

gelecektir. Bunun üzerine aralarındaki ihtilaf sırf bu mekruha haram demenin sahih olup olmadığı

üzerinedir. Bu husustaki kelâmın tamamı yakında gelecektir.

«Helâla daha yakındır ilh...» Yani onun faili asla ikab görmez. Şu kadarı var ki, onu terkeden kimse

de az bir sevap kazanabilir. Telvîh.

Bunun zahiri şudur ki. helâl değildir. Helâl olmamaktan haram olması veya tahrimen mekruh olması

da lazım gelmez. Çünkü Minah´ta da ol-duğu gibi. tenzihen mekruh olan bir şeyin mercii, onun

terkinin evlâ olmasıdır. Kuhistanî Minah´ta Cevahir´den naklen olduğu gibi, iki kera-het arasındaki

fasıl şöyledir: Eğer birşeyde asıl haram ise, umumi ibtiladan dolayı o haramlık ondan düşmüşse,


onu yemek veya içmek tenzi-hen mekruhtur. Kedinin artığı gibi. Yok eğer haramlık düşmemişse, o

za-man haramdır. Eşek eti gibi. Eğer onda asıl ibaha ise, sonra onu ibaha-dan çıkaracak birşey arız

olmuşsa bakılır: Eğer galib zanna göre haram edecek şey bulunursa, tahrimen mekruhtur. Necaset

yiyen bir sığırın artığı gibi. Yok eğer haram edecek birşey bulunmuyorsa, o zaman o tenzihen

mekruhtur. Yırtıcı kuşların artığı gibi.

«Bid´at ve şüphe de bunun mislidir ilh...» Kuhistanî´nin kelâmı şunu ifade etmektedir: Bid´at

kelimesi İmam Muhammed´e göre mekruhun eşanlamlısıdır. Şüphe de imameyne göre mekruhun

eşanlamlısıdır.

«Harama nisbet edilmesi ilh...» Yani sabit olma itibariyle. Musanni-fin, vacibin sabit olduğu şeyle

sabit olur sözü bu nisbeti beyan etmek-tedir. Şu kadarı var ki, musannifin bunu zanni sübut üzerine

ihtisar et-mesinde ki ibaresinde kusur vardır. Bunun beyanı şöyledir: Semi deliller dörttür. Birincisi,

hem sübutu, hem delâleti kafi olan Kur´an´ın müfesser ve muhkem nasları ve mefhumu kati olan

mütevatir sünnetin nasları gi-bi. İkincisi, sübutu kafi, delâleti zannî olan, tevil olunan ayetler gibi.

Üçüncüsü ise, bunun aksi, yani sübutu zannî, delâleti kafi, bu da mef-humları kafi olan ahadi

haberler gibi. Dördüncüsü, hem sübutu, hem de delâleti zannî olandır. Bu da mefhumu zannî olan

ahadî haberler gibidir.

Birincisi ile farz ve haram sabit olur. İkinci ve üçüncü ile, vacib ile tahrimi kerahet, dördüncüsü ile

de sünnet ve müstahab olan sabit olur.

«Zeylaî´de ilh...» Sarihin bu kavli, musannifin, «mekruh olan şeyi yapan günahkâr olur» kavlinin

anlamını açıklamak içindir. Zeylaî´de olan, Telvih´te olan ifadeye muvafıktır. Zira Telvih sahibi şöyle

demiştir: «Ha-rama yakın olmanın manâsı şudur: Yani ona ateşle azab etmenin dışın-da bir mahzur

taalluk eder. Sünneti müekkedeyi terketmek de hürmete (harama) yakındır. Bunun terkeden de

Peygamberin şefaatından mahrum kalır.»

Telvih´in ibaresi şunu iktiza eder: Müekked sünneti terketmek, tah-rimen mekruhtur. Çünkü o

harama yakındır. Burada müekked sünetten murad, cemaatla namaz kılmak, ezan ve kamet gibi

Hûda sünnetleridir. Çünkü bunları terketmek, sapıklıktır ve kınanır. Tahrir´de olduğu gibi. Bu-rada

terkten maksat, özürsüz olarak terketmek ve terkte ısrar etmektir. İşte bundan ötürü de cemaatı terk

üzerine icma edenler ile savaşılır. Çünkü cemaatta namaz kılmak veya sünen-i Hûda dinin

alametlerindendir. Onun terkinde ısrar etmek, dini hafife almaktır. O zaman onun terki üzerine

onlarla savaşılın. Bunu Mebsut zikretmiştir. İşte bundan dolayı denilir ki, onların cemaatı terki

üzerine savaşmak onun vacib olduğuna delâlet etmez. Bu bahsin tornamı Tahrir şerhindedir.

Sonra burada zikredilen «Ateşle azab görmez ama bir mahzuru is-tihkak eder» kavli, anifen sarihin

takdim ettiğine muhaliftir. İbnü´l-Hümam da Tahir´de, tahrimen mekruh olanı işleyen kimsenin

ateşle ikabı istihkak edeceğini kesinlikle söylemiştir. Ancak şu kadarı var ki, sarihin yukarıda

takdim ettiği, Muhammed´in kavline has olduğu söylenebilir. Çünkü mekruh İmam Muhammed´e

göre haramdandır. Burada olan ise, imameynin «harama daha yakındır» kavli üzerine hamledilir. O

zaman bu ifade eder ´ki. İmam Muhammed´le imameyn arasındaki ihtilaf lafzi değildir. Bu da bizim

Tahrir´den naklen takdim ettiğimizin aksinedir. Bun-dan dolayı Ebussuud, Makdisî´den şunu

nakletmiştir: «Hilafın aslı şudur: Muhammed, mekruhu haram saymıştır. Çünkü onun helâlliğine

kesin bir nas yoktur. İmameyn ise onu helâl kılmışlardır. Çünkü eşyada asıl olan helâl olmaktır.

Hem de hürmetine dair kesin birşey de yoktur.»

Kerahet helâlliğe münafi değildir. Nihâye´nin hulu bahsinden Kuhistânî şöyle birşey nakletmektedir:

«Her mubah helâldir. Ama bunun aksi değildir. Meselâ, Cuma günü ezan zamanı alış-veriş helâldir

ama mubah değildir. Çünkü mekruhtur.»

Telvih´te şöyle denilmektedir: «Terki evlâ olan herhangi bir fiil, ke-sin bir delil ile men edilmekle

haram olur. Ama terki evlâ olan bir şey zannî delil ile men edilirse, tahrimen mekruh olur. Ama hiç

men bulunmazsa, o zaman tenzihen mekruh olur. İşte bu taksim, Muhammed´in gö-rüşüne göredir.

İmameynin görüşüne göre, terki evlâ olan bir fiil, men ile birlikte haram olur. Men olmadan ise,

tenzihen mekruhtur. Eğer helale daha yakın ise. Eğer harama daha yakın ise, o zaman tahrimen

mekruhtur.»

Bu ifade etmektedir ki, terki evlâ olan şeyin yapılmasını men etmek İmam Muhammed´e göredir.

İmameyne göre değil. İşte bununla İmamey-nin görüşü üzerine, mekruhun müekked sünnet ile

şefaattan mahrum ol-makta eşittirler. Allah daha iyisini bilir ama buradaki şefaattan murad,

derecelerin yükselmesidir veya ateşe girmemektir. Yoksa ateşten yıkmak veya muvakkat bir şekilde

mahrum olmak değil. Veya istihkak et-tiği birşeyden şefaatla kurtulmaktır. O zaman şefaatin


vukuuna münafi değildir. İşte bununla suç kebireyi işleyenen üzerine değildir diye itiraz

edilemeyeceği anlaşılmış olur. Hazreti Peygamber «Benim şefaatim üm-metimden kebairi işleyenler

içindir.» Nitekim Hasan Celebi Telvîh Haşiyesi´nde bunu zikretmiştir. Bunun tamamı bizim Menâr

üzerindeki haşiyelerimizdendir.

«Gıda için yemek ilh...» Setri avret, soğuk ve sıcaktan koruyacak kadar elbise giymek de farzdır.

Şurunbulâliye.

«Velev ki haram ilh...» Adam susuzluk yüzünden ölmekten korksa, onun yanında da şarap olsa,

eğer şarabın susuzluğunu gidereceğini bil-se, susuzluğunu giderecek kadar içebilir. Bezzâziye.

Böyle susuz kalan bir kimsenin yanında idrar ve şarap olsa, o za-man şarap idrara takdim edilir

Tatarhâniye. Bu husustaki kelâmın ta-mamı ileride gelecektir.

«Ona zamin de olsa ilh...» Zira mecbur kalındığında birşeyin mu-bah oluşu, o şeyin saminiyetine

aykırı olmaz.

Bezzâziye´de şöyle denilir: «Adam açlıktan öleceğinden korksa, ar-kadaşının yanında da bir yiyecek

olsa, bu ölümden kurtulacak kadar kıymetiyle arkadaşından alır. Susuzluğunu giderecek kadar

fazlasıyla değil, kıymetiyle su da alabilir. Eğer arkadaşı imtina ederek vermese, silahsız olarak

onunla çarpışır. Eğer arkadaşının da açlık veya susuzluktan öle-ceğinden korkarsa, o zaman bir

kısmını ona bırakır. Bir adam diğerine, elimi kes ye, dese, helâl olmaz. Çünkü insan eti mecbur

kalındığında da mubah olmaz. Çünkü insan şereflidir.»

«Ondan dolayı sevap da kazanır ilh...» İhtiyâr´dan naklen Şurunbulâliye´de şöyle denilmiştir:

«Rasulullah (s.a.v.), «Şüphesiz Allahu Teâlâ insanların her yaptığı şeyin karşılığında ecir verir.

Hatta kulun ağzına gö-türeceği lokmanın dahi sevabını verir.» buyurmuştur. Eğer ölene kadar yeme

ve içmeyi terkederek ölse, asi olmuş olur. Çünkü yemeği terketmekte nefsi tehlikeye atmak vardır.

Hem de muhkem ayette nefsi tehli-keye atmak nehyedilmiştir.»

Ama bunun aksine, hasta bir adam tedaviden kaçınmış olduğu için ölse, günahkâr olmaz. Çünkü

onun tedavi ile şifa bulacağı yakın değil-dir. Nitekim Mülteka şerhinde de böyledir.

«Bu ifade ediyor ki ilh...» Yani, «bundan dolayı sevab da kazanır» sözü ifade ediyor. Çünkü bunun

zahiri, o kadar yemek mendubtur. Mendub oluşu da Mülteka´nın metninde tasrih edilmiştir. O

zaman yemeği terketmenin caiz olduğunu ifade eder.

«Nitekim Mülteka ilh...» Mülteka´da olanı musannif yakında zikredecektir. Zira Mülteka sahibi

ibadetlerin edasından zayıflatacak kadar ye-meği azaltarak riyazet yapmak caiz değildir demiştir.

«Ben derim ki ilh...» Bu kavil, sarihin «caiz değildir» sözünü teyid etmektedir.

«Uyanık ol ilh...» Sarihin bu sözü, musannifi muaheze etmeye işaret ettiği gibi, Mülteka´da

zikredileni de muaheze etmektedir.

«Mubahtır ilh...» Yani ne sevap, ne de günah vardır. Ancak, eğer yediği helâlden olursa, bunun az

bir hesabını verir. Zira hadiste Rasulullah, «İnsan herşeyden görür, ancak üç şeyden hesap

görmez. Avre-tini örtecek bir parça bez, açlığını giderecek kadar bir parça ekmek, onu yazın

sıcaktan, kışın soğuktan koruyacak bir ev.» buyurmuştur. Yine şöyle hadis de gelmiştir:

«İnsanoğlunun sulbünü kuvvetlendirecek lokmalar-dan da hesap sorulacaktır. Ancak nefsini

kurtaracak kadar yemesinden sorulmayacaktır.» Dürrü Münteka.

«Doyuncaya kadar ilh...» Doymak, yani vücudunu gıdalandırmak ve bedenini kuvvetlendirecek

kadar. Kuhistanî.

«Haramdır ilh...» Çünkü malı zayetmek ve nefsi hasta etmektir. Şöy-le bir hadis de gelmiştir:

«İnsanoğlunun doldurduğu kapların en şerri doldurduğu midesidir.» Eğer karnı doldurmak lazım

ise, üçte birini ye-meğe, üçte birini suya ve üçte birini de nefes almaya. Azab bakımından en uzun

azab görecekler, en çok karnını doyuranlardır. Dürrü Münteka.

BİR TETİMME : Tebyînü´l-Mehârim´de, şöyle denilmektedir: «Âlim terden bazısı tarafından diğer iki

mertebe de eklenmiştir. Bunlardan bi-risi mendub olan yemektir. Mendub olan yemek ise, insanı

nafile namaz-lara, ilim öğrenmeye ve ilim öğretmeye yardımcı olan yemektir. Diğeri de mekruh olan

yemektir. Bu da, doyduktan sonra ondan bir zarar görme­yecek kadar fazla yemektir. Abidin rütbesi

mendub olan yemekte mu-bah olan yemek arasında muhayyer kalmaktır. Ve, yediği zaman yediği

ile ibadete kuvvetlenmeyi murad ederse, o zaman itaat etmiş olur. O yemesiyle de lezzet ve nimet

almayı murad etmemelidir. Zira Cenab-ı Allah kâfirleri faydalanmak ve nimetlenmek için

yediklerinden onları zemmetmişitr. Şöyle ki Cenab-ı Allah, «Kâfirler ise zevklenirler, hayvanların


yediği gibi yerler, yerleri ateştir.» (Muhammed : 12) buyurmuştur. Rasulullah da, «Müslüman bir

barsakla, fakat kâfir yedi barsakla yer.» buyurmaktadır. Bu hadisi Şeyheyn ve diğer kitaplar rivayet

etmişlerdir. Bu-rada yedi rakamı mübalağa içindir. Bazı alimler tarafından da, Resulullah bunun

mümin için bir darb-ı mesel olarak zikretmiştir, yani mümin dün-yadan züht eder, kâfir ise dünyaya

haristir. Öyleyse mümin yemeği ha-yatını devam ettirmek ve ibadetlerini yapabilmek için yer. Kâfir

de hırs, şehvet ve lezzeti taleb için yer. O zaman az da olsa mümin doyar, fakat kâfiri çok da olsa

doyurmaz.»

«Hâniye´de kerahetle ifade edilmiştir ilh...» Umulur ki, evceh olan birinci görüş, yani haram

ifadesidir. Çünkü israftır. Ki Allahu Teâlâ da «İsraf etmeyin» buyurmuştur. Allahu Teâeâ´nın bu

kavlinin sübutu da, delâleti de kafidir. Düşünülsün.

«Çok yemek ilh...» Bunu Kuhistanî, Kermanî´nin eşribe bahsine isnad etmiştir. T. de diyor ki, «Sarih

bununla ifade ediyor ki, burada doy-maktan murad, şer´i doymaktan fazla olan değildir. Çünkü şer´i

doymak, midenin üçte birini doldurmaktır. Buradaki doymaktan murad, mideyi ifsad kadar

yemektir.»

«Ancak orucunu sabahleyin kuvvetlendirme kastı ile ilh...» Zahir şudur ki, buradaki istisna, sarihin

de tevilde zikrettiğine binâen müntakidir. Zira eğer midesinin ifsad edilmesi zannına galib olursa,

artık mi-desini bozacak kadar ramazan için yemesi nasıl caiz olur Bununla be-raber

hastalanmaktan korkmuş olsa bile onun iftar etmesi mubahtır. An-cak şöyle denilebilir: İfsattan

murad. çok zarar vermeyi ziyadeleştirmeyen bir ifsattır. Zikredilen, bazı müteahhirin alimlerinin

istisnasıdır. Ni-tekim Tatarhâniye de böyle ifade etmiştir.

«Misafiri utanmasın diye ilh...» Yani ihtiyacı kadar yedikten sonra gelen misafirin utanmaması için

yemesi de haram değildir. Kuhistanî.

«Ve bunlara benzer ilh...» Mesela adam, ihtiyacından fazla olarak istifra etmek için yerse, Hasan

diyor ki, bunda bir beis yoktur. Hasan di-yor ki, «Ben Enes bin Malik´i gördüm ki, çok çeşitli

yemeklerden ve çok yerdi. Sonra da onu istifra ederdi. Bu istifra etmesi de ona menfaat ve­rirdi.»

Haniye.

«İbadet yapmaktan ilh...» Yani farz olan ibadeti ayakta kılmaktan zayıflayacak kadar yemeği

azaltmak caiz değildir. Ama eğer onu zayıf-latmayacak bir vecihle yemeği azaltırsa o zaman o

mubahtır. Dürrü Münteka.

«Terketmek daha efdaldir ilh...» Ki derecesi noksanlaşmaya ve bir de «İnkâr edenler ateşe

sunuldukları gün, (kendilerine denir ki): «Dünya hayatında bütün güzel şeylerinizi zayettiniz.

bunlarla sefa sürdünüz, tü-kettiniz.» (Ahkâf: 20} âyetinin hükmüne girmeyeler. Hasenatı çoğaltmak

için yemeğin fazlasını tasadduk etmek efdaldir. Dürrü Münteka.

«Birkaç türlü yemek yapmak israftır ilh...» Ancak, ibadetin kuvveti için veya peşpeşe ziyafet vermesi

halinde israf değildir. Kuhistânî.

«Sünnet üzere ilh...» Eğer besmeleyi yemeğe başlarken unutursa, aklına geldiğinde yemeğin başı

ve sonuna bismillah desin. İhtiyar.

Bismillah denildiği zaman sesini yükselt ki seninle beraber bulunan-lara da telkinatta bulunmuş

olasın. Ama sonunda hamd getirirken onu yüksek sesle getirme. Ancak, arkadaşları yemeklerini

bitirmişlerse, o za-man yüksek sesle elhamdülillah denilebilir. Tatarhâniye.

Besmele, ancak yemek helâl olursa çekilir. Ama sonundaki hamd. ister helâl olsun, ister hararn,

yapılır. Kınye, T.

«Yemekten evvel ve sonra elleri yıkamak ilh...» Yemekten evvel el-leri yıkamak fakirliği yok eder.

Mendille eli silinmez. Yemekten sonra yıkamak da kınanmayı nefyeder. Ama yemekten sonra

yıkanmada ye-meğin eserinin elden gitmesi için eller kurulanır. El yıkamanın yemenin bereketi

olduğu söylenmiştir. Un yemekle de el yıkamada bir beis yok-tur. Yemek için ağızı yıkamak da elleri

yıkamak gibi sünnet midir El-Cevap: Sünnet değildir. Şu kadarı var ki cünüp adamın ağzını

yıkamadan yemek yemesi mekruhtur. Ama hayızlı kadın bunun aksinedir, Dürrü Münteka. Bunun

misli Tatarhâniye´de de mevcuttur.

«Yemekten evvel gençlere ilh...» Çünkü onlar ihtiyarlardan çok yer­ler, ihtiyarlar ise daha az yerler.

Dürrü Münteka.

«Yemekten sonra ise yaşlılara ilh...» Zira Rasulullah, «Bizim yaşlı-larımıza saygı göstermeyen

bizden değildir.» buyurmuştur. İşte bu da saygıdır. T.


BİR TETİMME -. Tuzluk veya tabağı ekmek üzerine koymak mekruh-tur. Eli veya bıçağı ekmekle

silmek de mekruhtur. Ekmeği sofraya bağlamak da mekruhtur. Muhtar kavle göre, bir yere

yaslanarak veya baş açık olarak yemek yemekte de beis yoktur. Ekmeğin ortasını yemek ve

kena-rını bırakmak veya kabaran yerlerini yemek diğer yerlerini bırakmak is-raftır. Ancak geri

kalanını yiyen olursa o zaman beis yoktur. Nasıl Ek-meğin içinden birisini tercih etse, mekruh

değildir. Ekmek hazır olunca katığı beklememek, ekmeğe hürmet etmektir. Elinden yere düşen

lokma-yı yerde bırakmak da israftır.

Layık olan onunla yemeğe başlamaktır. Yemeğin ortasından yeme-mek, kenarından yemek

sünnettir. Aynı yerden yemek de sünnettir. Çün-kü hepsi bir yemektir. Ama bunun aksine bir

tabakta birkaç çeşit meyve olsa, o zaman o meyvelerden dilediğini, dilediği yerden yer. Çünkü o

birkaç türlüdür. Buraya kadar saydıklarımızın hepsi ile asar varid olmuş-tur. Sofraya otururken, sol

bacağı yatırmak, sağı dikmek de sünnettir. Yemeği sıcak yememek ye koklamamak da

sünnettendir. İkinci imamdan yemeği üflemede kerahet olmadığı, ancak, sesli bir şekilde üflemenin

mekruh olduğu rivayet edilmiştir. Yemek zamanında susmak mekruhtur. Çünkü yahudilere

benzemektir. Yemekte maruf ile konuşulur. Peygamber aleyhisselatü vesselam, «Kim bir çanaktan

yemek yer ve sonra o çanağı İyice temizlerse, çanak ona, «Allah seni ateşten azad etsin, çünkü sen

beni şeytandan azad ettin» der.» buyurmuştur. Ahmed´in rivayetinde «ça-nak ona istiğfar eder»

denilmiştir. Yemeğe tuzla başlamak ve tuzla bitir-mek de sünnettendir. Hatta onda yetmiş derde şifa

vardır. Yemekten sonra eli silmeden önce ve kâseyi yalamak da sünnettendir. Bu bahsin tamamı

Dürrü Münteka, Bezzâziye ve diğer kitaplardadır.

METİN

Ehli kısrak eşeğin eti mekruhtur. Malik buna muhalefet etmiştir. O eşeğin sütü ve insan pisliği yiyen

bir hayvanın sütü de mekruhtur. Kıs-rağın sütü ve devenin sidiği de mekruhtur. İmam Yusuf, tedavi

için kıs-rak sütü ve deve sidiğini içmeye icazet vermiştir. İnsan pisliği yiyen hay-van ile kısrağın

etini yemek mekruhtur. Ancak pislik yiyen hayvan, etin­den o pis koku gidinceye kadar hapsedilir,

koku gittikten sonra yenilir. Bu temizlenme müddeti şöyle takdir edilmiştir: Ezher kavle göre, tavuk

üç gün, koyun-keçi dört gün, deve ve sığır on gün hapsedilir. Eğer bir hayvan, hem necaset, hem

de temiz yiyecekler yese ve eti de kokmasa, o zaman onun eti helâldir. Domuz sütü ile beslenen bir

buzağının etinin helâl olması gibi. Çünkü onun eti bozulmaz. Onun gıdalandığı şey de müstehlik

olmuştur.

Eti yenilen bir hayvan şarap içse, aynı saatte kesilse, onun etini ye-mek helâldir ama mekruhtur.

Zeylai, Vehbaniye Şerhi´nin av bahsi.

Hem erkek, hem de kadın için altın ve gümüş kaptan yemek ye-mek, su içmek ve yağ sürünmek ve

kokulanmak mekruhtur. Zira hadis mutlaktır. Gümüş ve altın kaşıkla yemek veya altın ve gümüş

mille sürme çekmek ve kullanmakta buna benzer sürme konulacak altın veya gömüş kabın, altın ve

gümüş çerçeveli ayna, altın ve gümüşten yapılan alem ve hokkayı kullanmak da mekruhtur. Yani

halkın örfüne göre kullanılmak üzere yapıldığı işte kullanılması mekruhtur. Yoksa, mekruh değildir.

Hat-ta bir adam yemeği altın bir kaptan başka bir yere aktararak orada ye-se veya suyu veya yağı

altın kaptan evvela başına değil, eline dökmesi, eliyle başına sürmesi halinde bir beis yoktur.

Mücteba ve diğerleri. Bu da Dürer´de tahrir edilenin ta kendisidir. Hıfzedilsin.

Kuhistanî ve diğer birisi şunu istisna etmiştir: Savaşta altın ve gü-müşten yapılmış miğfer, zırh,

kolçak kullanılması mekruh değildir. Şim-diye kadar sayılan kerahetler bedene ait olanlardır. Ama

bedenin gayrısında sırf süs için altın ve gümüşten kap, veya bir sedir yapmış olsa, üzerine de ipek

sermiş olsa, onda beis yoktur. Belki selef bunu yapmış-tır. Hülâsa. Hatta Ebû Hânife, yüzü ipek olan

yastığa yaslanmayı, üze-rinde yatmayı mubah kabul etmiştir. Nitekim ileride gelecektir.

Bakır ve tunçtan yapılmış kaplarda yemek yemek de mekruhtur. Ama efdal olan, kabın toprak

olmasıdır. Peygamber aleyhisselâtı vesselam, «Kim kaplarını topraktan yaparsa, onun evini

melekler ziyaret eder.» buyurmuştur. İhtiyar.

Bakır, çam, billur ve akikten yapılan mezkûr şeyler mekruh değil-dir. Şafiî buna akikte muhalefet

etmiştir. Gümüşle süslenmiş bir kaptan su içmek, gümüşle süslenmiş eğere binmek, gümüşle

süslenmiş bir kol-tuğa oturmak helâldir. Şu kadarı var ki, gümüşle süslenmiş bir su ka-bından su

içildiği zaman, ağzı gümüşe temas ettirmekten kaçınmalıdır. Bazı alimler tarafından eğere

binileceği zaman veya eline böyle bir nes-ne aldığı zaman yine gümüşle yere temas etmekten

kaçınmasının şart olduğu söylenmiştir.

Gümüş veya altınla çemberlenmiş bir kaptan yemek, içmek mekruh değildir. Altın veya gümüşle


çemberlenmiş bir sandalye, gümüş veya altınla çerçevelenmiş bir ayna veya gümüş veya altınla

yazılmış bir mushafta mekruh değildir. Nasıl ki, kılıç veya bıçak gümüşten veya altın-dan yapılmış

olsa, veya onların kabzasında altın veya gümüş olsa, ve-ya atın gemi veya üzengisi altın veya

gümüşten olsa, elini altın veya gümüş üzerine koymazsa mekruh değildir.

Bir kumaşın altın veya gümüşle süslenmesi de mekruh değildir.

Müctebâ´da şöyle denilmektedir: «Gümüşle süslenmiş bir bıçak, hokka ve üzenginin

kullanılmasında beis yoktur.»

İkinci imamdan, bu sayılanların hepsinin mekruh olduğu rivayet edil-miştir. Bu hususta imamlar

arasındaki ihtilaf gümüşle süslenmiş herhan-gi birşeyin kulanılmasındadır. Ama gümüş veya altın

yaldızlamaya ge-lince, ulemanın icmaı ile bunun kullanılmasında beis yoktur. Burada gem ile

üzengi ve diğerleri arasında fark yoktur. Çünkü, yaldız helak olur. Onun rengine itibar edilmez. Aynî

ve diğer kitaplar.

Kâfirin velev mecusî de olmuş olsa, «ben şu eti kitabi bir kimseden aldım» demesi kabul edilir ve o

et helâldir. «Ben onu bir mecusîden al-dım» demesi de kabul edilir ve o zaman et haram olur. Bir

kimsenin ha-beri ile de o reddolunmaz. Bu meselenin asıl kaidesi şudur: Kâfirin ha-beri fukahanın

icmaı ile diyanetle ilgili meselelerde değil, muamelâtla ilgili meselelerde makbuldür. İşte Kenz´in

«Kâfirin helâl veya haram hu­susundaki sözü makbuldür» sözü bunun üzerine hamledilir. Yani

mua-melat hususundaki sözü makbuldür şeklinde anlaşılmalıdır. .Yoksa Zey-laî´nin zannettiği gibi

mutlak helâl ve haramda sözü kabul edilir anla-mında değildir.

Kölenin -velev cariye olsun- ve çocuğun sözü de kabul edilir, he-diyede. Burada da ister o çocuk

veya köle efendi veya velilerinin baş-kasına veya kendilerine hediye ettiğini haber versinler, hiç

farketmez. Yine çocuğun veya kölenin izinle haber verme sözü de makbuldür. İş-te bu izin ister

ticaretle izin olsun, ister binaya giriş izni olsun. Bunu Sirac şöyle kayıtlamıştır: «Eğer zannı galibe

göre onlar doğru söylüyorlarsa». O zaman bir çocuk sabun veya benzeri birşey almak istese, ona

satılmasında beis yoktur. Ama Üzüm ve helva gibi şeylerde layık olan satmamaktır. Çünkü zahir

onun yalanıdır. Bu bahsin tamamı Sirac´tadır. Kâfirin, fasıkın ve kölenin muamelâttaki sözü

makbuldür. Çünkü bu çok vaki olmaktadır. Meselâ bir köle, kâfir veya fasık, «ben şu şeyin satışında

falan kimsenin vekiliyim» dese, zannı galibe göre doğru söy-lüyorsa, ondan alınması caizdir.

Nitekim yukarıda geçti. Bu bahis hazr bahsinin sonunda gelecektir.

İZAH

«Ehli kısrak eşeğin eti mekruhtur ilh...» Ama yabani eşek bunun ak-sinedir. Ki, yabani eşeğin eti ve

sütü helâldir.

«Malik buna muhalefet etmiştir ilh...» Bu ihtilaftan dolayı musannıf burada haramdır dememiştir.

Minâh. Yani bu delillere murarız bir de-lildir.

«Eşeğin sütü ilh...» Çünkü o süt etten doğar, o zaman et haram olunca süt de haram olur. Minâh.

«İnsan pisliği yiyen hayvanın sütü de ilh...» Yani yalnız onu yerse ve eti kokarsa.

Vehbâniye Şerhinde şöyle denilmektedir: «Müntekâ´da, «Mekruh olan insan pisliğini yiyen hayvan

şudur ki ona yaklaşıldığı zaman ondan pis koku gelir. O zaman onun eti yenilmez, sütü içilmez,

öküz ise ça-lıştırılmaz. Bu durumda iken onu satmak veya hibe etmek de mekruh-tur.» denilmiştir.

Bakkalı, onun terinin de necis olduğunu zimretmiştir.» Biz bunu zebaih bahsinde takdim ettik.

«Kısrağın sütü ilh...» Musanniften naklen zebaih bahsinde takdim olundu ki, en kuvvetli delile

binaen kısrak sütü içmekte beis yoktur. Çün-kü onu içmekte cihat aletini zayıflatma yoktur. Biz,

zebaih bahsinde tak-dim ettik ki mutemed olan şudur ki imam, imameynin kavline dönmüş-tür. Ki

onların kavli şudur: «At eti tenzihen mekruhtur.»

«Ebû Yûsuf, tedavi için kısrak sütü ve deve sidiğini içmeye icazet vermiştir ilh...» Hindiye´de şöyle

denilir: «İmameyn devenin idrarı ile at etinin tedavi için yenilmesinde beis olmadığını

söylemişlerdir. Yine Ca-miü´s-Sâğîr´de de böyledir.» T.

Ben derim ki: Hâniye´de şöyle denilmiştir. «Adam tedavi için parma-ğına bir bağırsak taksa, Ebû

Hânife´den mekruh olduğu rivayet edilmiş-tir. Ebû Yûsuf´tan da mekruh olmadığı rivayet edilmiştir.

Burada Ebû Yû-suf eti yenilenin sidiğinin içilmesi hususunda ihtilaf üzeredir. Ki, fakiri Ebûl Leys

Ebû Yûsuf´un kavlini tutmuştur.»

«Ezher kavle göre ilh...» Tecnis´ten naklen Vehbâniye şerhinde za-hiri rivayet üzerine muhtar olan

da budur, denilmiştir. Çünkü zahir bu müddet içersinde onların temizlenmesi hasıl olur.


Bezzâziye´de: «Tavuk sığır ve koyun hakkındaki geçen müddetler ancak leş yerlerse şarttır Şu

kadarı var ki, devede temizlenme müdde-ti bir ay, sığırda yirmi gün, koyunda ise on gün olarak

takdir edilmiştir.»

Yine Bezzâziye sahibi şöyle demektedir: «Serâhsi demiştir ki, en essahı takdir edilmemesidir.

Necaseti yiyen hayvan, o pis koku gidin­ceye kadar hapsedilmelidir.»

«Helâldir ilh...» İşte bundan dolayı fukaha demiştir ki, tavuğun ye-nilmesinde beis yoktur. Çünkü

tavuk herşeyi yer ve eti de bozulmaz. Peygamber aleyhisselatı vesselamın tavuk eti yediği rivayet

edilmiştir. Tavuk üç gün hapsedilir rivayetine gelince, bu rivayet tenzihi bir yol-ladır. Zeylaî.

«Çünkü onun eti bozulmaz ilh...» Keza Zahîre´de de böyledir. Bu «muteber olan kokudur» kaidesine

muvafıktır. Şu kadarı var ki, Haniye´ de şu zikredilmiştir: «Hasen, domuz sütü ile beslenen bir

buzağının eti-nin yenilmesinde bir beis yoktur demiştir. İbni Mübarek de şöyle de-miştir: «Onun

manâsı şudur: Eğer domuz sütü ile beslendikten sonra birkaç gün sonra ot yerse, o necaset yiyen

hayvan gibidir.»

Kınye´den naklen Vehbâniye şerhinde, domuz sütü ile beslenen bir buzağının eti, eğer domuz

sütünü içmesinden birkaç gün sonra kesilirse helâldir. Yoksa helâl değildir.»

FER´İ BİR MESELE: Ebussuud´da, Fukahanın ekserisine göre, ne-casetlerle sulanan ekinler ne

haramdır, ne de mekruhtur.» denilmiştir.

«Helâldir ama mekruhtur ilh...» Bunun zahiri şudur ki, burada ke-rahet tahrimendir. Bunun üzerine

şarap içen bir hayvanla necaset yiyen bir hayvanın ve domuz sütü ile beslenen buzağı arasındaki

farka ba-kılsın.

«Hem erkek, hem de kadın için ilh...» Hâniye´de: «Kadınlar zinetin dışında yemekte, içmekte ve

vücuduna yağ sürmekte erkekler menzile-sindedirler. Yalnız kadınlara atlas, ve ipek, altın, gümüş

ve inci takmak ve giyinmekte beis yoktur.»

«Hadis mutlaktır ilh...» Hadis şudur: Huzeyfe´den rivayet edilmek-tedir ki şöyle demiştir: Rasulullah

(s.a.v.) duydum ki, «İpek, atlas giyme-yiniz. Altın ve gümüş kaptan birşey içmeyiniz. Altın ve gümüş

sahan-da yemek yemeyiniz. Zira altın ve gümüş dünyada onlara, ahirette de sizedir. «Bu hadisi

Buhârî, Müslim ve Ahmed rivayet etmişlerdir. Zeylaî´nin naklettiği daha başka birçok hadis vardır.

Sonra Zeylaî, altın ve gümüş kapta yemek ve içmenin haram olduğu sabit olduğundan o zaman

altın ve gümüş kaptan koku sürünmek de haramdır. Çünkü o da kul-lanma bakımından yeme-.< ve

içmek gibidir, demiştir.

«Kullanmak buna benzer ilh...» Gümüş veya altından olan sofra ve siniler veya altın veya gümüşten

bir ibrik veya bir leğende abdest al-mak, altın ve gümüşten bir çıra yakmakta altın ve gümüşten

yapılmış bir sandalye üzerinde oturmak da bunlardandır. İşte bu sayılanlarda ka-dın ve erkek eşittir.

Tatarhâniye.

«Ayna ilh...» Ebû Hânife diyor ki, aynanın halkası gümüşten olursa, beis yoktur, ayna demir olduğu

takdirde. Ebû Yûsuf da diyor ki, halkası gümüşten olanda hayır yoktur. Tatarhâniye.

«(Yani ilh...» Bu «yani» Dürer sahibinindir. Bu husustaki kelâm ileri­de gelecektir. Müctebâ ve

diğerlerinin ibaresi ise, «Yemeği eğer altın bir kaptan başka yere naklederse» sözünden

başlamaktadır.

«Müctebâ ve diğerleri ilh...» Nihâye ve Kifâye gibi. Nihâye ve Kifâye sahipleri, zahire sahibinin

Camiü´s-Sâğîr şerhinden aynen şunu nakletmişlerdir: «Bazı alimler tarafından yağlanmanın sureti,

adam bir altın veya gümüş kap alır, o altın veya gümüş kaptan yağı başından aşağıya döker. Ama

eğer altın veya gümüş kaptaki yağa elini sokar oradan eliyle alır, sonra başından dökerse, o zaman

mekruh olmaz.»

Tatarhâniye´de, «Kâseden yemeği almak, ekmeği üzerine koymak, sonra yemekte bir beis yoktur.»

cümlesi ilave edilmiştir.

Dürer´de Tatarhâniye´nin bu ibaresine itiraz edilmiştir: «Bu ibare al-tın ve gümüşten kaptan kaşıkla

alınarak yenilen yemeğin mekruh olma-masını gerektirir. Yine altın ve gümüş tabaktan eliyle alıp

yese layık olan mekruh olmamasıdır. Sonra da denilmiştir ki, şu kadarı var ki layık olan, bu rivayetle

fetva verilmemesidir. Ki altın ve gümüşün kulla-nılma kapısı açılmasın.»

«Dürer´de tahriri edilenin ta kendisidir ilh... Zira Nihâye ve Kifaye´-de olan üzerine yapılan itiraza

Dürer sahibi sarihin işaret ettiği şekilde cevap vermiştir. Sarihin işaret ettiği şudur: Halkın örfünde

hangi işte kullanılmak için yapılmışsa, o işte kullanılması haramdır. Azmiye´de de bunun üzerine


ikrar edilmiştir. Vanî´nin, Nuh Efendi´nin ve diğerlerinin kelâmlarının zahiri ise, Dürer´in vermiş

olduğu cevabın kabul edilmeme-sidir. Remli de şöyle demiştir: «Yemeğin altın veya gümüşten

kaptan başka bir yere nakletmek, o altın veya gümüş kabı ibtidaen kullanmak-tır. Yağı eliyle altın

veya gümüş kaptan eliyle alıp sonra başına dökmek de halkın arasında yaygın olan bir kullanma

şeklidir.»

Ben derim ki: Dürer´in haramlığı yapıldığı işte kullanılmasına bağlamasında bir görüş vardır. Çünkü

eğer Dürer´in dediği gibi kabul edil-se, yağ veya yemek kabından su içse veya yıkansa, haram

olmamasını iktiza eder. Halbuki bununla beraber, şüphesiz bu o kabı kullanmaktır. Metinlerin

mutlak ifadelerine dahildir. Bu husustaki deliller de varididirler. Nihâye ve diğerlerinden naklen

takdim ettiğimizin takririnde zahir olan şudur ki artık onun üzerine itirazlar da varid olmaz: «Altın

veya gümüş olan kaba yemeği veya yağı koymak caiz değildir. Çünkü o onu kati surette

kullanmaktır. Sonra o yağ veya yemek haram olan kaba ko-nulduktan sonra onu orada menfaatsiz

olarak terketmek, malı zayetmeyi gerektirir. O zaman onu yiyecek bir kimsenin bulunması zaruridir.

Onu kullanan veya yiyen adam, haram kaptan kullanma niyetiyle değil, nak-letme niyetiyle başka bir

kaba geçirse, mesela, adam yağı evvela gü-müş veya altın kaptan eline alarak başını yağlasa veya

yemeği altın ve-, ya gümüş kaptan ekmeğin veya başka bir kabın üzerine koysa, oradan yese, o

adam ne şer´an ne de örfen altın veya gümüş kabı kullanmış sa-yılmaz. Ama bunun aksine, ibtidaen

yağlanma veya yeme kastıyla o ye-meği veya. yağı oradan almış olsa, onu kullanmış olur. Onu ister

eliyle, ister kaşıkla ister başka birşeyle kullansın. Çünkü onun kullanması, sür-meyi sürmedanlıktan

sürmenin mili ile almaya benzer. Ama kullanılan,-aletin örfen yapıldığı işte kullanılıp

kullanılmamasında fark yoktur. Yoksa yağı almaktan maksat, yağı avuca dökmek değildir. Çünkü

yağı avuca dökmek belli bir kullanmaktır. Belki yağı almaktan murad, yağ kabının ağzından eliyle

almaktır. Ki. nakil kastıyla almış olabilsin. Nitekim Nihâye´den naklen gecen ibare de bunu ifade

etmektedir. O zaman İtabiye´den naklen,Tatarhâniye´de olan ifadeye de münafi olmaz. Zira

Tatarhâniye sahibi şöyle demiştir: «Gümüş bir yağdanlıkla başı yağlamak mekruhtur. Yine,

ovucuna döker, sonra başını veya sakalını onunla meshederse, o da mekruhtur. İşte bundan gül

suyunun ibriğinden yağ-lanmanın hükmü zahir olmaktadır. Çünkü ondan yağlanmak bazan

ibti-daen yapılır, bazen de ele dökülür. Elden sürülür. Bunların her ikisi de hem şer´an, hem örfen

kullanmaktır. Ama zamanımızda insanların bazı-sı bunu yanlış anlamaktadır. Ki, ovucun üzerine

dökülmüş olsa, o kul-lanma sayılmaz. Onlar da burada sarihin kelâmının zahirinden

aldan-maktadırlar. Ben size Tatarhâniye´nin sarih ifadelerini naklettim. İşte bana zahir olan budur.

Allah daha iyisini bilir.

T. de kahve fincanlarının, saatin altın ve gümüşten kaplarının kul-lanılmasının haram olduğunu

söylemiştir. Bu da zahirdir. Biz yine T. Den naklen ileride bunu zikredeceğiz..

«Kuhistanî ilh...» Zuhire´de: Fukaha diyor ki: Bu imameynin kavli-dir. Çünkü savaşta ipeği

kullanmak, imama göre mekruhtur. Öyle ise buna kıyasla altın da mekruhtur. Sonra imameyn altın

ve gümüşten oton miğfer ile zırhın ve kılıç süsünü birbirinden ayırmışlardır. Sununla ayır-mışlardır

ki, ok altının üzerinden kayar. Ama kılıcın kabzası hiçbir şe-ye menfaat vermez. Ancak zinet için

olur, o da mekruhtur.

«Kolçak ilh...» Altın ve gümüşten yapılmış kolçak. Bu kolçak kelime-sini Kuhistanî değil,

Tatarhâniye zikretmiştir. Umulur ki Kuhistanî bunu zırha dahil etmiştir. Çünkü zahir odur ki

kolçaktan murad, savaşçının bilekleri üzerine koyduğu şeydir. Bu, zırha birlikte olabileceği gibi

müs­takil de olabilir.

«Kerahetler hecene ait olanlardır ilh...» Yani altın ve gümüşün ha-, ram elması insan vücudu

üzerinde kullanılması halindedir. Yani gerek giymekte, gerek yemede gerek yazmada altın ve

gümüş kullanmak ha-ramdır. Burada haramdan murad, bedene menfaati olandır. Şu kadarı var ki o

zaman o kalem ve dividin kullanılmasını şamil gelmez. Burada en güzel ifade Kuhistanî´de olandır.

Zira Kuhistanî sahibi şöyle demiştir: «istimal kelimesi bildiriyor ki, yalnız süs için altın ve gümüşten

kap yap-tırmakta beis yoktur.»

«Süs için ilh...» Yani asla kullanılmayan.

«Belki selef bunu yapmıştır ilh...» Bu, Hülasa´da zikredilmemiştir. Belki Muhit´ten naklen

Tatarhâniye´de de zikredilmiştir.

«Hatta Ebû Hânife mubah kabul etmiştir ilh...» Şu anda kelâm, kul-lanılmadan altı ve gümüşten

kabın yapılması hususundadır. Burada At-lastan yapılan da zikredilmiştir. O zaman buradan

vehmedilir ki atlastan yapılan bir yastığın kullanılması ve üzerinde uyunması helâl değildir.

Mu-sannif da bu vehmi def için bu ibareyi getirmiştir.


«Nitekim ileride- gelecektir ilh...» Yani elbise giyme faslında.

«Bakır ve tunçtan yapılmış kaplarda yemek yemek de mekruhtur ilh...» Bu Dürrü Münteka´da Müfid

ve Şur´a isimli eserlere nisbet edil-miştir. Bazı alimler tarafından, sufr bakırın en iyisine denilir,

denilmiş-tir. Şur´a´nın şerhinde ise, sufr madeniyattan mürekkeb olan bir şeydir, bakır gibi,

denilmiştir. Sonra burada mekruh olan bakır, kalaylanmamış bakır ile kaydedilmiştir. İşte bu kitap

üzerine, yazan adamların bazısı şöyle demiştir. Yani bakır kalaylanmazdan önce onda yemek

mekruhtur. Çünkü -onun içindeki pas yemeğe girer ve çok büyük zararlara vesile olur. Ama ondan

sonra ise artık o pasın bir zararı yoktur.

Ben derim ki: Benim İhtiyar´da gördüğüm şudur: «Topraktan yapı-lan kaplar daha efdaldir. Çünkü

onda ne israf, ne de kibir vardır. Ha-diste, «Kim evinin kaplarını topraktan yaparsa, melekler onu

ziyaret eder,» denilmiştir. Bakır ve kalaydan kaplar yapmak caizdir.»

Cevhere´de: «Altın ve gümüş haricindeki kaplarda yemek ve içmek-te, menfaat görmekte bir beis

yoktur. Bu kaplar ne gibi şeylerdir: De-mir, tunç, bakır, kalay, ağaç ve çamurdu.»

«Mezkur şeyler ilh...» Yani yemek, içmek, yağ ve koku sürünmek.

«Gümüşle süslenmiş bir kaptan ilh...» Altınla süslenmiş de gümüşle süslenmişin hükmündedir.

Kuhistânî.

«Ağzını gümüşe temas ettirmekten ilh...» O zaman o kaptan su içer-ken ağzını gümüş olmayan yere

koyması gerekir. Herne kadar kullandığı zaman eli gümüşün üzerinde de olsa, ağzı mutlaka

gümüşsüz yer üze-rinde olacaktır. T.

«Eline ilh...» Hidâye, Cevhere, İhtiyar, Tebyin ve diğer kitaplarda da bu şekilde tabir edilmiştir. O

zaman musannif bu sözüyle Şurunbulâliye´nin de dikkat çektiği gibi Dürer´de olan hükmün zayıf

olduğunu ifade etmektedir.

«Eğere binileceği ilh...» Gurerü´l-Ahkâm´da: «Kur´an-ı Kerîm ve ben-zeri şeylerde altın ve gümüşle

süslendiği zaman onun tutulacak yerinde altın olmasından kaçınılmalıdır. Eğer ve benzerinde

oturma yerinden, üzengide ayak yerinden, kapta ağzın temas edeceği yerin altın ve gü-müş

olmasından kaçınılmalıdır. Yine tutulacak yerin altın veya gümüş olmasından da kaçınılmalıdır

denilmelidir.»

Bunun benzeri İzahü´l-lslâh´tadır. Yakında kılıcın demirinde, kabza-sında ve gemde elin geleceği

yerin gümüş olmasından kaçınılması ge-rektiği de gelecektir. Velhasıl kaçınmaktan murad, hangi

aza ile kulla-nıyorsa, onu altın ve gümüşle temas ettirmemesi gerekir. Öyle ise su kabında kullanma

ağız ile olduğu için elin değil, ağzın gelecek yerin gümüşlü olmamasından kaçınılmalıdır. Bundan

dolayı eğer üzengiyi gü-müş yerinden eliyle tutup taşırsa haram olmaz. Çünkü üzengi elle

kul-lanılmaz. O zaman medar ağız üzerine değildir. Zira sandalye ve eğerde ağzın geleceği yerin

altın veya gümüş olmaması gerektiğini söylemenin bir manası yoktur. Sen anla.

Açıktır ki burada sözümüz gümüş veya altınla süslenmiş bir eşya hususundadır. Yoksa, doğrudan

altın veya gümüşten yapılan nesnenin hangi yolla olursa olsun, kullanılması haramdır. Nitekim biz

bunu ileride takdim ettik. Velev ki kullanan kişinin altın veya gümüş olan nesne ce-sedi ile temas

etmese dahi. İşte bundan dolayı gümüş bir buhurdanlık-ta koku yakmak haramdır. Nitekim Hülasa

da bunu tasrih etmiştir. Kah-ve fincanları veya saatin ve nargilenin su konulacak şişesinin altın

ve-ya gümüşten olması da buhurdanlık hükmündedir. Herne kadar el veya ağzıyla temas etmese

dahi. Çünkü o neye yapılmışsa, onda kullanılmak-tadır. Ama bunun aksine sigara ağızlığının bir

kısmının gümüşten olma-sı, onu gümüşle süslenmiş eşya hükmüne sokacağından onda ağzın

te-mas edecek yerinin gümüş olmaması yeterlidir. Bu, hepsi gümüş olana benzemez. Nitekim

fukahanın kelâmının sarihi de böyledir.

T. diyor ki: «Bir cemaat şeriat üzerine cesaret getirerek zarf ve ben-zeri şeylerin kullanılmasının

mubah olduğuna hükmetmişlerdir. O cema-at bunu ağızla kaçınmak olduğunu zametmektedirler.

Elin değmesinin de bir zararı yoktur diyorlar. İşte bu cemaatın bu cüreti çok büyük bir ce-halettir.

Zira sofra, yemek kabı ve benzerlerle le tutulan cinsten değil-lerdir. Halbuki bunların kullanılması

da haramdır. Ebussuud´un şeyhin-den naklettiği, «Bilinsin ki tercih edilen «Elle tutulacak yerin altın

veya gümüş olmasından kaçınılmalıdır» sözüne göre gümüş bir tepsi üzerin-de kahve içmenin helâl

olması uygundur» sözü de böyle bir cür´etin ifa-desidir. Çünkü makam muhteliftir. Hakkıyla

düşünülsün.

Ben derim ki: Sayıhanî de bunu fincanın hararetini gidermek için kullanılan gümüş kapla zevk için

gümüşle süslenmiş bir kap arasında büyük fark olduğu sözüyle reddetmiştir. Burada tepsiden


murad finca-nın zarfıdır. Benim yanımdaki lügat kitaplarında «tepsi» kelimesinin ma-nâsını

bulamadım.

Sonra T. şöyle demektedir: «Şuna bakılsın ki, kap eğer ağzın üze-rine konulmuyorsa, yani ancak

elle kullanılıyorsa, çemberletilmiş divit gibi, onda da kullanırken elin gümüş üzerine gelmesinden

kaçınılmalı-dır Bu araştırılsın. Fukahanın kılıç hakkında zikrettiklerinin muktezası, elin altın ve

gümüşten korunması şarttır. Okka ve benzeri şeylerde elini gümüş yer üzerine koymamalıdır.»

Ben derim ki: İşte bu da sigara ağızlığı hakkında takdim edilen hükmün benzeridir.

«Gümüş ve altınla çemberlenmiş bir kap ilh...» Bunda hüküm, gü-müşle süslenmiş bir kabın hükmü

gibidir.

«Çerçevelenmiş bir ayna ilh...» Kifaye´de şöyle denilmektedir: «Burada çerçeveden murad, aynanın

etrafında olan kısımdır, yoksa kadının eliyle tuttuğu sapı değildir. Zira o, gümüş veya altın olursa,

fukahanın ittifakıyla o tahrimen mekruhtur.»

«Elini koymasa ilh...» Bu söz, üzengiye şamil gelmez. Evlâ olan mu-sannifin burada «ayağını da»

kelimesini ilâve etmesiydi.

«Kumaşın süslenmesi ilh...» İleride gelecektir ki, altınla dokunan ku-maş eğer dört parmak miktarı

ise helâldir.

«İkinci imamdan ilh...» Bu ifadenin zahiri şudur ki, İmam Yûsuf´tan diğer bir rivayet daha vardır. O

rivayet Bezzâziye´de tasrihen zikredil-miştir. Kerahetin Muhammed´in kavli olduğu da zikredilmiştir.

Bu da bir-çok yerlerde gördüğümün aksinedir. Minâh´ın ibaresi de Hidâye ve di-ğer kitapların

ibaresi gibiydi. Ebû Yûsuf, «Bu mekruhtur» diyor. Muham-med´in hem Ebû Hânife´nin görüşüne,

hem de Ebû Yûsuf´un görüşüne uygun olan kavilleri olduğu rivayet edilir.

«Hepsinin mekruh ilh...» «Yani, geçen bütün meselelerde gümüş ve altınla süslenmiş veya

çemberlenmiş şeylerin kullanılması mekruhtur. Çünkü haberler mutlaktır. Zira" bir adam bir kabı

kullandığı zaman o ka-bın bütün parçalarını kullanmaktadır. Ebû Hânife´nin delili ise, Enes Bin

Malik´ten rivayet edilen şu hadistir: Rasulullah (s.a.v.)´in su kabı çatladı: Rasulullah da çatlayan

yerden ayrılmaması için gümüş bir zencir taktı. Bu hadisi Buhârî rivayet etmiştir. Ahmed´e Asım

el-Ahvel´den rivayet edilen şu hadis delildir: «Ben Enes´in yanında Rasulullah´ın kadehini gör-düm

ki onda bir gümüş çember vardı.» Bu bahsin tamamı Tebyin´dedir.

«İhtilaf gümüşle süslenmiş ilh...» Musannifin burada gümüşle süs-lenmişten muradı üzerinde bir

parça gümüş olan eşyadır. O zaman gü-müşle çemberlenmiş nesneyi de şamil gelir. En açık olanı,

Ayni ve di-ğerinin ibaresidir. Ayni´nin ibaresi şöyledir: «İmamlar arasındaki bu ih-tilaf, halis gümüş

veya altın o!ma meselesindedir. Ama yaldızlamaya ge-lince, bunun kullanılmasında icma ile beis

yoktur. Zira yaldızlamada kullanılan altın veya gümüş istihlak edilmiştir. Onun renginin altın veya

gümüş kalmasına da itibar edilemez.»

«Mecusiden aldım dese haram olur ilh...» Bunun zahiri şudur ki, haramlık yalnız meçusîden aldım

demesi ile sabit olur. Herne kadar mecusînin kestiğini söylemese de.

Camlü´s-Sâğîr´in ibaresi de şöyledir: «Eğer bunun gayri olursa, o za-man ondan yemek uygun

olmaz.»

Hidâye´de de denilir ki: «Bunun manâsı şudur: Adam, etin bir müslüman veya kitabî tarafından

kesilmediğini söylese, o zaman o yenil-mez.»

Tatarhâniye´de: «Camiü´l-Cevami´de: Kurban bahsinden hemen ön­ce, Ebû Yûsuf için delil olarak

şu vardır: Adam et almış olsa, sonra eti aldığı adamın mecusî olduğunu bilse, eti geri vermek

istese, eti satan adam mecusî olduğunu kabul etse, ama eti bir müslüman kestiğini söylese, o eti

yemek mekruhtur.»

Bu, şunu ifade ediyor ki, yalnız eti satanın mecusî olması haram olmayı isbat eder. Satanın bilahare

helâlliği isbat etmesi halinde de eti yeme mekruhtur. O halde haber vermemesi halinde mutlaka

haramdır.

«Bir kimsenin haberi ile de o reddolunmaz ilh...» Hâniye´de: Müs­lüman bir et alsa ve kabzetse,

güvenilir müslüman ona o eti bir mecusinin kestiğini haber verse, o eti yemesi veya başkasına

yedirmesi layık değildir. Çünkü adam ona onun aynının haram olduğunu haber vermiş-tir. Haram da

Allah´ın hakkıdır. Bir kişinin haberi ile sabit olur. Ama mül-künün batal olması, aynın haram olması

zaruretinden değildir. O zaman onun mülkiyeti, haramlıkla birlikte sabit olur. O zaman o eti bayiine

reddetmek de mümkün değildir. Olmadığı gibi etin parasını vermemesi de mümkün değildir. Çünkü


satışı ibtal etmemiştir.» Özetle.

«Asıl ilh...» Yani, haramlık ve helâlliğin sabit olmasının aslı Musan-nifin bu kavli, Nihâye ve diğer

kitaplarda zikredilen soru ve cevabına işaret etmektedir. Sorunun hasılı şudur: Bu mesele,

musannifin gelecek diyanet işlerinde adalet şarttır sözüne aykırıdır. Çünkü helâllik ve ha-ramlık,

meselâ şu helâldir, şu haramdır diye haber vermek diyanetle il-gilidir. Diyanetle ilgili şeylerde de

adalet şarttır. Adaletten muradda, razı olunan bir müslümandır. Burada «Ben onu kitabîden

aldım...» sözünün manâsı, yani bu helâldir veya haramdır demektir. Bunda da kâfirin ha-beri mecusî

dahi olmuş olsa makbuldür.

Bu sorunun cevabı: Adamın «Ben satın aldım» sözü muamelâttan-dır. Onda helâllik veya

haramlığın sabit olması da zımnîdir. Onun satın aldığı şeklindeki sözü kabul edildiği zaman, onun

zımninde olan da sabit olmaktadır. Ama gelecek mesele bunun aksinedir. Birçok şey vardır ki,

kasten sabit olmasa bile, zımnen sabit olur. Menkul olan birşeyin vakfı ve tarlanın suyunun satışı

gibi. Bununla Kenz´e olan cevap da izah edil-miş olmaktadır.

«Bunun üzerine ilh...» Yani bu asıl üzerine. Bu cevaba Ayni ve Dürer sahibi sebkat etmişlerdir.

Musannif da Aynî ile Dürer sahibine uy-muştur. Kenz sahibinin Kâfi ismindeki kitabındaki takriri de

buna de­lâlet eder.

«Mutlak haram ve helâlde ilh...» Kasdi olan şu helâldir veya şu ha-ramdır sözlerine şamil gelmez.

«Efendinin başkasına veya kendisine hediye ettiğini haber versin, hiç farketmez ilh...» Burada evlâ

olan efendi değil, mevlâ diye tabir edil-mesiydi.

Minâh´ta söyle denilmiştir: «Bir köle cariye veya çocuk birisine gi-derek. «Şunu sana efendim veya

babam hediye etti» dese, o adam on-ların sözünü kabul eder ve alır.»

Camiü´s-Sâğîr´de: «Cariye bir erkeğe, «Efendim beni sana hediye olarak gönderdi» dese, o adam o

cariyeyi alabilir. Çünkü, cariyenin efendisinin başka birşeyi hediye ettiğini haber vermesi ile bizzat

kendi-sini hediye ettiğini haber vermesi arasında bir fark yoktur. Hediye hu-susunda bunların

sözlerinin kabul edilmesi, hediyelerin adeten çocuk veya cariyelerle gönderilmesindendir.»

«Binaya giriş izni olsun ilh...» Minâh´ta şöyle denilmiştir: «Eve gir-me iznine gelince, eğer küçük

oğluna, kölesine giriş izni verirse, kıyasa göre kabul edilir. Ancak, halk arasında cereyan eden

adete göre bun-ların eve girmelerine mani olunmaz. İşte bundan dolayı da bunların eve girmeleri

caizdir.»

«Siraç şöyle kayıtlamıştır ilh...» Sonra da Siraç sahibi Minâh´ta olduğu- gibi, «Eğer görüşüne göre

onların doğru söylediği galib değilse, onlardan o haberi kabul etmek uygun değildir. Çünkü adam

için iş şüp-helidir.» demiştir.

İtkanî: «Çünkü asıl odur ki çocuk veya köle mahcurdurlar. Onların izni sonradan arız olmuştur. O

zaman iznin isbatı şek ile caiz değildir. Biz ancak güvenilir olduğu takdirde kölenin selâmını kabul

ederiz. Çün-kü bu muamelât haberlerindendir. Muamelât haberleri de diyanet ha-berinden zayıftır.

Din haberinde sözü kabul ettiği zaman muamelâtla il-gili haberleri evleviyetle kabul edilir.»

«Üzüm ve helva gibi şeyler ilh...» Yani adeten çocukların sevip ye-dikleri şey. Haniye.

Zahir onun yalanıdır ilh...» Çocuk annesinin paralarına muttali ola-rak onları şahsî ihtiyaçları için

alsa. Minâh. Mebsut´tan.

Bu husus bütün çocuklarda zahir olmaz. Çünkü zenginlerin adeti, çocuklarına çok bol vermektir.

Hatta onlara nefislerinin arzu ettiği şeyi almaları için para verirler. Fakirlerin çoğu da böyledir. T.

Ben derim ki: Burada hükmün medarı zannın galebesi üzerinedir. O zaman böyle bir şeyle mübtelâ

olan kimse karinelere bakmalıdır.

«Çünkü bu çok vaki olmaktadır ilh...» O zaman muamelâtta adale-tin şart olması çok çetinliklere

vesile olar. Çünkü insan, iş yaptırması, herhangi bir yerdeki vekillere göndermesi için adaletin

şartlarını cami bir adamı çok az bulur.

Usulü fıkıh kitaplarında beyan edildiği gibi muamelât, üç türlüdür. Birincisi, vekâlet, mudarebe ve

ticaretle izin vermede olduğu gibi ken-disinde bir ilzam olmayan muameledir. İkincisi, husumetlerin

cari oldu-ğu haklar gibi kendisinde sırf ilzam olan muameleler. Üçüncüsü, vekilin azli, mezun

kölenin hacri gibi bir yönden ilzam olan, bir yönden ilzam olmayan muamelelerdir. Çünkü onda

vekilin üzerine uhdeyi ilzam edi-yorsun. Hacrden sonra onun yaptığı akitler de fasittir. Bunda ilzam

da yoktur. Çünkü müvekkil veya efendi kendi .halis hakkında tasarruf et-mektedir. O zaman onun

tasarrufu izin gibi olmuş olur. O zaman birin-cisinde yalnız mümeyyizliğe itibar edilir. İkincisinde


adamda şehâdetin şartları aranır. Üçüncüsünde ise, imama göre ya sayıları veya adaletleri aranır.

Ama imameyn buna muhalefet etmişlerdir. O zaman taayyün eder ki burada muameleden murat

birinci nevidir. Nitekim Azmiye de buna dikkat çekmiştir.

METİN

Diyanette haber veren adamın adil olması şarttır. Diyanet, insanla Allah arasında müşterek olan

işlerdir. Mesela, suyun necasetinden ha-zer edildiğinde, o zaman o su ile abdest alınmaz,

teyemmüm edilir. Eğer adil bir müslüman haber vermişse. Adil, haram olduğuna inandığı fiili

yapmayandır. Velev ki bu müslüman köle veya cariye olsun. O zaman bir fâsık veya mezkûr (adalet

veya fışkı bilinmeyen) bir kimse bir suyun necaseti ile haber verse, o zaman, araştırır ve kendi galib

zannına göre amel eder. Eğer galip reyine göre su necis ise onu dökerek teyemmüm eder. Eğer

galip reyi adamın yalan söylediği üzerine ise, o zaman da hem o su ile abdest alır, hem teyemmüm

eder. Hem abdest alıp hem teyem-müm etmesi ihtiyata daha uygundur.

Cevhere´de: «Abdestten sonra teyemmüm edilmesi ihtiyata daha uygundur.»

Ben derim ki: Bu haberin kâfir tarafından verilmesine gelince, eğer kâfirin doğru söylemesi yalan

söylemesinden adamda daha galib olur­sa, o zaman o suyu dökmesi daha güzeldir. Kuhistanî,

Hülâsa ve Haniye.

Ben derim ki: Şu kadarı var ki, o suyu dökmezden evvel teyemmüm etmiş olsa, teyemmümü caiz

değildir. Ama fasıkın haberi bunun aksine-dir. Çünkü fasıkın haberi burada ilzam etmeye salihtir.

Ama kâfir bunun aksinedir.

Bir adil suyun temiz, bir diğer adil de necis olduğu haberini verse, o zaman o suyun temizliğine

hükmedilir. Ama kesilen hayvan bunun hilâfınadır.

Kapların temiz veya pisliği, etin kesilmiş veya ölmüş olması hususun-da muteber olan, zannın galib

olmasıdır. Eğer galib zannı kabın temiz-liği yolunda ise o zaman yine araştırır. Bunun aksine, eğer

galib zannı kabın pisliği veya pislik ve temizliğinin eşitliği yolunda olursa, o zaman araştırmaz.

Ancak, susuzluk müstesna. Elbise, gelince, mutlaka araştı-rılır.

Bir adam velimeye çağrılsa, orada eğlence ve müzik olsa, oturur ve yer. Eğer münkirat (eğlence ve

müzik) binada ise. Eğer aynı sofrada ise, oturması lâyık değildir, yüz çevirerek çıkar. Zira Cenab-ı

Allah, «Şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık zulmedenlerle beraber otur-ma.» (En´am:

68) buyurmuştur. Eğer eğlence ve müziği men etmeye gü-cü yetiyorsa, men eder. Yok eğer gücü

yetmiyorsa, sabreder. Eğer ta-nınmış, örnek alınacak bir kimse değilse. Eğer. tanınmış, örnek

alınacak bir kimse ise ve men etmeye de gücü yetmiyorsa, oturmadan çıkar. Çün-kü onun oturması

dine hakaret anlamına gelir. İmamdan onun böyle bir sofrada oturduğu yolunda bir hikâye

anlatılmaktadır. Fakat bu olay, onun tanınıp kendisine uyulacak, örnek alınacak bir kimse

olmasından önce geçmiştir.

Davet edilen adam önceden o yemekte eğlence ve müziğin olduğunu bilirse, orada asla bulunmaz.

İster o örnek kimselerden olsun, ister ol-masın. Çünkü davetin hakkını yerine getirmek ancak davet

.yerine git-tikten sonra lazım olur. İbni Kemâl.

İZAH

«Diyanette ilh...» Yani sırf diyanetten olan şeyler. Dürer. Böyle de-nilmesi, mülkün ortadan

kalkmasını zımnında tutarsa, kaydından kaçın-mak içindir. Mesela bir adil, bir karı koçanın aslında

süt kardeşi oldu-ğunu haber verse, haramlım sabit olmaz. Çünkü faidelenme mülkiyeti-nin zevalini

tazammun eder. O zaman bu haberde hem adaletin hem de sayının birlikte bulunması şarttır. İtkanî.

Ama, birisi diğerine aldığı etin mecusî tarafından kesildiğini haber vermesi, bunun aksinedir.

Çünkü haramın sabit olması, mülkiyetin ze-valini tazammun etmez. Nitekim biz bunu takdim ettik. O

zaman, o şe-yin haramlığı sabit olur. Çünkü haramla mülkiyetin bir arada cemi cajzdir.

«Adil bir müslüman haber vermişse ilh...» Zira fasık töhmetlidir. Kâ-fir ise, hükmü kendisi kabul

etmemektedir. O nedenle onun haberi bir müslümanı ilzam için sabit sayılmaz. Hidâye.

«Velev kî bu müslüman köle veya cariye olsun ilh...» Bu kavil, müs­lüman kelimesini

umumileştirmektedir.

Hülâsa´da : «Zina iftirasından dolayı ister had uygulansın, ister uy-gulanmasın.»

«Fasık haber verse araştırır ilh...» Ama bu haberi âdil bir kimse . vermiş olsaydı o zaman yalan

ihtimali düşerdi. Suyu ihtiyat için dök-menin bir anlamı da kalmaz. Hidâye´de olduğu gibi.

«Mestur bir kimse ilh...» Bu zahiri rivayettir. Esah olan do budur. İmamdan mesturun adil gibi


olduğu da rivayet edilmiştir. Nihâye.

<(Galib zannına göre amel eder ilh...» Eğer zannında onun doğru söylediği galib ise, teyemmüm

eder, suyla abdest almaz. Eğer zannın-da onun yalan söylediği galib ise, o su ile abdest alarak

onun sözüne iltifat etmez. Bu da hükmün cevabıdır. Ama ihtiyata gelince, efdal olan o su ile abdest

aldıktan sonra yine teyemmüm etmesidir. Tatarhâniye.

«İhtiyata daha uygundur ilh...» Çünkü araştırma yalnız zannı ifade eder. O da hatayı ihtimal eder.

Tatarhâniye.

«Cevhere´de ilh...» Cevhere´nin kelâmı zannı üzere yalanın galib olması bahsindedir. O zaman,

metinde olandan fazla birşey ifade et-mez. Sen anla.

«Kâfir tarafından verilmesine gelince ilh...» Çocuk ile kıt akıllı da Tatarhâniye´de de olduğu gibi,

kâfir gibidir.

«Dökmesi daha güzeldir ilh...» O zaman bu vecihte kâfir de fasık ve adaleti gizli olan gibidir.

Hâniye´de şöyle denilmiştir: «Kâfirin temiz dediği su ile abdest alsa ve namaz kılsa. namazı caizdir.»

«Ben derim ki: Şu kadarı var ki ilh...» Musannif bu kavli ibareler arasını bulmak için kullanmıştır.

Zira musannifin biraz evvel takdim et-tiği ifade, kâfir ile fâsıkın arasında fark olmamasını gerektirir.

Nitekim bizde öyle dedik.

Şu kadarı var ki Tatarhâniye´de şöyle birşey vaki olmuştur: «Adama, bir zımmî veya çocuk suyun

necis olduğu haberini verseler, onun zannı galibi de onların doğru söyledikleri üzerine olsa, o

adama teyemmüm etmek farz değildir. Belki müstahabtır. Eğer teyemmüm etse, evvela su-yu

dökünceye kadar o teyemmüm ona kâfi değildir. Ama bunun aksine bir mestur suyun necasetini

haber vermiş olsa, o adam suyu dökmezden evvel de teyemmüm edebilir ve o teyemmüm ona kâfi

gelir.»

Ben, sarihin Tatarhâniye´nin hamisinde kendi yazısı ile musannifin «Belki müstahabtır» sözü

üzerine şunu gördüm: «Zahir olan, o adam ab-dest aldıktan sonra teyemmüm eder. Maba´dinin

delâleti ile, su bitinceye kadar böyle devam eder. Sen düşün. O zaman bu cihette fâsık ile mes-tur

eşit olur. Herne kadar musannifin zikrettiği cihetten muhalif de ol-sa. Zira Haniye ve Hülâsa´nın

ibaresi tafsilat vermeksizin suyu dökme-nin mendub olmasını ifade eder. Ancak eğer buna

hamledilirse, o zaman araştırılsın.» Sarihin yazısı ile gördüğüm burada sona erdi.

Sen de görüyorsun ki, sarih mütereddid olduğu bir şey konusunda şerhinde kat´î olarak hüküm

vermektedir. Sonra ben Zahîre´de, zımmî ile fâsıkın arasında iki cihetten fark olduğunu sarahaten

gördüm. Bun-lardan bir tanesi yukarıda zikrettiğimizdir; ikincisi ise, fâsıkta araştırmak vacib olduğu

halde zımmîde ise müstahabtır.

Fâsıkın haberi bunun aksinedir ilh...» Yani fâsıkın suyun necase-tini haber vermesinde adamın

zannı galibi doğru söylemesinde ise teyemmüm eder ve o suyla abdest almaz

«İlzam etmeye sâlihtir ilh...» Hâniye´de: «Zira fâsık müslüman üzerinden- şahitlik yapmakta şehâdet

ehlidir. Kâfire gelince, o şehâdet ehli de-ğildir.»

Yani fâsıkın müslüman üzerine şehâdetini Kadı kabul ettiği takdir-de Kadı´nın hükmü geçerli olur,

bu hükmü vermekle Kadı günahkâr bi-le olsa.

«Bir âdil suyun temiz ilh...» Ben diyorum ki, «Hidâye sahibinin Kifâyetü´n-Müntehî isimli eserinden

Hidâye sarihleri şunu nakletmişlerdir: «Birisi bir yemek yiyen topluluğun yanına varsa,

topluluktakiler onu da-vet etseler, bir adil onların yedikleri etin bir mecusî tarafından kesildi-ğini ve

içtikleri meşrubat içine de şarap kattıklarını haber yerse, onlarda inkâr ederek helâl olduğunu

söyleseler, adam onların haline bakar.Eğer onlar adil iseler onların sözünü tutar. Eğer onlar

töhmetli kimseler iseler oradan ne yer, ne de içer. Eğer onların içinde iki tane doğru söy-leyen

varsa, onların sözünü tutar. Eğer bir tane adil varsa, o zaman ken-di reyinin galibiyle amel eder.

Eğer reyi yoksa, o zaman yemesinde, iç-mesinde, abdest almasında bir beis yoktur. Eğer adama iki

halden bi-risi olduğunu doğru söyleyen iki köle haber vermişse onların sözünü tu-tar. Çünkü dini

haberlerde hür ile köle eşittirler. Ancak iki olan tercih edilir. Güvenilir bir köle necis olduğunu

haber verse, bir hür de temiz olduğunu söylese, o zaman iki söz birbiriyle çeliştiği için araştırır.

Eğer iki işten birisine güvenilir iki hür haber verse, iki güvenilir köle de onla-rın tersi bir haber

verseler, o zaman hürlerin sözünü tutar. Çünkü di­yanet ve hükümde hürlerin sözü hüccettir. Tercih

edilir. Eğer adama iki şeyden birisine üç tane güvenilir köle haber verse, tersini de iki gü-venilir

köle haber verse, o zaman üç kölenin kavli ile amel eder. İkisin-den bir şeyin bir erkek iki kadın

haber verse, tersini de iki erkek haber verse, o zaman birincisini tutar. Velhasıl bu meselelerin


cinsinde din iş-lerinde hür ile kölenin sözü adalette ikisi de eşit oldukları takdirde ha-berleri eşittir.

O zaman evvela, hangisinin adedi fazla ise o tercih edi­lir. Sonra hangisi hükümlerde hüccet ise o

tercih edilir, sonra da araştır-makla tercih edilir.»

Bunun misli Zahire ve diğer kitaplardadır. Görülüyor ki fukaha iki haber arasında eşitlik ile muaraza

tahakkuk ettikten sonra araştırmaya itibar etmişlerdir. Burada kesilen et ile su arasında hiçbir fark

yoktur. Düşün.

«Muteber olan zannın galib olmasıdır ilh...» Ben diyorum ki, Zahire-i Burhaniye´de zikredilenin

hasılı şudur. Kaplarda eğer temizlik galib ise, içmek ve abdest almak için zaruri ve ihtiyari hallerde

araştırılır. Yoksa, eğer necaset galib ise veya eşit ise, o zaman ihtiyari halde asla araş-tırılmaz.

Zaruri halde de abdest için değil, içme için araştırır. Kesilmiş veya ölmüş hayvan hususlarında ise,

zaruri halde mutlaka araştırır. İh-tiyari halde de eğer etin ölmüş olması galib ise, veya ölmüş veya

kesil-miş hali eşit ise, o zaman araştırmaz. Yine elbiselerde de zaruri hallerde mutlaka araştırır,

ihtiyari hallerde eğer temiz olması-galib ise araştırır. Yok eğer temiz tarafı galib değilse veya eşitse,

araştırmaz.

Bunun da hasılı şudur: Eğer temizliği galib ise, her iki halde de herşeyde galibe itibarla araştırır.

Yoksa, ihtiyari halde hepsinde araştır-maz. Zaruri halde ise hepsinde araştırır. Ancak abdest

kafalarında değil. Çünkü abdestin halefi vardır ki bu da teyemmümdür. Ama setri avret, yemek,

içmek abdestin aksinedirler. Çünkü onların halefi yoktur. Bunun misli, kitabın sonunda çeşitli

meseleler bahsinde de gelecektir. Bu izah-la, musannifin kelâmında bilmece derecesine ulaşacak

kadar veciz oldu-ğu da zahir olmaktadır. Eğer musannif, «eğer ağleb zannı kabın temiz-liği yolunda

ise mutlaka araştırır. Yoksa araştırmaz. Ancak abdestin dı-şında zaruri hallerde araştırır.» deseydi,

daha kısa ve açık olurdu. Düşün. Evet öyle ama, musannifin buradaki kelâmı, Nuru´l-lzâh´a uyarak

kita-bı salattan hemen önce, takdim ettiğine de muvaffıktır.

«Bir velimeye çağrılsa ilh...» Velime düğün yemeğidir. Bazı alimler tarafından da her yemeğe velime

denilebileceği söylenmiştir. Timurtasî´ den naklen Hindiye´de velime yemeğine icabet etme

hususunda ulemâ ihtilâf etmişlerdir. Ulemâdan bazısı, bu davet vacibtir, terkedilmez de-mişlerdir.

Umumu ise sünnet olduğunu söylemişlerdir. Efdal olan, eğer velime ise icabet etmektir. Eğer

düğün yemeği değilse, adam muhayyer-dir. Ancak icabet efdaldir. Çünkü icabet etmekte müminin

kalbini sevin-dirmektedir. İcabet ettiği takdirde üzerine ne düşerse yapar. Efdali odur ki, eğer oruç

değilse, yemeği yemelidir.

Bidaye´de: «Davete icabet etmek sünnettir. İster velime olsun ister gayrı. Ama kendisini tanıtmak ve

cömertliğini göstermek niyetiyle yapı-lan davetlere icabet etmek ise uygun değildir. Bilhassa ilim

adamları için. Zira denilmiştir ki, bir adam bir diğerinin çanağına elini koyduğu zaman ona karşı

zelil olur.» T. Özetle.

İhtiyâr´da: «Düğün yemeği kadim bir sünnettir. İcabet etmeyen gü-nahkâr olur. Zira Peygamber

aleyhisselam, «Her kim davete icabet et-mezse, Allah ve Rasulüne isyan etmiş olur.» buyurmuştur.

Eğer oruç ise, davete icabet eder, fakat yemek yemez, dua eder. Eğer oruç değilse yemeği yer ve

dua eder. Ne icabet etse, ne de yese, günah işlemiş olur, davet edene cefa etmiş olur. Çünkü onu

çağıran adamla istihza etmiş-tir. Peygamber aleyhisselam, «Ben eğer bir deve baldırına davet

edilmiş olsam, ona yine icabet ederim.» buyurmuştur.»

Bunun muktezası şudur: Velime müekked sünnettir. Ama diğer ye-mek ve davetler bunun

aksinedir. Hidâye şerhleri velimenin vacibe ya-kın olduğunu tasrih etmişlerdir. Tatarhâniye´de

Yenâbî´den naklen: «Eğer adam bir davete çağrılmış olsa, eğer o davet yerinde günah ve bid´at

yoksa, icabet etmek vacibtir. Ama zamanımızda en eşlem yol kaçın-maktır. Ancak yakinen bid´at ye

günahın olmadığını yakinen bilirse, o zaman kaçınmaz.»

Zahir şudur ki bu kavil, velime dışındaki yemekler için anlaşılma-lıdır.

«Oturması layık değildir Un...» Yani onun orada oturmaması vacib-tir. İhtiyar´da: «Çünkü eğlence

haramdır. Davete icabet etmek sünnet-tir. Haramdan kaçınmak daha evlâdır.»

Yine sofrada bulunanlar gıybet ediyorlarsa, layık olan oturmamak-tır. Zira gıybet, oyun ve müzikten

günah bakımından daha şiddetlidir. Tatarhâniye.

«Eğer aynı sofrada ise ilh...» Vacib olan sarihin bunu musannifin gelecek, «eğer önceden bilirse»

sözünden evvel zikretmesiydi. Nitekim Hidâye sahibi böyle zikretmiştir. Zira musannifin «gücü

yetiyorsa» sözü, münkiratın sofrada değil evde olması bahsindedir. O zaman musannifin buradaki

sözünde aşikâr bir iham vardır.


«Men eder ilh...» Münkiri ortadan kaldırmak için men etmeye gücü yetiyorsa, men etmeye vacibtir.

«Sabreder ilh...» Yani kalbi ile inkâr etmekle birlikte sabreder. Zira Rasulullah (s.a.v.), «Biriniz bir

münker gördüğünde eli ile onu ortadan kaldırsın, eğer eli ile kaldırmaya gücü yetmiyorsa, dili ile

ortadan kaldırsın, eğer dili ile de ortadan kaldıramıyorsa, kalbi ile buğzetsin. Bu da imanın en zayıf

derecesidir.» buyurmuştur. Yani, imanın en zayıf halidir. Yani münkeri nehyedecek kimse, onu

ortadan kaldırmak için hiçbir yardımcı bulamayacağı bir halde iken ancak böyle yapar. «T.

Davete icabet, sünnettir. O zamda sünnet, bid´atla beraber olsa da terkedilmez. Mesela ikâmesi

vacib olan cenaze namazı gibi. Her ne kadar ağlayan kadın hazır olsa bile, yine de namaz terk

edilmez. Musan-nif davete icabet sünnetini vacibe kıyas etmiştir. Çünkü vacibe yakın bir sünnettir.

Zira onun terki hakkında va´îd varid olmuştur. Kifâye

İmamdan hikâye ilh...» Yani, «Ben bir defa mübtela oldum. Yani böyle bir yemeğe davet edildim,

gittim ve sabrettim.» demiştir. İmamın söz ettiği bu olay imamın örnek alınacak bir kimse olmadığı

vakitte ol-muştu. Hidâye.

«Önceden bilirse ilh...» 3u kavil ifade ediyor ki, geçen bahis, eğer yemeğin başına oturmadan önce

bid´ati bilmemesi hususundadır.

«Orada asla bulunmaz ilh...» Ancak, eğlence ehlinin, kendisinin git-mesiyle, saygıdan dolayı

eğlenceyi terkedeceklerini bilirse, o zaman git-mek üzerine vacib olur. İtken:.

«İbni Kemal iih...» Ben bunu İbni Kemal´de görmedim. Evet, bunu Hidâye zikretmiştir.

T. diyor ki: «Bunda görüş vardır. En açığı, Tebyin´de olan ifade-dir. Zira tebyin sahibi eğer davet

yerinde münkirat varsa icabet etme:< lazım değildir demiştir.»

Ben derim ki: Şu kadarı var ki bu, davetin başına hazır olmakla son-rakinin arasındaki farkı ifade

etmemektedir. Tebyin´de, bu ifadeden son-ra İbni Mace´nin rivayet ettiği şu hadis nakledilmiştir:

«Hz. Ali buyurur-lar ki: Ben bir yemek yaptım ve Rasulullah´ı davet ettim. Rasulullah gel-diler, evde

suretler gördüler, o zaman döndüler.»

Ben derim ki: Hadis şunu İfade etmektedir: Hazır olduktan sonra do bid´ati görürse yine rücu

edebilir. Ve şunu ifade ediyor ki, davet edilen yerde münkirat varsa, asla icabet lazım değildir.

METİN

Sirâc´da: «Bu mesele delâlet ediyor ki, bütün eğlence ve oyunlar haramdır. O münkiri ortadan

kaldırmak için de o oyunu yapanlardan izin almadan içeriye girer ve ortadan kaldırır.»

İbni Mes´ud diyor ki: Gına kalbte nifakı bitirir, naşı! su otu bitirirse.»

Ben derim ki: Bezzâziye´de: «Bütün çalgıların sesini dinlemek, kamışa vurularak çıkan ses ve diğer

seslerin hepsini dinlemek haramdır. Zira Rasulullah (s.a.v.), «Çalgıları dinlemek günahtır. Başında

oturmak fısktır. Ondan zevk almak ise küfürdür.» Yani küfranı nimettir. Zira uzuv-ları yaratıldığı

şeylerin dışında kullanmak küfranı nimettir. Vacib olan, böyle şeyleri dinlememek için çalgılardan

kaçınmaktır. Zira Peygamber (s.a.v.}´in çalgı seslerini duyduğu zaman parmakları ile kulaklarını

tıkadığı rivayet edilmiştir. Ama Arap şiirlerine gelince, onda fısk varsa onu okumak ve dinlemek de

mekruhtur. Hadisteki küfür kelimesi günahının büyük oluşunu ifade etmektedir. Nitekim -İhtiyâr´da

böyledir. Veya ünü helâl bilerek ve zevk alarak dinlediğinde kâfir olacağını ifade etmekte-dir.

Nihâyed´e olduğu gibi.»

BİR FAYDA: Nevbet çalmak da geçen müzik aletleri gibidir. Eğer uyandırmak için çalarsa, bir beis

yoktur. Nasıl ki mesela üç vakitte su-run üç nefhasını hatırlatmak için çalsa, çünkü aralarında

münasebet vardır. Mesela ikindiden sonra kıyamet nefhası için çalmak, yatsıdan sonra ölüm

nemasına, geçe yarıdan sonra da ölümden sonra dirilme nefhasına işaret için çalsa... Bu bahsin

tamamı benim Mültekâ üzerin-deki talikatımdadır.

İZAH

«Mesele delâlet ediyor ki ilh...» Zira İmam Muhammed, çalgıların isimlerini mutlak zikretmiştir. O

zaman oynamak, eğlence nas ile haram-dır. Zira Peygamber (s.a.v.), «Müminin eğlencesi bâtıldır.

Ancak üç şeyde değil: Atını terbiye etmek için -bir rivayette atı ile oynamak kendi yayı ile ok atmak,

bir de hanımı ile oynaması.]) duyurulmuştur. Kifâye.

İmamın «mübtelâ oldum» sözü, oyun ve eğlencenin haram olduğu-na delâlet eder. İtkanî. İbni

Kemal için bu hususta bir kelâm vardır. Ve onun kelâmında da bir kelâm vardır. Müracaat et.

«İzin almadan içeriye girer ilh...» Çünkü onlar münkeri işlemekle hürmetlerini düşürmüşlerdir. O


zaman onların o hürmetlerini atmak ca-izdir. Nasıl ki şahitler zaninin avretine bakabilirler. Zira zani

kendi nef-sine yapılacak saygıyı yırtıp atmıştır. Bu bahsin tamamı Minâh´tadır.

«İbni Mes´ud ilh...» Sünen´lerde merfuen Rasulullah´tan (s.a.v.) şu lafızla rivayet edilmiştir: «Gına

kalbte nifakı bitirir.» Gayetü´l-Beyân´da olduğu gibi. Bazı alimler tarafından da, kafiyeler dizmek ve

fasih konuş-mak için teganni ederse zarar yoktur, denilmiştir. Bazı alimler de eğer yalnız kaldığı

zaman vahşeti kendinden gidermek için teganni ederse beis yoktur demişlerdir. Serahsî bu kavli

tutmuştur. Şeyhülislâm da Hane-fî ulemasına göre bunların hepsinin mekruh olduğunu zikretmiş,

«İnsan-lar arasında bir bilgisi olmadığı halde Allah yolundan saptırmak için ger-çeği boş sözlerle

değişenler...» (Lokman: 6) ayetini de deli! getirmiştir. Bu ayetin tefsirinde «boş sözler»den

maksadın gına olduğu gelmiştir. Bazı sahabilerin söyledikleri rivayet edilen şiirler de hikmet ve

mev´ize dolu şiirler olarak yorumlanır. Zira «gına» kelimesi nasıl bilinen isim olarak verilirse,

bilinmeyene de ıtlak olunur. Nitekim şu hadiste olduğu gibi: «Her kim Kur´an ile teganni etmezse,

bizden değildir.» Bu bahsin tamamı Nihâye ve diğer kitaplardadır.

Kuhistanî gınayı, sesi ferdid etmek, melodi ile ve ritmik biçimde söy-lemek olarak tarif etmiş ve

sözlerinin devamında, «Bu kayıtlardan biri-si olmazsa, gına tahakkuk etmez» demiştir.

Dürrü Münteka´da: «Bunun bu şekilde tarif etmesi bizim kitabımız-da bilinmemiştir.»

Ben derim ki: Fethu´l-Kadîr´in Şehâdet bahsinde, bizim bundan öğ-rendiğimiz bir kelâmdan sonra

şöyle denilmektedir: «Haram olan te-ganni bir erkeğin sıfatını, hayatta olan belli bir kadının

vasıflarını ve in-sanı şarap içmeye tahrik edecek biçimde şarabın vasıflarını anlatan, melodik

söyleyişler ve müslüman veya zımmiyi hicveden sözlerdir ki, bu hicvetmede de söyleyen adam

bizzat o müslüman veya zımminin hicvini düşünerek söylerse. Yok onu bir şiir söyletmek veya

fesahat ve bela-gatı öğretmek için hicvetmesi haram değildir. Veya olmayan bir kadının vasfını

yapan teganni de haram değildir. Veya kokuları, çiçekleri, suları anlatan bir şiir veya teganninin

men edilmesinin bir delili yoktur. Evet, bunları bir çalgının yanında söylerse, o zaman yine imtina

edilir. Her ne kadar o aletleri va´z ve hikmet şeklinde anlatmış olsa da böyledir. «Özet-le. Bu bahsin

tamamı oradadır.»

Mülteka´da: «Peygamber (s.a.v.)´den Kur´an okurken, cenazede, sa-vaşa giderken ve vazederken

sesi yükseltmenin mekruh olduğu rivayetedilmiştir. O zaman, vecd ve muhabbet dedikleri türkü ve

gazelin okun-masında sesin yükseltilmesine ne denilir Dinde böyle bir şeyin aslı yok-tur.».

Şarih diyor ki: Cevhere de şunu ilave etmiştir: «Zamanımızın muta-savvıflarının yaptıklar: haramdır.

Oraya gitmek ve oturmak caiz değildir.» Peygamber´den (s.a.v.) rivayet edilen onun şiir dinlediğine

dair rivayet-ler gınanın haram olmadığına delâlet etmez. Onun hikmet ve va´zı iştimal eden mubah

bir şiir üzerine hamletmek caizdir. Peygamber (s.a.v.) in vecdettiğini bildiren hadise gelince, o da

sahih değildir. Nasru´l-Bazî türkü dinlerdi bu yüzden şöyle azarlandı: «Gıyabetten daha hayırlıdır.»

derdi, «Heyhat» denildi. Belki dinlemenin zellesi halkı gıybet etmenin zellesinden daha kötüdür.

Serî diyor ki: «Vacidin kendini kaybetmesinde öyte bir hadde ulaşmalıdır ki, yüzüne kılıçla

vurulmuş olsa, yine ondan bir ağrı duymaz. O zaman gerçek vecd zahibidir.»

Ben derim ki: Uyun´dan naklen Tatarhâniye´de: «Eğer dinlenilen ses Kur´ân ve mev´ıza sesi ise,

caizdir. Eğer gına ise. ulemanın ittifakı ile haramdır. Sofilerden her kim bunu helâl ederse, şu

kimselere helâldir der: Artık eğlenceden arınmış, takva ile bezetilmiş, hastanın ilaca ihti-yacı gibi

artık o gınaya muhtaç olana. Böyle bir gınanın altı şartı vardır: Bu gınanın yapıldığı mecliste, tüysüz

oğlan olmaması, cemaatın hepsi erkek olması, sonra burada toplanmalarının niyeti hak rızası

olmalı, okuyanın niyeti yoksa ücret almak veya yemek yeme olmamalı, toplantı yemek veya fetih

için olmamalı ve yerlerinden kalktıkları zaman da an-cak mağlub olarak kakımaları lazımdır ve

ancak doğru olması müstesna vecd de izhar etmemelidir. Velhasıl zamanımızda dinlemeye ruhsat

yok-tur. Zira Cüneyd, kendi zamanında dahi dinlemekten tövbe etmiştir.» Bu hususta sen Feteva-yı

Hayriye´de olan ifadeye bak.

«Nifakı bitirir ilh...» Yani amelî nifakı bitirir.

«Fısktır ilh...» Yani taatten çıkmaktır. Aşikârdır ki eğlencenin ba-şında oturmak onu dinlemektir.

Ayrıca dinlemek de günahtır. O zaman bu iki günah olmaktadır.

«Uzuvları kullanmak ilh...» Sarih bu kavli küfrün küfran-ı nimet üze-rine ıtlak olunmasının sahih

olacağını beyan için zikretmiştir. T.

«Parmakları ile kulaklarını tıkadığı ilh...» Benim Bezzâziye ve Minâh´ta gördüğüm ise, bu ifade, iki

kulağını tıkadı, seklindedir.


«Mekruhtur ilh...» ,Yani onların okunması mekruhtur. O zaman on-ların tegannisi ne olur

Tatarhâniye´de: Eğer şiirlerde fışkın ve bir oğlanın zikri olmazsa, onları okumak mekruh değildir.

Zâhiriye´de: «Şiirdeki kerahetin anlamı şudur: Eğer insanı zikir ve kıraatten alıkorsa mekruhtur. Yok

eğer alıkoymazsa, o zaman beis yoktur.»

Tebyînü´l-Meharim «Şüphesiz bilinmelidir ki, haram olan şiir, kendi-sinde fuhuş veya bir

müslümanın hicvi veya Allah ve peygamberi yalan-lamak veya sahabeyi yalanlamak veya nefsi

tezkiyeyi yalanlamak veya içinde yalan zannedilecek derecede övgü ve neseplere zarar getirecek ve

bir de, bir tüysüz oğlan veya belli hayattaki bir kadının vasıflarını ifa-de eden şiirlerdir. Zira hayatta

olan belli bir kadını belli bir tüysüz oğla-nı, erkekler huzurunda vasfetmek haramdır. Ama ölmüş bir

kadını veya belli olmayan bir kadını vasfetmekte bir beis yoktur. Oğlanda da hüküm böyledir. İnsanı

tahrik edecek bir şarabı da vasfetmek, deyriyat, mey-haneyi methetmek, zımmî bu olsa hicvetmek

haramdır. İbni Hümam ve Zeylaî´de de böyledir. Yanak ve zülüfleri, boyun güzelliğini ve diğer ka-dın

ye oğlan vasıflarını söylemek mubahtır. Bazı alimler de bunda bir görüş vardır demişlerdir.

Maarifte: «Diyanet ehline onları vasfetmek la-yık değildir. Layık olan arzu ve şehveti galib olan

kimsenin yanında ka-dının sayılan yerlerinin inşad edilmesi caiz değildir. Çünkü onun fikrini helâl

olmayan birşeye tahrik eder. Mahzura sebeb olan da mahzurdur.»

Ben derim ki: Biz yukarıda takdim ettik ki, herhangi birşeyde-delil getirmek için şiir söylemekte

zarar yoktur. Beliğ teşbihler, güzel istia-reler için şiir söylemek de istişhad için söylenen şiir gibidir.

«Günahının galiz oluşunu ilh...» Yani bu küfran-ı nimet kelimesinin üzerine atıftır. Buna ancak küfür

demenin manâsı günahın büyük olma-sıdır. H.

«Şurun üç nefhasını ilh...» Bazı alimlerin görüşü budur. Halbuki meş-hur olan, iki nefha vardır.

Birisi, kıyametin başlangıcı için, diğeri de ye-niden dirilme için. T.

«Aralarında münasebet vardır ilh...» Yani nefhalar ile o üç vakitte birşey çalınması arasında

benzerlik vardır.

«İkindiden sonra ilh...» Zira halk, ikindiden sonra iş yerlerinden ev-lerine gelirler. Yatsıdan sonra

uyku vaktidir. Ki bu da küçük ölümdür. Gece yarısından sonra ise kabirleri gibi olan evlerinden iş

yerlerine doğ-ru çıkarlar.

Ben derim ki: Bu ifade ediyor ki, çalgı aletinin kendisi bizzat haram değildir. Belki onunla oyun

oynandığı için haramdır. Bu da ya onu din-leyen veya onu çalan içindir. Zaten izafe de onu

bildirmektedir. Görül-müyor mi ki, o âlete vurmak, vuranın niyetine bağlı olarak bir defasında helâl,

bir defasında da haram olur. Zaten işlere de maksatlarına göre hükmedilir. İşte bunda onların ancak

kendilerinin bilebileceği birçok maksatlarla aletleri kullanma konusunda tasavvuf büyüklerine delil

var-dır. O zaman sufîlere bu işten dolayı itiraz eden kimse onların bereke-tinden mahrum olmamak

için acele etmemelidir. Çünkü onlar seçilmiş-lerin efendileridir. Cenab-ı Allah bizi onların

imdatlarına erdirsin, onların salih dua ve bereketlerini bize nasib etsin.

«Bu bahsin tamamı benim Mültekâ üzerindeki talikatımdadır ilh...» Zira sarih, geceni İmam

Pezdevî´nin Melaib isimli eserine isnad ettik-ten sonra, «Layık olan nevbet çalmak gibi hamam

borusunu çalmanın da caiz olmasıdır. Hasen´den, düğünü ilan için def çalmağa beis olma-dığı

rivayet edilmiştir. Sirâciye´de de, eğer zilleri olmazsa, ve eğlence maksadıyla vurulmazsa

denilmiştir.»

Ben derim ki: Ramazanda sahur için uyuyanları uyandırmak için da-vul çalmak da hamamın

borusunun çalınması gibi mubahtır. Düşünülsün.






GİYİM KUŞAM FASLI

METİN

Bedenle arasında başka giyecek olsa dahi ipekli giymek haramdır. Sıhhatli görüş budur. İmam-ı

Azam´dan gelen rivayete göre ipekli cildle yani insan derisiyle temas ederse giyilmesi haram olur.

El-Kınye´de: «imamın bu görüşü belânın yaygınlaştığı hallerde büyük bir ruhsattır» de-nildi. İmam-ı

Azama göre; harb halinde giyilmesi de haramdır. İmameyne göre harp halinde giyilmesi helâldir.

Haramlık erkekleredir. Kadınlara değildir. Ancak kumaşın damgası gibi birbirine bitişik olan dört

parmak kadarı helaldir. Bazıları «Bu dört parmak açık olacaktır», bazıları ise «ne açık ne kapalı,

normal bir´ şekil-ce olacaktın» demişlerdir. Sağlam mezhep görüşüne göre değişik yer-lerde olan

ipekli işlemeyi bir yerdeymiş gibi kabul etmek yoktur. Sa-rıkta olsun. Nitekim bu durum Kınye adlı

eserde genişçe bahsedilmiştir. Orada bir sakır bahsedilir. Onun kenarı Hz. Ömer´in parmaklarıyla

dört parmak kadar ibrişimdir. Bu da bizim karışımıza muadildir. Buna ruhsat verilmiştir.

Zeylaî´ye göre tellerle örülenler de dört parmak kadar olduğu takdir-de giyilmesi kullanılması

helâldir. Aksi takdirde erkekler için helâl olmu-yor. El-Müctebâ adlı kitapta; «Sarıkta iki veya daha

fazla yerlerde bulu-nan ipekli nakışlar derlenmiş yani bir yerdeymiş gibi kabul edilir»

denil-mektedir. Bazıları da «Hayır, kabul edilmiyor» demişlerdir. Orada şu fet-va da yer almaktadır:

«Ebû Hânife´den geldiğine göre üzerinde gümüş tellerden nakışlar bulunan bir sarığın, bu nakışlar

üç parmak kadarsa, giyilmesinde beis yoktur. Eğer bu nakışlar altından yapılmışsa giyilmesi

mekruhtur. Bazıları «mekruh değildir» demişlerdir.»

Aynı eserde «İpek ile tarafları örülmüş cübbenin giyilmesi de mek-ruhtur» denilmektedir. Müellif der

ki: Bu kerahetle bizim zamanımızdaki insanların giymeyi adet ettikleri Basra mamulü olan

entarilerin kerahe-ti de sabit olmaktadır. Bu eserde kumaşın enliliğinde yapılan nakışların ruhsatlı

olduğu açıklanmaktadır. Derim ki: bunun ifade ettiği şudur: El-bisenin uzunluğundaki az miktar

mekruhtur. Musannif der ki: Molla Husrev ve Sadruş Şeria da bu görüştedirler. Fakat Hidâye ve

başka eser-lerdeki mutlak beyanlar bunu muhaliftir. Es-Sirac´cîa Siyer-i Kebir´den naklen:

«Kumaştaki ipek alametler ve işaretler, ister küçük ister büyük olsun, mutlaka helâldir.» Musannif

der ki: Bu fetva daha önce dört par-mak ile kayıtlanan hükme muhaliftir ve bu fetvada bizim

zamanımızda bununla müptela olanlar için büyük bir ruhsat vardır.

Derim ki: Şeyhimiz «Ben zannediyorum ki, burada alem olarak geçen kelime sancak mızrakların

uçuna bağlanan şeylerdir. Çünkü böyle bir sancak büyük de olsa helâldir» demiştir. Yani büyük bir

parça ipekliden yapılmış olsa da helâldir. Çünkü bu, elbise değildir. İşte bu tevil ile eser-ler

arasındaki değişiklik böylece halledilmiş olur. Dîbac denen saf ipek-ten yapılmış cibinlik

kullanmada erkekler için beis yoktur. Dîbac, arşı ve argacı ipekten olan nesnedir. Vehbâniye Şerhi.

Çünkü bu giyilen nesne değildir. Vehbâniye´nin sarihi bunu nezmen şöyle ifade etmişti´:

İpekten yapılmış cibinlikte uyumak caizdir.

Bu hüküm hem Kınye´de, hem de Müntekâ´da yazılıdır. Halis ipekten yapılmış uçkur bağı da

mekruhtur. Sıhhatli görüş budur. Bazıları «bunda beis yoktur.» demişlerdir

Halis ipekten yapılmış kalensuva yani fes giymek de mekruhtur. Sa-rığın altında kalsa bile ve

yakaya asılan para cüzdanı da ipektense mek-ruhtur. Kınye.

İZAH

Bilmiş ol ki giyeceklerin bir kısmı farzdır. Bu, setr-i avreti sağlayan, sıcak ve soğuktan koruyan

elbisedir. En uygunu bu kisvenin pamuk, ke-ten veya yünden yapılmış olmasıdır. Nitekim sünneti

seniyye böyledir. Onun eteği baldırın yarısında olacaktır. Yani yerlerde sürülmeyecektir. Kolların

yeni ise parmakların başına kadar olacaktır. Kolağazı ise bir karış olmalıdır. en-Natf adlı eserde

olduğu gibi nefis (çok kaliteli) ve hasis (kalitesiz) değil orta kaliteli kumaştan olacaktır. Çünkü

işlerin en hayırlısı ortancalarıdır. Bir de iki şöhretten yani son derece süslü ve son derece çirkin

davranışlardan nehyedilmiştir.

Elbisenin bir kısmı da müstahabtır. O da süs için, Allah´ın nimetini izhar için edinilen elbisedir.

Allah Resulü «Gerçekten Allah nimetini ku­lunun üzerinde görmek istiyor» buyurur.

Elbisenin bir kısmı do mubahtır. Bu, bayramlarda, cuma günlerinde, toplantılarda süs için giyilen

güzel elbiselerdir. Her vakit giyilmemektedir. Çünkü bunların daimi şekilde giyilmeleri gurur ve

kibire yol açar. Çoğu zaman fakirleri kızdırır. Bundan sakınmak evlâdır.

Elbisenin bir kısmı da vardır ki mekruhtur: Kibir için giyilen elbise gibi. Beyaz elbise giymek

müstahabtır. Siyah elbise de böyledir. Çünkü siyah elbise Abbasoğullarının alametidir. Cenab-ı


Peygamber, Mekkeye girdiği zaman başında siyah bir amame vardı. Yeşil elbise giymek sün-nettir.

Njtekim Eş Şir´a adlı eserde böyle denilmektedir. Bunlar Mülteka ve şerhinden alınmıştır.

El-Hindiye´de Es-Sircciye´den naklen şu hüküm yer almaktadır

«Güzel elbise giymek mubahtır. Gurur için olmamak şartıyla.» yani daha önce nasılsa elbiseyi

giydiği zaman da aynı tavırda olmak şartıy-la. Kürk giymek de mutad giyimlerdendir. Bu kürkün

bütün yırtıcı hay-vanların derisinden olmasında .beis yoktur. Ve tabaklanmış ölü hayvan derisinden

veya boğazlanmış hayvan derisinden olsa bile kürklerde beis yoktur. Bu hayvanların tabaklanması

kesilmesidir. Muhit böyle diyor. Kap-lanların ve bütün yırtıcı hayvanların derileri tabaklandıktan

sonra kulla-nılabilir. Onlar seccade yapılabilir. Eğer takımı yapılabilir. El-Muntekit de böyle yazar.

Erkekler için ayak sırtlarına kadar don giyilmesi mekruhtur. Attâbiye´de bu hüküm yer almıştır:

Demir çivilerle çivili ayakkabıların gi-yilmesinde de bir beis yoktur. Ez-Zâhîre adlı eserde namazın

caiz olma-sına mani bir necaset bulaşmış olan bir ayakkabının giyilmesi caiz mi-dir, değil midir

Cevab: Ebû Yûsuf´un Kerâhiyet´inde, Said bin Cübeyr hadisinde zikredilmiştir ki: O tilkilerden

yapılmış fes giyer, fakat onunla namaz kılmazdı. Bu, Ebû Yûsuf´un bir hatasıdır.

Ben derim ki: Bu işaret eder ki, zaruret yokken bunu giymek caiz de-ğildir. Tatarhâniye. Fakat sarih,

namazın şartlan bahsinde şunu söy-ledi: «Kişi, namaz haricinde necis bir elbise giyebilir.» Bu fetva

El-Bahr da, El-Mebsut´a nisbet edilmiştir.

«Zaruret hariç, ipekli giymek haramdır ilh...» Nitekim ilerde gelecek-tir.

El-Muğrib adlı eserde denildi ki: «Harir tabiri pişirilmiş ibrişim de-mektir. Ondan edinilen, yani

kozadan çıkan ipekten yapılmış elbiseye de«harîr» denilmiştir.

Kınye´de dedi ki: ilh...» el-Kınye´nin naklettiği fetvayı Kınye hocası Bedî´den naklediyor. Fakat bu zat

diyor ki; «Bu Hânife´den bu fetvanın gelip gelmediğini araştırdım. Birçok kitaplara baktım. Ancak

el-Muhit sa-hibi Burhân´dan gelenden başkasını görmedim.»

Hâniye´de dedi ki: «Hülâsa şudur: Bu fetva mezhebin nakli için ko-nulmuş metinlere ters

düşmektedir. Bununla amel etmek ve fetva ver-mek caiz değildir.»

«İmameyn harp halinde ipekli giymek helâldir dediler ilh...» Yani ka-lınsa, düşman silâhlarından

insanı koruyorsa giyilmesi caizdir. Nitekim bu husus daha ileride gelecektir, ihtilâf erişi ve argacı

ipekten olan hak-kındadır. Sadece argacı ipek veya sadece erişi ipek olanlar, harp halin-de, icma ile

giyilmesi mubahtır. Nitekim bu hüküm Tatarhâniye´de yer almıştır ve ileride gelecektir.

«Ancak dört parmak kadar ilh...» İstisnası İbn Abbas´tan gelen riva-yete binaendir. O rivayet

şöyledir: «Resul-ü Ekrem katıksız ipekliden ya-pılan elbiseyi giymeyi yasakladı. İşaret ve elbisenin

argacı müstesnadır,saf ipek de aynı.»

Birde Müslim´den gelen bir haber vardır. O da şudur: «Resulü Ek-rem ipekliyi giymeyi yasakladı.

Ancak bir, iki üç veya dört parmak ka-dar ipekli ile süslenmiş elbiseler bundan müstesnadır.»

Acaba burada «dört parmak kadar» olan kısım uzunluğuna ve enli-liğine midir Yani o ipekliden

yapılmış işaretin uzunluğu ve eninin dört parmaktan fazla olmadığını mı yoksa sadece enini mi

kastediyor Uzun-luğu dört parmağı geçerse olur mu Onların kelâmından insanın zihnine ilk gelen

ikinci görüştür. İkinci görüşü Sarihin kelâmından El-Havi Ez-Zâhidî´den gelen rivayet de takviye

etmektedir.

«Elbisenin alemi» onun süsü, deseni demektir. Nitekim bu husus Kâmus´ta da bu şekilde

manâlandırılmıştır. Bundan katıksız ipekliden örül-müş veya sonradan elbiseye dikilmiş desenler

kastedilmektedir. Onların kelâmının zahirinden anlaşılır ki; onunla elbise kenarlarında dikilenler

arasında fark yoktur. İkisi de dört parmak ile kayıtlıdır. Ama İmam Şafiî burada muhalefet etmiştir.

Çünkü Şâfiîler süsü dört parmakla kaydetmişlerse de etrafının her memlekette galib adete göre

takdir edilmesini ter-cih etmişlerdir. Yani bir memlekette dört parmaktan daha fazla olmak üzre

elbiselerin yakalan süslenmekte ise yine caizdir. Bize göre alem yani işaret hem yakalara takılan,

armaları, hem de elbiselerde, kullanılan desenleri kapsamaktadır. Buna perdeler ve yenlerin

etrafına, cübbenin yakasına işlenenler, ilikler ve kumaştan yapılan düğmeler de dahildir. Nitekim

bunlar ileride gelecektir. Tercih edilen görüşe göre eesih püskülü de buna dahildir. Tabi eni dört

parmaktan fazla olmamak şartıyla. Don ve şalvarın bağ yuvarı (uçkur) da böyledir. Abanın

omuzla-rındaki ve sırtındaki, hamamda giyilen ve satrançlı desen peştemal ve şaşın etrafındaki

desenler de ister iğne ile süslenmiş ister dokunurken konmuş olsun sarığın etrafında saçak olarak

eklenmiş olsun, bütün bun-larda beis yoktur. Eğer enleri dört parmağı geçmiyorsa uzunluğu dört

parmağı geçse de yine beis yoktur. Aynı şekilde bir elbiseyi bir parça ipekle yamamakta da beis

yoktur. Ama ipekliden kılıf yapmak böyle de-ğildir.


El-Hindiye´de: «Eğer ipeği cübbeye bir kılıf yaparsa bunda bir beis yoktur.» Çünkü ipekli burada

tabidir. Eğer içi veya dışı ipekli ile kaplama yapılırsa bu mekruhtur. Çünkü hem ipekli hem de diğer

madde burada kastedilmektedir. Sarahsî´nin Muhit´inde de böyle hükmedilmektedir. El-Kudurî

şerhinde Ebû Yûsuf´tan gelen rivayet şöyledir: «Ebû Yûsuf feslerin iç kısmını ipekliden yapmayı

mekruh görmüştür.»

Buna göre eğer cübbenin yakası bu gün olduğu gibi dört parmakta daha enli ise onun üstünde bir

parça keten bezi dikilmişse onu giymek caiz olur. Çünkü ipekli-elbisenin ortasına girmiş oluyor.

Dikkat!

«Tercih edilen görüşe göre değişik yerlerde olan ipekli desenler bir yerde imiş gibi kabul edilmezler

ilh...» Ancak bir hattı ipekli, biri de baş-ka maddeden olursa ve hepsi ipekli gibi görünürse o zaman

caiz değil-dir. Nitekim El-Havî´den bu husus gelecekte zikredilecektir. Bunun ge-rektirdiği şudur:

İpek ile bezenmiş desenlenmiş nakışlı elbiseyi giymek helâldir, eğer her nakış dört parmak kadar

değilse. Eğer hepsi bir araya geldiği zaman dört parmağı geçerse bu yine helâldir, eğer hepsi ipekli

görünmezse. Düşün!.

T. Dedi ki: «Altın ve gümüşten yapılan değişik desenlerin hükmü de böyle midir Yazılsın.»

«Yine Onda ilh...» Kınye´deki bu kayıttan sonra Necmu´l-Eimme: «Dört parmakta ölçü parmakların

normal heyeti olur. Selefin parmaklan esas alınmaz.» demiş, sonra Kirmânî´nin «Parmaklar yayılmış

olacaktır», sonra da Karabîsî´nin «Yayılmış parmakların miktarından sakınmak daha evlâdır»

sözüne işaret etmiştir.

«Aksi takdirde kişi yani erkek için helâl değildir ilh...» sözü Zeylaiden erkek kaydı olmaksızın

zikredilmiştir. Ez Zeylaî´nin bu sözüne «bu ziynetten değildir» şeklinde itiraz edilmiştir. Zahire göre

: Burada kadın-larla ilgili hüküm erkekler gibidir.

Ben, derim ki: Burada dikkat edilmelidir. Çünkü Kâmûs´ta yer aldı-ğına göre; nüye kendisiyle

süslenilen şeydir. Şüphe yoktur ki altın ile dokunmuş elbise süs eşyasından sayılır. Biz daha önce

El-Hâniye´den rivayet ettik ki kadınlar, ziynet haricinde, altın ve gümüş kaplardan ye-me, içme,

yağlanma hususlarında akidlerde erkekler gibidirler. Kadınlar için dibaceyi, ipekliyi, altın ve

gümüşü ve diğer incileri süs olarak kul-lanmakta bir beis yoktur.

El-Hidâye´de: «Erkek çocuklara altın ve ipekli giydirmek mekruhtur» deniliyor. Bunun hükmü ilerde

gelecektir. el-Kınye´de: «Altın ile dokun-muş, arma, kadınlar için zararlı değildir. Erkeklere gelince

ancak dört parmak kadar olursa zararı yoktur. Fazla olursa mekruhtur» denilmek-tedir.

E!-Müctebâ´dan ilh...» rivayet edilen görüş hususunda ikinci yoru-mun mezhebin zahiri olduğunu

daha önce öğrenmiştin.

«Eğer sarıkta nişan varsa ilh...» sözüyle bu aynı manaya geldikle-rinden dolayı tekrar edilmiş sayılır.

«O altından olursa mekruhtur ilh...» sözüne gelince; el-Kınye´de de-nildi ki; «Sanki bu yüzüğe itibar

edilerek söylenmiştir.» Yine el-Kınye´de

fes hakkında da: «tercih edilen görüşe göre dört parmak kadarı caizdir.» denilmektedir. İmam

Muhammed´den gelen bir rivayette «caiz değildir, tıpkı ipeklide olduğu gibi» denilmiştir.

Ben derim ki: Altınla desenlenmiş kumaş hakkında konuşma gele-cektir.

«İpekli ile kaplanmış cübbe giymek mekruhtur ilh...» sözüne gelin-ce; bu, ammenin üzerinde

bulduğu fetvanın gayrisidir. Çünkü el-Hidâye´de Zahîre´den nakledilmiştir ki: İpekli ile kaplanmış

şeylerin giyilmesi fakîhlerin ammesi katında mutlaktır. et-Tebyîn´de Esmâ´dan rivayet edi-liyor.

«Tayaîisî bir cübbe çıkarmıştı. Üzerinde de bir karış kadar kisrevânî ipekten bir koltuk eki vardı.

Onun iki yakası da o ipekle işlenmişti.O dedi ki: «İşte bu Resulullâh´ın cübbesidir. Peygamber bu

cübbeyi giyiyordu ve bu cübbe Âişe kalındaydı. O vefat edince onu ben aldım. Biz hasta-lar olarak

onu yıkayarak suyunu içiyoruz. Hastalar bununla şifa buluyor.»

Hadisi imam Ahmed ve Müslim rivayet ettiler. Fakat Müslim´de «Şibr» ´(karış) ibaresi yoktur.

el-Hidâye´de Allah´ın resulünden gelen bir hadis şöyledir: «Peygamber ipekli ile yakaları süslenmiş

bîr cübbe giyiyordu.» Molla Husrev ve Sadrüş-Şerîa´nın bu hükmü kesin olarak ifade ettikleri gibi,

İbn Kemal ve Kuhistânî de kesinlikle bunu böyle ifade etmişlerdir. et-Tatarhâniye´de

Cemu´l-Cevami´den bu nakledilmiştir.

«Fakat Hidâye´nin ve başka kaynakların mutlak zikretmeleri buna ters düşmektedir ilh...» sözüne

gelince; bu sadece eninin dört parmakla kayıtlanmasıyla ilgilidir.

Bazan denilir ki, «Mutlak, mukayyedin üzerine hamledilir.» Nitekim usul kitablarında bu husus


serahaten belirtilmiştir. Yani hüküm ve ha-dise birse mutlak mukayyedin üzerine hamledilir.

Bununla beraber me-tinler çoğu kez meseleleri kayıtlarından sıyrılmış olarak zikrederler. Dü-şün.

Fakat kaynakların bu yaptıkları delillerin ıtlakına uygundur. Bu ise zamanın insanlarına daha

şefkatli gelir. Ta ki bunlar fisk ve isyana gir-mesinler.

«Bu daha önce dört parmakla kaydedilme hükmüne muhaliftir ilh...»

sözüne gelince; evet, bu metinlere açıkça muhaliftir ve buna yönelmiş-tir. Sarihin «ben derim»

ifadesiyle beyan ettiği kanaata gelince, bu cid-den uzak bir görüştür. Tatarhâniyye´de «Nakşı ipekli

olan veya yakaları kenarları ipekli ile işlenmiş elbiseyi giymekte, fakîhlerin umumu katında beis

yoktur. Fakat bazı kimseler burada muhalefet etmişlerdir.» denilmek-tedir. Hişâm, Ebû Hânife´nin

elbisesindeki çiçek dört parmak kadarsa o elbisenin giyilmesinde bir beis görmediği rivayet edildi.

Şemsu´l-Eimmetis-Serahsî şöyle der: «Elbisedeki desen ipekli ise onu giymekte beis yok-tur.

Çünkü çiçek elbiseye tabidir.» Ve Serahsî takdir konusunda yani dört parmakla takdir hususunda

herhangi bir şey söylememiştir. Binaenaleyh onların sözleri giyilen elbiselerin desenleri ile ilgilidir.

Yoksa sancak olan bayrak hususunda değildir. Eğer bu böyle olmazsa elbise ile kayda hiç bir manâ

kalmaz. Tabaiyyet nedeninin de manasız kaldığı ortadadır.

Tatarhâniyye´de şu husus yer almaktadır:

«Kadınlar hakkındaki hükümden sözetmeye gelince; alimlerin am-mesi onlar için halis ipekliyi

giymek helâldir dediler. Bazıları da helâl değildir, dediler. Çiçeği ipekli olanın giyilmesine gelince:

Bu ibareden insanın zihnine ilk gelen şey «mutlak ipekten yapılmış çiçekli elbisede beis yoktur»

hükmü ancak kadınlar hakkındadır. Eğer bu sabit olursa o zaman herhangi bir çatışma ortada

kalmaz. Bununla ibareler arasındaki tevfîki yani uyumu sağlamak daha güzeldir. Aksi takdirde

bunlar iki ri­vayet olurlar.

«Bu daha sahihtir ilh...» sözü el-Kınye´de Şerhu´l-İrşâd´dan alın-mıştır.

Et-Tatarhâniye´de ise: «ipekli uçkurda kerahet yoktur. Çünkü o yal-nız giyilmez» denilmektedir.

El-Camiussağır Şerhi´nde: «Bazı meşayihler, erkekler için Ebû Hânife katında ipekli uçkurda beis

yoktur» derler. Sadruş-Şehid: İmameyn katında böyle bir uçkur kullanmak mekruhtur» dedi. Düşün.

«Böylece fes de mekruh olur ilh...» Molla Miskîn, Musannifin kita-bın sonundaki «Değişik

Meseleler» bahsinde: «Feslerin giyilmesinde be-is yoktur,» diyor. Molla. Miskîn burada çoğul tabiri

kullanıyor. «Bu ise ipekli, altınlı gümüşlü, ketenli, siyah, kırmızı bütün fesleri kapsamakta-dır.»

Fakat zahir şudur ki; güvenilir olan burada zikredilen hükümdür. Çünkü bu tam yerinde, açıkça

söylenilmiştir, umumdan alınmamıştır. T.

el-Fetâvâ´l-Hindiyye´de şu hüküm yer almaktadır: «Erkekler için ipek-ten, altından, gümüşten veya

dört parmağından daha fazla büyük ipek parçası veya altın ve gümüş dikilmiş ketenden yapılmış

fesi giymek mek-ruhtur.» İşte bununla «takiye» veya «arakiye» denen ve başa giyilen ter-liklerin

hükmü de bilinmiş oluyor. O da ipekli ile nakışlanmışsa nakışla-rından birisinin dört parmaktan

fazla olması halinde helâl değildir, daha az ise helâldir. Eğer bütün nakışlar dört parmaktan

fazlaysa yine giyil-mesi helâldir. Çünkü zahir mezhebe göre değişik nakışlar birmiş gibi sayılmazlar.

«İnsanların boynuna omuzuna v.s., astıkları keselere gelince ilh...» Kişinin beraberinde astığı kese

ipekli olursa mekruhtur. Cebe konulan veya evde duvara asılan mekruh değildir. Bu kayıd ile

asılmayan kese-ler bu hükümden çıkmış olur. Bunun açıklanmasında zahir olan şudur: Asılmak

giymeye benzer, bunun için haram olur. Çünkü bilindiği üzere haramlar babındaki şüphe yakına

ilhak edilmiştir. er-Remlî.

Zahir şudur ki; asılan keseden maksad hamail diye tabir edilen mus-ka keseleridir. Çünkü bunlar

boyunlara asılır. Fakat para kesesi öyle de-ğildir. Onu cebine koyar, asmaksızın kullanırsa beis

yoktur.

Ed-Durru´l-Münteka´da: «İpekli seccade üzerinde namaz kılmak mek-ruh değildir, çünkü haram olan

giymektir» denilmektedir. Sair şekillerde ondan yararlanmak ise bu hükmün dışındadır, haram

değildir. Nitekim cevhere üzerinde namazda olduğu gibi Kuhistanî ve başka alimler de bunu kabul

ve ikrar etmişlerdir.

Ben derim ki: Bununla çokça sorulan teşbih ipinin hükmü de bilin-miş olur. Bu hıfzedilsin.

«O giymektir» sözüne gelince; hükmen bu böyledir. Çünkü El-Kınye´-de: «İpekli yorganın

kullanılması caiz değildir. Zira o giymenin bir çeşididir» denilmektedir. Burada saatin ipi yani

bağlandığı ip de ele alınmalı-dır. Çünkü kişi saati bağlıyor ve onu elbisesinin iliğine asıyor. Bunun

hakkında hüküm nedir Zâhir´e göre o da teşbihin ipi gibidir. Düşün.


Anahtarların, terazlerin, divitin ipi de aynıdır. İpekli kâğıtlarda yazmak, mushaf, dirhem ve para

keseleri kapların kapatıldığı örtü, içinde elbise-ler konan bohça ve giymeksizin veya giymeye

benzemeksizin kullanılan, yararlanılan diğer ipekli nesneler hep aynı hükmü tabidir. Yani caizdir.

El-Kınye´de «Bir dellâl ipekli elbiseyi omuzlarına atar, satışa çıka-rırsa kollarını geçirmedikçe

caizdir.» denilmektedir:

Aynu´l-Eimmeti´l-Karâbîsî der ki: «Bu meselede meşayih arasında ´ farklı görüşler vardır.

Birincisinin yani helâl olmasının izahı, elbiseyi omuza atma ancak onu yükleyip götürmek için

olur,,kullanmak için değil. Böylece yararlan-mak için kastedilen giyime benzemez. Düşün.

El-Kınye´de nakledildi ki:

«İpekten sargı bezleri kullanmak mekruhtur.» Zahire göre bundan maksad, bedenin üzerine veya

bedenin bazı parçalarına sarılanlardır. Ama elbiseler için bohça olarak kullanılanlar burada

kastedilmemektedir. Dü-şün.

METİN

Yarayı ipekli ile bağlamakta ihtilâf edilmiştir. el-Müctebâ´da hüküm böyledir. Yine el-Müctebâ´da:

«Kişi ipekli ile evini süsleyebilir.» denilir. Altın ve gümüş kaplarla süsleyebilir, fakat tefahur

kastedilmeksizin. El Kınye´de: «Fakihler için uzun bir sarık sarmak, geniş elbiseler giymek daha

güzeldir» deniliyor. Yine el-Kınye´de: «Göze, göz ağrısı gibi bir özür sebebiyle ipekliden olan siyah

bir eşarp bağlamada beis yoktur.» denili-yor.

Ben derim ki: Göz ağrısı da bir mazerettir. el-Vehbâniyye Şerhi´nde el-Müntekâ´dan alınarak

«Gömleğin ilikleri ile düğmeleri ipekliden olur-sa beis yoktur. Çünkü ilik ile düğme gömleğe

tabidirler» denilmektedir. et-Tatarhâniyye´de es-Siyeru´l-Kebir´den naklederek şöyle denildi:

«İpekli ve altından düğmelerde beis yoktur.» Yine aynı kitabta Muhtasaru´t-Tahâvî´den naklen:

«Kumaşın deseni gümüştense mekruh değil, altından yapılmışsa mek-ruhtur» denilmiştir. Fakihler

ise, «Bu müşküldür. Zira şeriat yakalarını nakşedilmesine ruhsat vermiştir. Bu nakışlar bazan

altından olabilir» de-mişlerdir.

ipekliyi yastık veya döşek yapmak, onların üzerinde uyumak helâl-dir. İmameyn, İmam Şafiî ve

İmam Malik «Haramdır» dediler. El-Mevâ-hib´te yer aldığı gibi bu görüş daha sıhhatlidir.

Ben derim ki: Buna dikkat edilsin. Fakat bu hüküm meşhurun hilâfınadır. İpekliden entari veya

kaftan yapmak icmaen mekruhtur. Bu Si-râc´dan nakledildi.

Gümüşün üzerinde oturmak icmâ ile haramdır. Mecmâ Şerhi.

Erişi ipekli, argacı keten, pamuk, yün gibi başka maddeden olan bir elbise giymek helâldir. Çünkü

elbise ancak dokunmakla elbise olur. Do­kuma ise ancak argaç ile olur. Binaenaleyh onda argac

asgari itibara alınır, eriş nazara alınmaz.

Ben derim ki: el-Mevahib´den naklen Eş-Şurunbulâliye şöyle dedi: «Erişi ipekli olup da el-Attabî gibi

erişi görülenin kullanılması mekruh-tur.» Bazılarına göre mekruh değildir. Bunun benzeri

el-İhtiyâr´da yer almaktadır.

Ben derim ki: gizli değildir ki itibar yönünden tercih argace verilir. Nitekim el-Azmiyye´den böylece

öğrenildi. Hatta El-Müctebâ´da şunlar yer alıyor: Meşayihin çoğu bunun hilâfına fetva verdiler.

El-Mecmâ´ Şerhi´nde «hazz» deniz koyunlarının yünüdür, denildi. Ben derim ki, bu hüküm onların

zamanında idi. Şu anda ise el-Hazz, ipek çe-şididir. İpekliden yapıldığı takdirde kullanılması haram

olur. Burcundî ve Tatarhânî bunu ifade ettiler. Dikkat edilsin!

Sadece harpte bunun aksi helâldir. Eğer kalınsa, onunla düşmandan korunmak mümkünse.´Eğer

ince ise harpte de haramlığı icmâ iledir. Çün-kü faidesi yoktur. Sirâçtan nakledilmiştir.

Hepsi ipekli olana gelince... Harpte imama göre mekruh, İmameyne göre değildir. Mültekâ zahire

göre galib hangisi ise ona itibar edilir. Ez-Zâhidî´nin Hâvî´sinde şu hüküm yer almaktadır: Zahiri

kısmı ipekli olan veya bir hattı ipekli, bir hattı da hazdan olan mekruhtur. Tercih edilen görüşe göre

değişik yerlerde olanların bir yerdeymiş gibi sayılmaması-dır. Ancak kumaşın bir hattı ipekli bir

hattı da başka bir mâdenden olursa ve hepsi ipekliymiş gibi görünürse o zaman itibar edilir. Ama

sa-rıktaki desen gibi her hat ayrı ayrı görünürse mezhebin zahirine göre bir aradaymış gibi itibar

edilmez. Şeyhimiz de bunu kabul etti. Ben de derim ki: Daha önce bildin ki tercih edilen görüşe

göre itibar zahire değil ar-gacadır. Dikkat ediniz.

Usfur veya zaferan ile boyanmış kırmızı, sarı elbiseler erkekler için mekruhtur. İbarenin ifadesi şu:


Kadınlar için mekruh değildir. Diğer renk-leri giymekte beis yoktur.

el-Müctebâ, el-Kuhistânî ve Ebû´l-Mekârim´in En-Nikâye Şerhi´nde şu hüküm vardır: Kırmızı elbise

giymekte beis yoktur.»

Bunun ifade ettiği manâ, buradaki kerahetin kerâhet-i tenzihiyye olmasıdır. Lakin et-Tuhfe´de

«haram» olduğuna dair serahat vardır. Ve bu serahet de ifade eder ki kerahet, tahrimiyyedir.

Musannif böyle idi.

Ben derim ki: Şurunbulâlî´nin bu hususta telif ettiği bir risale vardır. O risalede sekiz görüş

nakletmektedir. Onlardan bazılarına göre müstahabtır. Mutlak olarak erkek altın ve gümüş takı

takamaz. Ancak gümüşten yüzük, kemer ve süslenmiş kılıç kullanılabilir. Çünkü bunlarda süs

astedilmemektedir. El-Müctebâ;da şu hükümler vardır: «Ortası ipekliden olan bir kemer kullanmak

helâl değildir.» Bazıları helâl olduğunu söylediler, eğer eni dört parmağa yetişmezse.

Kemerde demirden, bakırdan veya kemikten bir halka bulunursa ke-rahet yoktur. İncinin hükmü ise

ileride gelecektir.

Kişi ancak gümüş yüzük kullanır. Zira gümüş yüzük kullanıldı mı başka maddelere ihtiyaç kalmaz.

Binaenaleyh taş vesaire başka maden-lerden yüzük yapmak haramdır. Es-Serâhsî «Yeşim ve akik

taşlarından yüzük yapmak veya edinmek caizdir.» dedi. Molla Husrev bunu daha da umumîleştirdi:

Altın, demir, bakır, kalay, cam ve benzeri maddelerden yüzük edinmek haramdır. Çünkü daha önce

ancak gümüşten yüzük edi-nilebileceği geçmiştir.

Yüzük olarak onları kullanmasının keraheti sabit olduktan sonra bunların yani bu maddelerden

yapılan yüzüklerin satılması da imalinin de keraheti sabit olur. Çünkü imal ve satmakta caiz

olmayan bir şeye yar-dım vardır. Caiz olmayana götüren her şey caiz değildir. Bunun tamamı

El-Vehbâniye şerhindedir.

Yüzük konusunda halkanın gümüşten olmasında itibar edilir. Kaşın önemi yoktur. Kaş, taştan,

akikten, yakuttan veya başka maddelerden olabilir. Bu taşlara altın çiviler de çakılabilir. Taş daim

sol elin içinde tutulur. Bazıları sağ elin içinde tutulur demiştir. Ancak sağda takılması rafizlerin

alametinden olduğundan bundan sakınmak lazımdır. Kuhistanî ve başkaları.

Derim ki: Umulur ki bu daha önceydi; fakat geçti; dikkat ediniz.

Yüzük kaşına kişinin isminin veya Allah´ın isminin nakşedilmesi ca-izdir. Bir insanın şekli veya bir

kuş resmi yapmak caiz değildir.» Muhammed Resulullah» yazmak da caiz değildir. Yüzük bir

miskalden daha ağır olmayacaktır.

Sultan ve kadı ve zengin kişiler gibi ihtiyaç sahihleri hariç mühür edinmeyi terketmek efdaldir.

Kişi sallanan dişini altınla değil belki gümüşle takviye eder. İmam Muhammed ikisini de caiz

görmüştür.

Altından burun edinebilir. Çünkü gümüş kokutur. Çocuğa altın ve ipek giydirmek mekruhtur. Çünkü

giyilmesi ve içilmesi haram olanın giy-dirilmesi de içirilmesi de haramdır.

Abdest sonrası kurulanmak için veya sümkürmek, terini silmek gibi ihtiyaç için bir mendil

bulundurmak mekruh değildir. Ama tekebbür (sük-se ve caka satmak) için olursa mekruhtur.

Bir şeyi hatırlamak için parmağa bağlanan ip veya yüzük mekruh değildir. Hasılı kibir için işlenen

her şey mekruhtur, ihtiyaç içinse mekruh olmaz. İnâye.

EK: El-Müctebâ´da şu hüküm yer almaktadır: «Mekruh olan nazar-lık yani muska, Arapça´dan

gayriyle yazılandır.»

İZAH

«Yarayı ipekle bağlamakta ihtilâf edilmiştir. ilh...» Hindiye´de şu hü-küm yer almaktadır: «İpekliden

yapılmış uçkurlu elbisenin giyilmesi ih-tilaflıdır.».

«İttifakla mekruhtur» da denilmiştir. Yaralara sarılan sargı bezi de böyledir. Dört parmaktan daha

küçük olsa bile. Çünkü o başlıbaşına bir asıldır. Timurtaşî´de böyle kaydedilmiştir. T.

«Evini ipekli kumaşlarla süslemek caizdir ilh...» el-Fakîh Ebû Cafer, es-Siyer Şerhi´nde «Evlerin

duvarlarını nakışlı keçelerle örtmekte beis yoktur. Eğer bunu yapan süslenmeyi kastetmişse bu

mekruhtur» diyor.

el-Ğıyâsiye´de: «Kapı üzerinde perde sarkıtılması mekruhtur» denil-mektedir. İmam Muhammed,

«Es-Siyer-u´l-Kebir»inde bunu açıkça belirt-miştir. Çünkü bu, ziynet ve kibirdir.


Hülâsa tekebbür görüntüsü olan herşey mekruhtur. Eğer ihtiyaç ve zaruret için yapılırsa mekruh

olmaz. Tercih edilen görüş de budur. Hin-diye.

Bu ibarenin zahiri: Eğer sadece süs içinse, kibir ve fahr bahis konu-su değilse mekruh olur. Fakat

el-Hindiyye bu hükümden sonra ez-Zâhi-riyye´den buna ters düşen bir şey naklediyor. Dikkat ediniz.

BİR UYARI:

Bundan şu hüküm çıkar: Şenlik günlerinde yayılmakta olan ipekli sergiler, altın ve gümüş kaplar

kullanılmadıkları takdirde ve eğer bun-larla tefahur kastedilmiyorsa yalnız sultanın emrini yerine

getirmek için olursa caizdir. Fakat mum ve kandillerin gündüz yakılması böyle değil-dir. Bu caiz

olmaz, çünkü malı zayi etmektir. Ancak hakimin bunları yak-madığı takdirde cezalandırmasından

korkan bir kişi bunları yakabilir. Nerede münkerleri kapsıyorsa onlara da caizdir. Şehadetler

kitabında geçti ki, bir emirin gelmesi için seyretmek üzere çıkmak sahiciliğin red-dedilmesi için

sebebtir. Çünkü onu karşılamak bir sürü münkerleri, şer´an inkâr edilen hareket ve fiilleri

kapsamaktadır. Kadın ve erkek karışık-tır. Öyleyse bu daha evlâdır. Dikkat ediniz!

«Fakihler için uzun sarık bağlamak daha güzeldir ilh...» Bunun ne-deni alimler bunu bu şekilde adet

ettikleri içindir. Eğer başka bir mem-lekette alimler uzun sarıkla değil de başka şeyle tanınıyorlar,

tazim gö-rüyorlarsa ilim makamını izhar bakımından bunu yapacaktır. Bir de ama-menin

uzatılmasının nedeni alimler bilinsin de onlardan dinî emirler so-rulsun içindir. T.

«El-Kınye´de şu hükümde vardır ilh...» ifadesi şöyledir: «Sürekli ka-ra bakmak, göze zarar verir.

Karlı bir yolda giderken bir kişinin gözle-rinin önüne ipekliden siyah bir peçe sarması, bağlaması

helâldir, bunda beis yoktur. Ben derim ki, ağrıyan göz daha evlâdır. Yani ona da bağlıyabilir.»

Et-Tatarhâniye´de şu hüküm vardır: «İhtiyaç içinse onu giymekte be-is yoktur denilmektedir. Çünkü

Abdurrahman bin Avf ve Zübeyr bin Avvam´dan rivayet edildiğine göre ikisinde de şiddetli uyuz

vardı. Resulullah´dan ipek giymek için izin istediler. Peygamber kendilerine ipekli elbi-se giymek

hususunda izin vermiştir.»

Ben, derim ki: ez-Zeylâî, gelecek fasıldan hemen önce serahaten Cenab-ı Peygamber´in bu iki

sahabiye mahsus bir özellik olarak bu ruh-satı verdiğini kaydediyor. Düşün.

«Şeriat kifâfa ruhsat vermiştir ilh...» sözünün izahı: Kifâf, gömleğin el ayası kadar olan yerdir. Bu da

bedenin kavşak yerlerinde koltukların-da veya etek kenarlarında olur. Muğrib.

T. de şöyle denilmiştir: «Hz. Peygamberden onun koltukları ipekli ile kaplanmış bir cübbe giydiği

nakledilmiştir. Bu rivayette altın ve gümüş zikredilmemiştir. Düşünülsün ve yazılsın.»

Ben derim ki: Buradaki güçlüğün izahı zahire göre şudur: Elbisedeki desen veya yamanın elbisede

bulunmasının helâl oluşu az ve tâbi olu-şundandır. Kastedilmediklerinden dolayı helâldir. Nitekim

fakîhler bunu açıkça söylemişlerdir. Altın, gümüş ve desen ve yamanın ipekli olabile-ceklerine ait

ruhsat, ipekliden başka maddelerden yapılmasının da ruh-satı demektir. Çünkü aralarında müsavat

vardır. Aralarında farkın bulunmaması daha önce dört parmak altından örülmüş elbisenin mubah

olma-sı hükmü de teyid etmektedir. Elbiseyi altın ve gümüşle yamalanmış kab da böyledir. Düşün.

Burada varid olan kapalılık El-Müctebâ´da amamenin (sarığın) nakşi hususunda bahsi gecen

hükmün üzerine de varid olur.

«İpekten yastığa yaslanması ilh...» İpekten yapılmış yastığın helâl olması Resulullâh´tan rivayet

edilen şu hadisten dolayıdır: «Peygamber ipekli bir yastık üzerine oturdu.»

İbn Abbâs´ın sergisi üzerinde ipekli bir yastık vardı. Rivayet ediliyor ki; Enes (Allah ondan razı

olsun) bir ziyafete gitti. Ve ipekten yapılmış bir yastık üzerinde oturdu. Burada ipeklinin üzerinde

oturmanın onu ha-fife almak manâsına olduğunu, onu tazim mahiyetinde bulunmadığını ha-tırlamak

gerekir. Böylece üzerinde şekiller olan bir sergide oturmak gibi oluyor. Minâh Sirâc´tan.

«Ve dedi ki ilh...» Deniliyor ki: Ebû Yûsuf ipekli yastık ve döşek hu-şunda Ebû Hânife ile beraberdir.

Başka bir görüşe göre İmam Muhammed´le beraberdir.

«Mevâhib´de olduğu gibi ilh...» sözüne gelince, onun benzeri Dürerü´l-Bihârde de vardır.

El-Kuhistânî der ki: ´«Meşayihin çoğu bu görüş-tedir.» Nitekim bu görüş «El-Kirmanî´de de

zikredilmiştir. Bunun benzeri İbn Kemâl´den de nakledilmiştir.

«Lakin bu meşhurun hilafıdır ilh...» diyor. Eş-Şurunbulâlî´de şu ibare vardır: «Derim ki: Bu, sıhhatli

olmakla beraber muteber ve meşhur olan metin şerhlere aykırıdır.»

«İpekliyi kaftan kılmaya gelince ilh...» tarzındaki sözde gecen disâr, «şiar» denilen elbisenin

üstündekidir. Şiar ise disârın altında ve bedene temas eden elbisedir. Demek ki disâr, bedenle


teması olmayan, şiar da bedenle teması olan elbiselerdir. Disâr aynı zamanda iki elbise arasında

olana denir; görünmese dahi. Ancak eğer astar gibi veya iki elbise ara-sında konulmuş pamuk, yün

gibi bir durum ise hüküm değişir. Nitekim daha önce El-Hindiyye´den bunu aktardık.

«Bu icmâen mekruhtur ilh...» sözüne gelince; her ne kadar El-Muhît sahibinin «deriyle temas eden

ancak haram olur.» dediği geçmişse de bunu nazarı itibare almamıştır. Çünkü bu kavil zayıftır.

Onun için «icmaen bu mekruhtur» demiştir.

«Bu icmâen haramdır ilh...» sözüne gelince, bunun nedeni şudur: Bu tam manasıyla istimal

etmektir, kullanmaktır. Zira altın ve gümüş giyil-mezler. Zeylâî.

Ben derim ki; Sarih burada haram kelimesini kullanmıştır. Bundan önce de «mekruhtur» demiştir.

Onun bu iki görüşü ihtilaf şüphesinden ileri gelmektedir. Çünkü el-Muhit sahibinin İmamdan

naklettiği görüş ibn Abbâs´tan da nakledilmiştir. Düşün.

EK :

İmam ile iki öğrencisi arasındaki bahsi geçen ihtilâf aynı zamanda ipekli perde hususunda da, o

perdenin kapılara asılması konusunda da caridir. Nitekim el-Hidâye´de bu yer almıştır. Böylece

ipekli bir örtüyü çocuğun beşiğine koymak da mekruh değildir. Biz daha önce ipekli yor-gan

örtünmenin mekruh olduğunu söyledik. Çünkü yorgan bir nevi libas-tır. Fakat ipekli seccade

üzerindeki namaz böyle değildir. Çünkü ipekli kumaşın giyilmesi haramdır, fakat ondan

yararlanmak haram olmaz.

Ben derim ki: Bunun ifade ettiği şey şudur: Eğer kibir ve fürur ve: şilesi olmuyorsa, ipekli kumaştan

abdest mendili kullanmak caizdir. Çünkü mendil giyim değildir. Ne hakikaten, ne de hükmen giyim

eşyası-dır. Fakat yorgan hükmen giyinme kapsamına girer. Uçkur ve yara bezle-ri hükmen giyimdir.

Düşün.

Lakin el-Hamevî, Haddâdî´nin El-Hamiliye şerhinden nakletti ki, «er-kekler için ipekli üzerinde

namaz kılmak mekruhtur.»

Ben derim ki; birinci görüş daha kuvvetlidir. Zira üzerinde oturmak, uyumak veya namaz kılmak

arasında hiç bir fark yoktur, düşün. Yorgan ve asılı kese meselesinden ve benzerinden şu hüküm

çıkar: Dizlerin üze-rine yemek yediği anda peşkir gibi yayılan .elbiseyi damlayan yemekten, yağdan

koruyan kumaş peçeteler ipekli olursa mekruhtur. Çünkü bu da bir nevi giyilen libas gibidir. Amme

dilinde şöhret bulmuştur ki bununla ipeklinin kıymetsizliği kastediliyor. Bu da yastık gibi üzerinde

oturulan yaygı gibi burada herhangi bir giyim bahis konusu değildir. Çünkü uçkur meselesinde,

sargı bezi meselesinde ipekli bundan daha kıymetsiz sa-yılıyor. Bununla beraber mekruhtur.

Öyleyse burada da mekruh olması gerekir. Düşün.

«Argacı ipekli olmayan bir elbise ilh...» isterse argacı en azını, veya en fazlasını teşkil etsin, isterse

elbiseyle eşit olsun, giyilmesinde mahzur yoktur. Bir görüşe göre giyilmez, ancak argıcı ipekliden

fazla ise giyilir. Fakat sahih olan birinci görüştür. Nitekim el-Muhît´te yer almış-tır. Kuhistanî ve

başkaları da bunu kabul etmişlerdir. Dürrü-Müntekâ.

«Kumaş ancak örülmekle elbise olur. Örülmek ise argaçla olur. Öy-leyse elbisede argaca itibar

edilir, erişe değil ilh...» sözü şu gerekçeden ileri geliyor: Bilinmiştir ki hükümde ibret, illet

vasıflarının en sonuncu-sudur. Kifâye.

«Attâbî gibidir ilh...» Bizim zamanımızda atlas tabir edilen kumaş ile ipek pamuktan imal edilen

elbise de metinde geçen el-Attâbî gibidir, ya­ni mekruhtur.

«Bunun benzeri el-İhtiyârda da yer almaktadır ilh...» Zira İhtiyar sa-hibi: «El-Attâbî gibi argacı

görülen elbise ipekli ise bir görüşe göre mek-ruhtur. Çünkü gözlerin gördüğü şekilde ipekli

giymiştir ve bunda gurur vardır. Bir görüşe göre de mekruh değildir. Argacına itibar edilir» der.

«Ben derim ki ilh...» Bilmiş ol ki metinler mutlaka erişi ipekli, ar-gacı başka maddeden olan

elbisenin giyilmesinin helâl olduğunda ittifak, etmişlerdir. Musannifin ibaresinde olduğu gibi. Bu

aynı zamanda İmam Muhammedi´n el-Camiussağîr´inde de böyle yer almıştır. Meşayih bu meseleyi

iki sebebe bağlamışlardır. Birisi, sarihin daha önce söylediğidir. Ve bu aynı zamanda el-Hidâye´de

de zikredilmiştir. İkincisi, İmam Ebû Mansur el-Maturidi´den nakledilendir. O da şudur: «Argaç

elbisenin za-hirinde görülür. Birinci neden mutlaka argaca itibar edilir şıkkını nazarı itibare alır.

Sanki argaç madenin son vasfıdır. Nitekim bu durum daha önce geçti. İkinci neden argacın gözle

görüldüğüne bakar. Binaenaleyh birinci nedene binaen el-Attabi ve benzerini giymek caiz olur.

İkinci ne-dene binaen, Hidâye Şerhlerinin de zikrettikleri gibi, mekruhtur. Ez-Zeylaî´nin takririnde

«burada kapalılık vardır» deniliyor.»


Metinlerin ıtlakının zahiri birinci delili nazari itibare almaktan ileri geliyor. Bunun için el-Hidâye´de

bu konudan sonra «itibar argacadır. Ni-tekim bu durumu daha önce açıkladık» denilmektedir.

«El-Müctebâ´da meşayihin ekserisi onun hilâfına fetva vermiştir der ilh...» El-Müctebâ´nın ibaresi

harfiyyen şudur:

«Ancak erişi ipekli, argacı pamuklu olan bir elbisenin giyilmesi ca-izdir. Eğer karışık iseler ve ipekli

görünmüyorsa. Bizim bu zamanımızda et-Attabî, Şusterî ve Kutbî gibi ipekli, elbisenin yüzünde ise,

o vakit bu elbisenin giyilmesi mekruhtur. Çünkü mutakebbir ve mağrurların elbise-lerine benzemiş

olur. Ben derim ki: Lâkin meşayihin ekserisi bunun hila-fına (fetvâ vermişlerdir.»

«Ben derim ki, bu onların döneminde idi ilh...» El-Hazz, deniz koyu-nunun yünüdür, durumuna

gelince, Tatarhâniye´de denildi ki: «El-Hazz, bir hayvanın ismidir. Onun derisi üzerinde haz olur yani

yün olur ve bu ipekli cümlesinden değildir.»

Bu hükümden sonra şunu söyledi: «El-İmam Nasiruddin, «Bizim za-manımızda el-Haz. su

hayvanının tüylerinden yapılır» dedi.

«Bunun aksi sadece harp halinde helâldir ilh...» sözüne gelince, me­selenin özeti üç vecih

üzerinedir:

Tatarhâniye´de dedi ki: «Argacı ipekli olmayan, erişi ipekli olanın harp halinde giyilmesi mubahtır.

Yani böyle olmayanlarla Argacı ipekli, erişi başka maddelerden yapılmış elbiseye gelince, o, icmaen

ancak harp halinde giyilebilir, o durumda mubahtır. Argacı ve erişi ipekliden olana gelince, harp

halinde onun giyilmesi konusunda mezhep imamlarımız ve , alimlerimiz arasında ihtilaf vardır.»

«Harp halinde» kaydının zahirinden anlaşılıyor ki harple meşgul ol-ma vakti burada

kastedilmektedir. Lâkin el-Kuhistânî´de «Ve İmam Muhammed´den rivayette askerler için harp

halinde bu tür elbisenin giyil-mesinde bir beis yoktur. Asker harp hazırlığıyla meşgul olduğu

zamanda ipekli giyebilir. Düşman gelmemişse dahi. Fakat bununla namaz kılmaz. Ancak

düşmandan korkarsa namaz da kılabilir.» denilmektedir.

«Eğer ince olursa ilh...» Bilmiş ol ki; ipeklinin giyilmesi zaruret ol-maksızın mutlaka caz değildir.

Binaenaleyh erişi başka maddeden, arga-cı ipekli kumaştan yapılan bir elbisenin giyilmesi Harp

halinde zaruret-ten ötürü mubahtır. Zaruret burada iki çeşittir: 1 - İpekli kumaşın ih-tişamıyla

düşmanı korkutmak. Bu onun parlaması demektir. 2 - Silahın tesirini zaif düşürmesi. İtkanî.

Bu durumda elbise ince olduğu takdirde, zaruret tamamlanmaz. Bi-naenaleyh İmam-ı Azam iki

arkadaşının icmaı ile giyinmesi haram olur.

«İmama göre harpte ipekli giymek mekruhtur ilh...» Çünkü zaruret en azıyla defedilir. O da sadece

argacı ipekliden olan karışık bir elbise-dir. Çünkü parlaklık onun görünen kısmıyla ilgilidir. İpekli de

onun gö-rünür kısmında bulunmaktadır. Silahın zararı ise onunla defedilir. Karı-şık maddelerden

yapılan elbiseler ise, hernekadar hükmen ipekli iseler de onlarda eğirme şüphesi vardır ve o yüzde

yüz ipekli olanın altında olur. Zaruret böylece en az olanla defedilmiş olur. Binaenaleyh en yük-

seğe gidilmez. Eş-Şa´bî´nin rivayet ettiği, eğer sıhhatli ise, mahlutun üze-rine hamledilir. İtkanî.

«İmameyn´in hilafına ilh...» Et-Tatarhâniyye´de dedi ki: «İmameyn katında harp halindeyken ipekli

giyilmesi eğer kalınsa ve silahların za-rarın! defediyorsa mekruh değildir. Eğer inceyse, silahların

zararını de-fetmeye elverişli değilse icmaen giyilmesi mekruhtur.»

Ben, derim ki: Hülâsa İmam katında katıksız ipekliyi harp halinde giymek de kayıtsız,.şartsız mubah

değildir. Ancak argacı ipekliden ola-nın giyilmesi mubahtır. Eğer o da kalın ise. İmameyn katında

ise harp halinde, kalın olmak şartıyla, bu iki cins kumaş giymek mubahtır. İnce olduğu takdirde

bunun mekruhluğunda ihtilaf yoktur. Anla ve Eş-Şürunbu-lâli´deki hüküm hakkında düşün.

«Ben ipekli ile başka bir maddenin karışımından argacı olan hakkın-da bir hüküm görmedim ilh...»

sözüne gelince, bunu Şeyhi Er-Remlî´nin

haşiyesinden almıştır. Onun ibaresinin tamamı şudur: «Sonra ez-Zâhidî´ nin El-Hâvîsi´nde gördüm

ki elbisenin değişik yerlerinde bulunan çiçek-lerin derlenmesi alametiyle kıyas edilmiştir.

Elbiselerin galibi «el-haz» denlen madde gibi ipeklinin gayrisinden olana gelince, bunda bir beis

yoktur. Giyilebilir. Bizim bu nakledilen bahsimize muvafık geldi. Allah´a hamdolsun.»

Sonra El-Havî´nin sarih tarafından zikredilen ibaresini nakletti ve o ibareye herhangi bir ekleme de

yapmadı. Onun için sarih «bizim şeyhi-miz de bunu kabul etmiştir» dedi. Sarih, El-Mültekâ ile ilgili

şerhinde de şöyle sözüyle cevap verdi:

«Sonra helâl ve haram bir araya geldiğinde kaidesi bahsinde el-Eş-bâh´da gördüm ki: Bunu «kaplar


meselesi»ne ilhak etmiştir. Durum bu olursa elbisenin argacındaki ipek tartı bakımından diğer

maddelerle eşit veya onlardan daha az ise helâl olur. Ben bundan fazlasını eklemem.»

İki cevap arasında fark vardır. Çünkü El-Eşbâh´da eşitlik halinde elbiseyi giymenin helâl olduğu

hususu açıkça belirtilmiştir. Er-Remlî´nin söylediği -ki Sarih de ona tabi olmuştur- bu hükümde

sükût etmesidir. Yani ne helâl, ne de haram şeklinde bir fikir belirtmemektedir. El-Birî, ez-Zâhidî´nin

daha önce geçmiş olan ibaresiyle de cevap vermiştir:

Ben derim ki: Ez-Zâhidî´nin ibaresi argacın ipekli üzerindeki galebesini nazarı itibare almaktan

meydana gelen zayıf kavle binaendir. Ni-tekim bunu daha önce söyledik. Binaenaleyh bu cevap için

elverişli de-ğildir. Düşün.

«Zahirî, dağıtılmışların cemedilmemesidir, ancak onun bir hattı ipek-li, bir hattı da başka

maddelerden imal edilmişse ilh...» sözüne gelince, ben derim ki: Hattan maksat erişteki

uzunluğuna hatlar değildir. Çünkü elbisenin erişi nazarı itibara alınmaz. İsterse hepsi ipekli olsun.

Hattan maksat argaçtan olan enli hatlardır. Hattan maksat bu olduğuna göre geçmiş meselenin

başka bir cevabı ortaya çıkmış oluyor. Denilir ki, elbisenin argacı ipekli ile başka maddelerle karışık

ise fakat hepsi ipekliymiş gibi görünürse onu giymek mekruhtur. Eğer her birisi kendi hüvi-yetiyle

görünürse, tıpkı süs için yapılan işlemler gibi, mekruh değildir. Çünkü mezhebin zahiri dört

parmağa yetişmeyen çiçeklerin bir yerdey-miş gibi sayılmamasıdır. Bana görünüyor ki bu cevap

daha öncekinden daha güzeldir. Burada düşün.

«Derim ki, sen bildin´ki ibret zahire değil, argacadır ilh...» sözü el-Hâvi ile onun şeyhinin

yazdıklarına bir istidrâktır. Zira El-Hâvî, şeyhinin görüşünü tekrar ediyor.

Çünkü şeyhinin «zahiri ipekli olan mekruhtur» sözü zahiri itibare alın-dığı takdirdedir. el-Attâbî´ve

benzeri elbiselerin kerahetine ve zahire iti-bar etmek üzere bina edilmiştir. Fakat tercih edilen, daha

önce de geç-tiği gibi, bunun aksidir. Bu cevapta bizim açıkladığımıza bir red olamaz. Çünkü zahirin

itibara alınmaması ancak eriş meselesindedir. Bizim geç-miş kelâmımız ise argaç hususunda idi.

«Zahire binaen ilh...» sözü râcih olan zahire binaen demektir. Yok­sa rivayetin zahiri burada

kastedilmemektedir. Nitekim sarih zahir ke-limesini mutlak şekilde zikrederse rivayetin zahirin

kastetmiş demektir. Fakat burada racih kastedilmiştir. Düşün.

«Kırmızı elbiseyi giymekte beis yoktur ilh...» sözüne gelince, El-Mülteka´da yer aldığı gibi bu söz

İmam´dan rivayet edilmiştir.

«Anlaşıldığına göre kerahet tenzihidir ilh...» Çünkü «mahzuru yok-tur» sözü çoğu zaman terki evlâ

olan için kullanılır. Minâh.

«et-Tuhfe´de ilh...» Tuhfe´den maksad Tuhfetu´l-Mülûk adlı kitabtır. Minâh.

«Tuhfe´nin ibaresinden bu kerahetin tahrimî olduğu anlaşılıyor ilh...» sözüne gelince; eğer onun

hilafına bir serahat kendisiyle muâraza et-mezse (çatışmazsa) bu söz, kabul edilebilir.

Camiu´l-Feiâvâ´da denir ki: «Ebû Hânife, Şafiî, Malik dediler ki, esfaranla boyanmış bir elbise

giymek caizdir.»

Âlimlerden bir cemaat ise «tenzihi olmak suretiyle mekruhtur» de­diler.

Müntehâbu´l-Fetâvâ adlı kitabda er-Ravda sahibi «Erkek ve kadınlar için kırmızı ve yeşil elbiseyi

giymek kerahetsiz caizdir» demektedir.

El-Hâvî Ez-Zâhidî´de şu hüküm yer almaktadır: «Erkekler için asfaran ve zaferanlı ve vars denilen

boyayla boyanmış ve kırmızı boyalı elbise giyilmesi mekruhtur. İsterse ipekten veya başka

maddelerden olsun, onun boyasında kan olduğu takdirde. Eğer kan yoksa giyilmesi mekruh

değil-dir. Bunu birçok kitaptan nakletti.»

Mecmâü´l-Fetâvâ kitabında şu hüküm vardır: «Kırmızı elbise giymek mekruhtur.» Bazı alimler

katında mekruh değildir. Bir görüşe göre «eğer kan kırmızı ite boyanmamışsa mekruhtur. Çünkü bu

necasetle karıştırıl-mıştır.»

El-Vakîat adlı kitapta da bunun benzen zikredilmiştir. Eğer «el-bakım» denilen ağaç boyası ile

boyanmışsa mekruh değildir. Eğer ceviz kabuklarıyla bal rengine boyanmışsa onu giymek icmaen

mekruh olmaz. İşte bu nakiller el-Müctebâ, el-Kuhistânî ve Ebu´l-Mekârim´in şerhinde nakledilip de

zikredilenlerle beraber keraheti tahrimiyye .hükmüne kar-şı çıkmaktadırlar. Eğer keraheti tahrimiye

necis boya ile boyanan elbi-se üzerine hamledilmezse veya başka bir tarza hamledilmezse bu

böyledir.

«Bu hususta Şurunbulâli´nin bir risalesi vardır ilh...» kavline gelin-ce, Şurunbulâlî o risaleye


«Tuhfetu´l-Ekmel ve´l-Humâm el-Muadder li-Beyani Cevâzi Lübsi´l-Ahmer» adını vermiştir. Orada bir

çok nakiller zik-retmiştir. O nakillerden bizim daha önce zikrettiklerimiz de vardır. Ve Şurunbulâlî;

«Kesinlikle haramlığı ifade eden bir nassa rastlamadık» di-yor.

«Ancak kırmızı elbisenin giyilmesinin nehyedildiğini bu şekilde gör-dük: Bu da giyenin zatıyla kaim

olan bir nedenden ileri geliyor. O da ka-dınlara veya yabancılara kendisini benzetme veya tekebbür

etmek içindir. Bu illet ortada yoksa kerahet niyetin ihlasıyla kalkar. Çünkü bu Al-lah´ın nimetini

izhar etmek içindir. Kerahetin arız olması necasetle bo-yanmaktan ileri geliyor. O da onu yıkamakla

zail olur.

«Biz İmam-ı Azam´ın kırmızı giymenin caiz olduğuna dair nassını ve ibahasına dair kesin delili

bulduk. O ad ziynet edinmek hususundaki mutlak emirdir. Müslim ve Buhârî´de bunun gereğini

buldur. Bununla haramlıkla .kerahet ortadan kalkar. Belki Allah Resulüne uymak kabilinden kırmızı

giymenin müstahablığı sabit olur.»

Kim ki bu hususta daha fazla malumat istiyorsa adı geçen risaleye baksın.

Ben, derim ki: El-Sirac, El-Muhit, El-İhtiyâr. El-Münteka, Ez-Zâhire ve başkaları gibi kitabların çoğu

kerahet üzerinde durmuşlardır. Allame Kasım bununla fetva vermiştir. 6z-Zâhidî´nin El-Hâvî´sinde

«Başta yani başa kırmızı sarmakta kerahet olmadığında icma var» denilmektedir.

«Bunlardan biri de: Kırmızı giymenin müstahab olduğudur ilh...» sözünü sarih Kastalânî´den

nakletti ki, söze dahil değildir. Belki bu sözü. daha önce zikrettiğimiz gibi Şurunbulâlî söylemiştir.

«Erkek altın ve gümüşle kayıtsız şartsız süslenemez ilh...» ister harp hali ister başka durumlarda

olsun bunları süs için kullanamaz.. T.

Zırhın veya miğferin harpte altın ve gümüşten olmasının cevazına gelince, bu, daha önce

belirttiğimiz gibi, İmameyn´in sözüdür. Kılıçların aslında olduğu gibi takımlarının süsü de onların

süsü cümlesinden sayı-lıyor. Şurunbulâlî.

«Onunla kılıcını süslemek ilh...» Şart. kılıcın gümüşlenmiş yerine eli-ni koymamaktadır.

Gureru´l-Efkâr´da dedi ki: «Yüzük, kemer, kılıcın süsünün gümüşten olabileceklerine dair ruhsat

özel olarak gelmiştir.»

«Gümüş yüzük edinmek ise, süs için olmamak şartına bağlıdır, ilh...» Anlaşıldığına göre burada

maksat yalnızca yüzüktür. Çünkü kılıcı ve ke-meri gümüş ile işlemekten maksat, yüzükten farklı

olarak süslenmek-tir, başka birşey değil. Kifâye´de bulunan ifadeler de buna delâlet et-mektedir.

Çünkü Kifâye´de şöyle denilmektedir: «Müellifin: «ancak yü-zük ile» ifadesi, süslenmek maksadını

gütmemesi halindedir. İmam

El Mahbûbî ise şunu zikretmiştir: Eğer gümüş yüzüğü kibir için takarsa, ilim adamları bunun

mekruh olduğunu zikretmişlerdir. Yok, maksadı yüzük edinmek ve benzeri başka bir maksat olursa

mekruh olmaz, demişler-dir.» Fakat daha sonra geleceği üzere yüzüğe muhtaç olmayan bir

kim-senin yüzük takmaması daha evlâdır. Bu ibarenin zahirinden anlaşılıyor ki süs için, kibir için

olmamak şartıyla, yüzük takmak mekruh değildir.-Bunun tamamı ileride gelecektir. Düşün.

»Müctebâ´da ortası ipekliden olan bir kemerin kullanılması helâl değildîr. Bir görüşe göre helâldir

denildi ilh...» ibaresine gelince, el-Mücteba´da: «kil (denildi» kelimesi yoktur. Belki birinci görüş için

bir kitabe, ikinci görüş için ise başka birine işaret etmektedir. Birincinin iktizası şudur: Onu

herhangi bir şeyle takdir etmemek yani dirhem bakımından ister fazla, ister az olsun helâl değildir.

Metinlerin gümüş hususundaki yorumlarının zahiri de budur. El-Hâvî el-Kudsî adlı kitabta: «Ancak

dirhem kadar olan yüzük, kemer ve kılıç müstesnadır.» denilmektedir. İşte bunun gibi bütün

ibareleri mutlaktır. Fakat el-Kınye´de: «İki halkası gü-müşten olan bir kemerin kullanılmasında eğer

az ise beis yoktur. Çok olduğu takdirde beis vardır» denilmektedir.

Ez-Zâhiriyye´de de Ebû Yûsuf´tan gelen rivayette; «Gemlerin deri-den yapılmış sicimlerinin etrafına

ve kemer sicimlerinin etrafına gümüş takmakta beis yoktur. Hepsini veya çoğunu gümüşten

yapmak mekruh-tur» denilmektedir. Düşün.

«Ancak gümüş yüzük takar ilh...» hükmü ise İmam Muhammed´in El-Camiussağîr´deki ibaresidir.

Fakat gümüş kemer takılmaz. Ama kemer-de demir ve bakırdan bir halka varsa onun kullanılması

mekruh değildir., Nitekim daha önce bu hüküm geçti. Acaba kılıcın hilyesi de böyle midir Bunun

için müracaat etmek gerekir.

Ez-Zeylâî dedi ki: «Halk, gümüşten yapılmış yüzüğün takılmasının caiz olduğunda eserler varid

olduğuna inanır. Allah Resulünün gümüş-ten bir yüzüğü vardı. Vefat edinceye kadar


parmağındaydı. Sonra Ebû Bekr ve Ömer vefat edinceye kadar bu yüzüğü taktılar. Sonra Hz.

Os-man´ın parmağındaydı ta ki bir kuyuya düşünceye kadar. Hz. Osman bu-nu bulmak için büyük

bir mal sarfetti, fakat bulamadı.» İşte sahabeler arasında o andan itibaren ihtilâf ve karışıklık çıktı.

Ta ki Osman şehid edilinceye kadar...

«Başka maddelerden yüzük edinmek haramdır ilh...» Çünkü Et-Tahavî, İmran bin Husayn ve Ebû

Hureyre´ye varan bir senedle rivayet edi-yor ki: «Resûlullâh (S.A.V.) altından olan bir yüzüğü

yasakladı.»

Sünen sahibleri Abdullah bin Barire´den, onun da babasından nak-lettiği bir senedle rivayet ederler

ki bir kişi Resulullah´a geldi. Parma-ğında san bakırdan yapılmış bir yüzük vardı. Cenab-ı

Peygamber ona: «Bana ne oluyor ki senden putların kokusunun geldiğini hissediyorum » dedi.

Bunun üzerine kişi parmağından o yüzüğü çıkarıp attı. Sonra Re-sulullah´a geldiğinde parmağında

demirden bir yüzük vardı. Resulullah ona : «Bana ne oluyor ki, senin üzerinde cehennem ehlinin

süsünü görü-yorum» dedi. Kişi onu da çıkarıp attı ve: «Ey Allah´ın Resulü, peki hangi maddeden

yüzük edineyim » diye sorunca Cenab-ı Peygamber: «Gü-müşten bir yüzük tak, fakat ağırlığı bir

mizkali geçmesin» buyurdu.

Böylece anlaşıldı ki altın, demir, bakır yüzükler takmak haramdır. İşte «El-Yeşb» (yeşim) denilen

maddeden yapılan yüzükler de buna il-hak edildi. Çünkü bu maddeden tuptar da yapılmaktaydı.

Binaenaleyh nas ile malum ve mensus olan şebeh´e benzemiş oldu. İtkanî.

«Seben» sarı "bakırdır. Kamus.

el-Cevhere´de: «Demir, sarı bakır, bakır ve kurşun yüzük erkekler ve kadınlar için mekruhtur.»

denilmektedir.

«Serahsî Yeşb ve akikin cevazını tashih etmiştir ilh...» El-Kuhistanî: «Denildi ki «yeşb» (yeşim) taş

değildir. Ondan yüzük yapmak mekruh değildir. Ve bu en sıhhatli olandır. Nitekim El-Hülâsa´da da

bu vardır» diyor.

«El-Akîk´ten ilh...» Gurarû´l-Efkâr der ki: «Sıhhatli görüşe göre bun-da bir beis yoktur. Çünkü

Cenab-ı Peygamber akik yüzük takmış ve şöyle buyurmuştur: «Akikten yüzük yapınız. Çünkü o

mübarektir.»

Bir de şu var: Akik taş değildir. Çünkü onun taş ağırlığı yoktur.

Bazıları: «Ağırlıkları ne olursa olsun yeşimden, billurdan ve kristal-den yüzük edinilebilir»

demişlerdir.

«Molla Hüsrev bunu umumileştirdi ilh...» sözüne gelince, yeni diğer taşlarla yüzüklenmenin

cevazını umumileştirdi demektir. Çünkü bir ko-nuşmadan sonra şunu söyledi:

«Hülasa gümüş yüzük takmak erkekler için hadisle helâl kılınmıştır. Altın, demir ve sarı maden

yüzük ise hadisle erkeklere haram kılınmış-tır. Taş yüzük takmak ise Şemsu´l-Eimme ve Kadı Hân´ın

seçtikleri görüşe göre helâldir. Bu görüşlerini Resulullah´ın kılmasından ve yüzük tak-masından

almışlardır. Evet, akikin helâl olması sabit olduktan sonra di-ğer taşların da helâl olması sabit

olmuş demektir. Çünkü taşlar arasında fark yoktur. Diğer taşlardan yapılmış yüzük takmak

El-Hidâye. El-Kâfi sahihlerinin seçişine göre haramdır. Onlar da El-Camiussağirin ihtimali

ibaresinden bu hükmü çıkarmışlardır. Çünkü o ibare şudur:´ Hadisteki Kasr, altına izafetendir.

Fakat iki mehaz arasındaki fark da gizli değil-dir.

Ben derim ki: daha önce de söylediğimiz gibi bu nassın malul oldu-ğu gizli değildir. Binaenaleyh

nassın varid olduğu noktada ve sostan alı-nan illetle ilhak olmuştur. Nass, akik ile yüzüklenmenin

caiz olduğu hususundadır. Müctehidin katında sabit olmama ihtimali de vardır. Veya başka bir

nassın buna tercih edilmesi de mümkündür. Bununla beraber akik veya yeşim, daha önce de

geçtiği gibi taştan değildirler. Bunların gayrisini onlara kıyas etmenin bir delili ihtiyaç gösterir.

Müctehide tabi olmak nassa tabi olmak demektir. Çünkü müctehid nassa tabidir, kesin­likle bir

hüküm getirmiyor. Kelâmın muhaverelerini bilen müctehidin iba-resini tevil etmek, intizamdan

çıkmaktır. Nasıl olmasın ki, kaldı ki eğer kasr hadiste altına izafeten ise bundan lazım gelir ki bakır

ve demirden olan yüzükler de mubah olsun. Halbuki müctehidin maksadı bunun ade-midir,

yokluğudur. Böyle bir izafe yoktur.

«Daha önce geçen nedenle Un...» kavimdeki maksad «ancak gü-müşten yüzük yapılır» sözüdür. Bu

söz mezhebin muharriri olan İmam Muhammed´in lafzıdır. Anla.

«Altın, demir, bakır, kalay ve camdan yapılan yüzüklerin kullanıl-masının mekruh olduğu sabit

olunca onların satılması, imali de mekruh-tur ilh...» sözünü İbn Şirine, İbn Vehbân´dan nakletmiş ve


sonra şöyle demiştir:

«Zahir şudur ´ki; İbn Vehbân bunların satışının mekruh olduğuna va-kıf olmamıştır. Fakat ben

El-Kınye´de buna vakıf oldum. El-Kınye dedi ki; demirden, bakırdan ve benzerlerinden yapılan

yüzüğün satışı mekruh-, tur. Suretin satışına gelince, ben buna vakıf olmadım. Suret hakkındaki

vecih zahirdir.»

«Çünkü bununla caiz olmayan bir şey üzere yardım söz konusudur ilh...» İbn Şıhne «Ancak

alışverişteki yasak hükmü giyimdeki yasaktan daha hafiftir. Çünkü onları giyimin gayrisi şeylerde

de kullanmak müm-kündür.» Onları yeniden eritmek, heyetlerini bozmak mümkündür.

«Caiz olmayan bir hükme yol açan şeyler de caiz değildir ilh...» sö-züne gelince; İmamlarımızın

«Üzüm şırasını meyhaneciye satmak caiz-dir» şeklindeki sözleriyle beraber bu hususta düşünmek

gerekir. Şurunbulâliye.

Fakat bunların ikisi arasında şöyle bir fark bulmak mümkündür.

Satış anında şıranın kendisinde günah mevcut değildir. Yani şıra satılmaktadır. Masiyet satıştan

sonra meydana gelmesi değişikliktedir.

EK:

Demirden yapılmış, demir görünmeyecek şekilde üzerinde gümüş bir astar geçirilmiş bir yüzüğü

takmakta beis yoktur. Tatarhâniye.

«Yüzük taşını altın çivi ile tutturmak ilh...» Yüzük taşı düşmesin diye altın çivilerle çakılması

helâldir. Tatarhâniye. Çünkü o, elbisedeki çiçek-ler gibi tabidir. Kişi onu giymiş sayılmaz. Hidâye.

Hidâye´nin Ayni´ye ait olan şerhinde ise şu hüküm vardır :

«Bu altın çiviler helak edilmiş gibidir. Veya gümüş yüzüğün etrafın-daki altın dişliler gibidir. Çünkü

halk bunları hiç bir sakınca olmaksızın caiz görüyorlar ve bu yüzükleri kullanıyorlar.»

T. diyor ki: «Ben üst dairesi altından olanın caiz olduğunu zikreden kimseyi görmedim. Ancak

fakîhlerin yüzükteki altın çivilerin helâl oldu-ğunu söylemeleri çivilerden başkasının haram olmasını

gerektirir.»

Ben derim ki: Bu geçen nedenin iktizası şudur: Çividen başka da yüzüğün etrafındaki dişler gibi

altından yapılan kısımlar caizdir. Bunları gümüşe dahil etmek de mümkündür. Düşün.

«Yüzük tasını sol elinin içine doğru çevirecektir ilh...» Kadınlar bu-nun tersini yapabilir. Çünkü

yüzük kadınlar için süstür. Hidâye.

«Sol elin parmağına takacaktır ilh...» Uygun odur ki serçe parma-ğında olsun, diğerlerinde

takılmasın ve sağ elde de olmasın. Zahire

«Ondan sakınmak gerekir ilh...» el-Kuhistânî, el-Muhit´ten şunu nak-lediyor:

«Sağ eline de yüzük takabilir. Ancak bu rafîzilerin alametidir.» Bu-nun benzeri ez-Zâhîre´de de

vardır. Düşün.

«Fakat umulur ki bu eskiden vardı ilh...» Artık bu zamanda ortadan kalkmıştır. Bu zamanda sağ ele

yüzük takmak da mümkündür. Gayetu´l-Beyân adlı eserde Fakîh Ebu´l-Leys, Ed-Camiu´s Sağîr

Şerhi´nde: «sağ ve sol eller arasında fark yoktur.» demiştir. Yani isterse yüzüğü sağ eline, isterse

sol eline takar. Hak da budur. Çünkü Resulullâh´dan gelen bu hususla ilgili rivayet değişiktir.

Bazıları da «sağ ele yüzük takmak zalimlerin alametidir» demişse de bu görüş bir şey ifade etmez.

Çünkü Al-lah Resulü´nden gelen sahih nakil bunu nakzetmektedir. Bu konunun ta-mamı

Ebûl-Leysin Şerhi´nde vardır.

«Veya Yüce Allah´ın adını ilh...» Eğer Allah´ın veya Peygamber´in is-mi yüzük üzerinde nakşedilirse

o zaman, helaya girildiğinde taşın el aya-sına doğru çevrilmesi müstahab olur. İstinca edince sol

elden çıkınca sağ ele takılması müstahabtır. Kuhistanî.

«Bir insan veya kuş timsalini nakşetmez ilh...» Çünkü ruh sahibinin tasviri haramdır. Lakin namazın

mekruhatı bahsinde geçti ki uzaktan görülmeyen suretin nakşında bir zarar yoktur. Zira Danyal

(A.S.)´ın yü-züğünde, önünde emzirmekte olduğu bir yavrusu bulunan dişi aslanın resmi

nakşedilmişti. Müracaat edilsin. T.

Ben derim ki: -önce geçenden maksat ancak onunla namazın mek-ruh olduğu hakkındaydı. Bunu

nakşetmekle ilgili değildi. Burada ise nak-şın fiili bahis "konusudur. Et-Tatarhâniye´de şöyle

denildi: «El-Fakîh de-di ki: Eğer gümüş yüzük üzerinde resimler varsa mekruh değildir. Ve buradaki

resimler, elbise ve evlerdeki resimler gibi değildir. Çünkü bun-lar küçüktür. Ebû Hureyreden rivayet


ediliyor ki, onun yüzüğü üzerinde iki sinek resmi vardı.» Düşün.

«Muhammed Resulullah ibaresi yüzüğe yazılmaz ilh...» Çünkü Resul-ü Ekrem´in yüzüğüne bu

yazılmıştı. Peygamber yüzüğünde üç satır vardı. Her kelime bir satırdı: Muhammed, Resul, Allah.

Cenab-ı Peygamber herhangi bir kimsenin bunu yüzüğüne nakşet-mesini yasaklamıştı. Nitekim

Şemail kitabında bu böyle rivayet edilmiştir. Yani onun yüzüğüne nakşedildiği tarzda nakşetmek

veya o nakşa ben-zer bir şekilde nakşı yasaklamıştır. Ebû Bekr´in yüzüğündeki nakş «Al-lah ne

güzel kudret sahibidir,» Hz. Ömer´inkinde: «Vaiz olarak ölüm ye-ter», Hz. Osman´ın yüzüğünde:

«Andolsun, ya sabredeceksin veya andolsun pişman olacaksın.» Hz. Ali´nin yüzüğünde ise: «Mülk

Allah´ındın» iba-releri nakşedilmişti. İmam Azâm´ın yüzüğünde ise «Ya hayrı söyle, yoksa sükût

eyle» Ebû Yûsuf´unkinde ise: «Kendi reyiyle amel eden bir kimse kesinlikle pişman olmuştur.»

İmam Muhammedi´n yüzüğündeki nakısı «Kim sabrederse zaferi elde eder» şeklindedir. Kuhistânî,

El-Bustân´dan.

«Yüzüğün ağırlığı bir miskalden fazla olmayacaktır ilh...» Eğer bir görüşe göre miskal kadar bile

olmayacaktır. Zahire.

Ben derim ki: Resulullah´ın daha önce geçen: «Onu bir miskale de tamamlama» hadisindeki nass

tarafından takviye edilmektedir.

«Sultan ve kadı olmayan kimse için mühür edinmemek daha efdaldir. ilh...» sözü mühre ihtiyacı

olanın mühür edinmesinin sünnet olduğu-na işarettir. Nitekim El-İhtiyâr´da böyle geçmiştir.

El-Kuhistânî der ki: «El Kirmânî´de El-Halvânî´nin bazı talebelerini mühür edinmekten menettiği

hususu yer almaktadır.» El-Halvânî´deki ifade şöyledir: «S*n kadı ol-duğun zaman mühür edin.»

El-Bustân´da tabiinin bazılarından nakledili-yor: «Ancak üç sınıf mühür edinir: Emir, kâtib ve

ahmak.»

Bunun zahirine bakılırsa ihtiyacı olmayan bir kimsenin mühür edin-mesi mekruhtur.

Fakat Musannifin «Hidâye ve başkaları gibi, terkedilmesi daha efdaldir» demesi, caiz olmasını ifade

eder. Yani terkedilmesi daha efdaldir, fakat terkedilmezse de caizdir. Ed-Dürer´de «evlâ odur ki

terketsin», El-Islâh´da «ehab odur ki terkedesin» denilmektedir. Buradaki yasak tenzi­hi kerahettir.

Tatarhâniye´de El-Bustânî´den nakledilerek denildi: «Bazı kimseler, ancak otorite sahibi müstesna,

başkası için mühür edinmek mekruhtur, dediler. Fakat ehl-i ilimin umumîsi ise bunu caiz gördüler.»

Yunus bin Ebi İshak´tan rivayet ediliyor: «Ben Kays bin Ebi Hâzim´î. Abdurrahman bin El-Esved´i,

Eş´Şabî ve başkalarını gördüm ki herhangi bir saltanatları yani vazifeleri bulunmadığı halde, sol

ellerinde üstü mühür sayılan yüzük takıyorlardı. Bir de sultan süs ve mühürlemeye olan ihtiyaç için,

sultan olmayan ise, sadece süs için kullanmaktadır. Öyleyse ikisi eşit olur ve sultan olmayan bir

kimseye de caizdir. Bu hü­kümle biz amel ederiz.»

Bu âmmenin sözünde olduğu gibi caiz olmasını seçmek demektir. Ve «İhtiyaç sahibi olmayanlar

için onu terketmek daha evlâdır.» hükmü-ne de ters düşmektedir, anla. Bu hükmün muktezası süs

ve mühürlemek için edinmekte kerahet olmadığıdır. Sadece süs için edinilmesi içinse onun hükmü

daha önce geçti. Düşün.

«Ve ona gerek duyan ilh...» El-Minâh´da şu hüküm vardır: «Onların kelâmının zahirinden anlaşılıyor

ki; sadece üstü mühür olan yüzük edin-mek sultan ile kadı´nın özelliği değildir. Belki her ihtiyaç

sahibi onu edi-nebilir. Mübaşirler, evkaf mütevellileri, malın zaptedilmesi için mühre muhtaç olanlar

bu kapsama girsin diye müellif «ihtiyaç sahibi olmayan kişi için yüzüğü terketmek efdaldir»

ibaresini kullansaydı faide yönünden daha umumi olurdu. Nitekim bu durum gizli değildir.»

Ben derim ki: Seçkin görüş şudur: Mühür edinmek sultan ve kadı gibi ona muhtaç olanlar için

sünnettir. Sultan ve kadı gibi o ayarda olan-lar hakkındaki hüküm bu hususta sarihtir. Bunun

benzeri El-Hâniye adlı kitabta da yer almaktadır. Dikkat et, icazet, şahitlik, veya bir mektup

göndermek için velev ki az da olsa mühre ihtiyacı olanlar buna girerler mi Veya girerse onun

hakkında mühürü terketmek daha evlâ olmaz.

EK:

Mühür edinmek ancak gümüşten olur ve erkeklerin yüzüğü gibi yapı-lır. Ama iki kaşı veya daha

fazlası olursa haram olur. Kuhistânî.

Allâme Abdulberr bin Şıhne, babasının kendisine şu şiiri okuduğu-nu söylüyor: İstediğin şekilde,

mühür edin, perva etme. İster sağ eli-nin ister sol elinin serçe parmağında olsun. Fakat taş, bakır,

demir veya altın, erkekler için haramdır. Eğer istiyorsan ismini onun üzerine nakşet. İstiyorsan celâl


sahibi olan Rabbının ismini nakşet.»

«Sallanan dişini altın ile bağlamaz, ancak gümüş ile bağlar ilh...» sözündeki «sallanma» kaydı

El-Kerhî´nin şu naklinden gelmiştir: «Kişinin ön dişleri düştüğünde Ebû Hanife´ye göre onu iade

etmek, gümüş veya altınla bağlamak mekruhtur. Ebû Hânife der ki «bu ölünün dişi gibidir.» Ancak

kesilmiş bir koyun dişi alacak, onun yerine onu bağlayacaktır. Ebû Yûsuf bu hususta Ebû Hanife´ye

muhalefet ederek dedi ki: «Dişini yerine koymak ev bağlamakta beis yoktur. Onun dişi ölünün

dişine ben-zemez.» Bunu istihsan etti.»

Bana göre bu iki görüş arasında fark vardır. Her ne kadar şu anda o farkı bilmiyorsam da. İtkanî.

Tatarhâniye´de fazla olarak şu hüküm de vardır: «Bışr dedi ki, Ebû Yûsuf demiştir: Ebû Hânife´den

bu meseleyi başka bir mecliste sordum. Dişin iade edilmesinde herhangi bir beis görmedi.»

«İmam Muhammed altın ve gümüşle dişin bağlanmasını caiz gör-müştür ilh...» Ebû Yûsuf´a gelince,

bazı görüşlere göre İmam Muhammed´le beraber olduğu, bazılarına göre ise Ebû Hânife ile beraber

ol-duğu söylenmektedir.

«Çünkü gümüş koku yapar ilh...» Altından burun edinmek İmam ka-tında caizdir. Yani diş bağlamak

ile burun edinmek arasında İmam ka-tında fark vardır. Çünkü burunda zaruret vardır. Zira gümüş

kokar. Ha-ram olan bir şey de ancak zaruret için mubah olur. Diş meselesinde gümüş vardır.

Gümüşten daha ileri olan altına ihtiyaç yoktur. El-İtkânî dedi ki:

Birisi İmam Muhammed´e yardım etmek hususunda şöyle diyebilir: Biz bu zaruretin diş hususunda

kalktığını teslim etmiyoruz; çünkü diş-teki gümüş de kokar. Bunun esası Et-Tahâvî´nin Arfece bin

Sâ´d´e kadar götürdüğü senedle rivayet ettiği hadistir. Bu zatın câhiliyye harblerinde meşhur olan

El-Kulâb harbinde burnu kesildi. O gümüşten bir burun edindi. Onu taktı. O iltihaplandı. Cenab-ı

Peygamber kendisine altından bir burun edinmesini emretti, o da öyle yaptı.

Hadisin metnindeki EL-KULAB bir vadinin ismidir, hadise orada ol-muştur. Evet, kelâmın

zahirinden anlaşılıyor ki, ittifaken burun hem gü-müşten, hem de altından olabilir. İmam El-Pezdevî

de bunu sarahaten söyledi. İmam El-İsbîcâbî burada da ihtilaf vardır, dedi.

Et-Tatarhâniye´de «Bu ihtilâfa binaen kişinin burun veya kulağı ke-sildi veya dişi düştü mü, kişi

başka bir diş edinmek isterse, İmam katın-da o dişi ancak gümüşten yapabilir. İmam Muhammed´in

katında altın-dan da yapılabilir. El-İtkânî, burun hususundaki ihtilafın sabit olmasını şiddetle

reddeder. Yani: «Bu ne İmam Muhammed´in, ne El-Kerhî´nin ne de Et-Tahâvî´nin kitablarında

zikredilmemiştir» diyor. Ve buna binaen imamın nassa muhalefet etmesi gerekirdi.

El-Mukaddesî onunla bu meseleyi münakaşa ederek el-İsbîcâbî «Na-kilde hüccettir» dedi. Ve bir de

hadis tevile kabiliyetlidir ve bir de bu Arfece´ye mahsus bir hükümdür. Nitekim Cenab-ı Peygamber

özel ola-rak bedenlerinde kaşınma olduğu için Zübeyr ve Abdurrahman´a ipekli elbise giymeyi helâl

kıldığı gibi. Tebyîn´de de böyledir. Ben derim ki: Bu görüşün arasını bulmak mümkündür.

El-İsbîcâbinin zikrettiği, İmamdan gelen şazz bir rivayettir. Ve bunun için de İmam Muhammed,

El-Kerhî ve Tahâvî´nin kitablarında zikredilmemiştir. Allah hakikati daha iyi bilir.

«Çocuğa altın ve ipekli giydirmek mekruhtur, ilh...» Zira nass altın ve ipekliyi Ümmet-i

Muhammed´in erkeklerine haram kılmıştır. Nassta buluğ ve hürriyet kaydı yoktur. Çocuğa yani

erkeğe altın ve gümüş elbise giy-diren bir kimse günahkâr olur. Çünkü biz çocukları haramlardan

koru-makla emredildik. Bunu Timurîâşî rivayet etmiştir. El-Bahr´uz Zâhir´de şu hüküm yer

almaktadır:

«İnsan için eller ve ayakları kınalamak mekruhtur. Çocuk için de böyledir. Ancak bünyesinin bu

ihtiyacı varsa mesele değişir. Kına kadın-lar için beissizdir.» T.

Ben derim ki: Bunun zahiri şudur: Erkek için mekruh olduğu gibi bu-nu sabiye tatbik etmek de

mekruhtur. Kadın için de mekruhtur, sabiye tatbik edilmesi. Fakat kadın kendi nefsine kullanırsa

helâldir.

«Abdest için peşkir edinmek mekruh değildir ilh...» sözüne gelince, bunu muteahhir âlimler tasrih

etmiştir. Çünkü müslümanların teamülü böyledir. Ğâyetü´l-Beyân adlı kitabta Ebû İsa Tirmizî´den

rivayet edilerek diyor ki: «Bu hususta herhangi bir şey sıhhatli olarak gelmemiştir. Yani mekruh

mudur, değil midir hususunda bir hadis yoktur. Sahabelerden bir kavm ve onlardan. sonra gelenler

abdestten sonra mendil kullanılmasını ruhsatlı görmüşlerdir.»

Bu hükmün tamamı Gâyetu´l-Beyân adlı kitaptadır.

Sonra bu namazın haricindedir. Çünkü El-Bezzâziye´de nakledildiğine göre; ter silmek için


kullanılan çaputu namazda taşımak mekruhtur. Zira o çaputa sümük de alınır. Fakat bu kerahet

«sümük necistir» diye değil-dir. Belki musalli Allah´ı tazim eder, bununla namaz kılmakta ise tazim

yoktur.

«Eğer bu mendil tekebbür için edinilirse mekruh olur ilh...» Kıymeti olan bir parçadan edinilmesi

tekebbür için olduğunun delilidir. Bezzâziye.

Bununla bilindi ki burada bu mendilinden ipekliyi kapsayan şey kas-tedilmiştir. Sonucu çıkarmak

sahih değildir. Bunu bazıları sarahaten söy-lemişlerdir.

BİR EK:

Bazı fakîhier, salihlerin ve velilerin kabirleri üzerinde perdeler koy-mak, sarıklar ağlamak, elbiseler

koymak mekruhtur, demişlerdir. Fetavâ´l-Hücce´de: «Kabirler üzerinde perdeler germek mekruhtur.

hükmü yer almaktadır. Lâkin bizler deriz ki: Şu zamanda avamı nassın gözünde o kabrin sahibini

tazim etsin, tahkir etmesin kastı varsa bir de gafil kim-selerin ziyareti anında onlara bir huşu ve

edebcelbediyorsa, her ne ka­dar bu bidat ise de, böyle yapmak caizdir. Çünkü ameller niyetlerledir.

Bu tıpkı fakîhlerin: «Veda tavafından sonra kişi Mescid-i Harâm´dan çı-kıncaya kadar Kabe´yi ziyaret

ve tazim etmek üzere gerisin geriye gi­der» demeleri gibidir. Hatta Minhâcu´s-Salikîn´de der ki:

«Böyle yapmak rivayet edilmiş, bir sünnet ya da anlatılagelen bir olay değildir. Fakat bizim

arkadaşlarımız bunu yapttılar.»

Üstad Abdulganî en-Nâblûsî´nin, Keşfunnur an Eshâbı´l-Kubûr adlı kitabında da böyle yazılmaktadır.

«Hatırlatma yüzüğü de mekruh değildir ilh...» El-Hidâye´de der ki:

Rivayet edildiğine göre: «Cenab-ı Peygamber bazı esbabına «retîme» {hatırlatma ipi)» bağlamalarını

emretti.»

El-Minâh´da diyor ki: «Bu şu nedenden ötrü zikredilmiştir: Bazı in-sanlar ipleri azalarının ´bazılarına

bağlıyorlar. Zincirler ve başka şeyler de bağlıyorlar. Bunun bağlanması mekruhtur. Çünkü bu

sadece bir ma-nâsız harekettir. Ama retim ise bu -kabilden değildir. Şerhu´I-Vikâye´de böyle yer

almıştır.»

T. demiştir ki: «Bundan anlaşılıyor ki bazı erkeklerin pazularına bağ-ladıkları pazubend denen

nesne mekruhtur.»

«Et-Müctebâ´da: Mekruh olan temime (muska, hamail, nazarlık) Arapça yazılmayan temîmedir ilh...»

sözüne gelince, El-Müctebâ´da benim gördüğüm: «Temîme yani muska Kur´ân´dan başkası ise

mekruhtur.» Ba-zıları da: «Temîme cahiliyet döneminde çocukların omuzuna asılan na-zarlık

boncuktur» demişlerdir.» Başka bir nüshaya müracaat edilsin.

El-Muğrib adlı eserde: «Bazılarının muâzât´ı yani nazarlıkları Temâ-im sanırlar. Temîme,

boncuklardır. Halbuki muâzât´ta Kur´ân veya Allah´-ın isimleri yazıldığı takdirde beis yoktur.

Avze´nin (Korunma muskasının) mekruh olması Arapça´dan başka bir dille yazılmış olduğu ve ne

olduğu bilinmediği takdirdedir. Çünkü buna küfür sihir ve başka şeyler katılabilir. Kur´ân´dan veya

dualardan bir şey olana gelince, bunda bir beis yoktur.»

Ez-Zeylaî dedi ki: «Retîme bazı kimseler tarafından temîme ile karış-tırılıyor. Halbuki temîme, boyna

asılan veya cahiliyyette ellerde asılan bir iptir. İddialarına göre bunu nefislerinden zararı

uzaklaştırmak için yapıyorlardı. Bu nehyedilmiştir. Dudûdu´l-İman´da bunun küfrolduğu

zik­redilmektedir.»

Eş-Şelebî, İbnu´l-Esîr´den rivayet ediyor: «Temâîm, Temîmenin çoğulu-dur. Tamâim boncuklar idi ki,

Araplar onları çocuklarına takarlar, onlarla çocuklarından, iddialarına göre, nazarı, kötü bakışları

uzaklaştırırlardı. İslâm bunu iptal etmiştir. Diğer hadisde şöyle dendi: «Kim ki bir temîmeyi takarsa

Cenab-ı Hâk onun için (birşey!) tamamlamasın.» Çünkü onlar temîmenin deva ve şifâ olduğuna

inanıyorlardı. Hatta temîmeleri Allah´a ortak koştular. Çünkü onlar temîmelerle onlar hakkında

yazılmış kader-lerin defini kastederlerdi. Ve Allah´tan başkasından eziyyetin def ini taleb ettiler.» T.

El-Müctebâ´da şu hüküm yer almaktadır: «Kur´ân ile şifâ taleb edil-mesi meselesinde ihtilâf vardır.

Hasta veya zehirli haşereler tarafından ısırılmışın üzerinde Fatiha okunacaktır veya bir kâğıda

yazılıp da onun üzerine aşılmalı mıdır Veya bir leğene yazılıp o leğen yıkanarak suyu ona içirilecek

midir Böyle ihtilâflar vardır. Cenab-ı Peygamberden kendi nefsi için taviz okuduğu rivayet

edilmişti.» El-Müctebâ, Allah kendisin-den razı olsun, der ki: «Halkın bugünkü işlemi caiz olması

üzerinedir. Ve bu konuda eserler varid olmuştur. Cünub veya hayızlı bir kadının muskayı eğer sarılı

ise, bazusuna bağlamasında bir beis yoktur.»


T. Dedi ki: «Dikkat et. Temîme (muska)ların benzerinde Kur´ân´ın Mukattaa Harflerle yazılması caiz

midir, değil midir Çünkü o Kur´ân´ın yazılması hakkında varid olan tarz değildir.»

El-Hâniye´de şu hüküm var: «Bir yaygın veya seccade vardır. Onun üzerine örgüsünde «Mülk

Allah´a mahsustur» ibaresi vardır. Onu kullan-mak ve yaymak mekruhtur. Onun üzerine oturmak

mekruhtur. Eğer bir tarafını diğerinden ayırırsa veya bazı harflerin üzerine dikişler yapılarak onları

kaybederse; öyle ki kelime bitişik kalmamışsa yine de kerahet kalkmaz. Çünkü müfred harflerin de

hürmeti vardır. Eğer o yaygının veya seccadenin üzerine El-Melik veya El-Elif veya sadece El-Lâm

yazılı ise hüküm yine böyledir.»

Bu eserde şu da vardır: «Bir kadın, kocası kendisini sevsin diye bir muska taşıyabilir mi

El-Câmiussağîr´de zikredildiğine göre bu helâl değildir, haramdır. Bunun açıklaması İhyâu´l-Mevât

konusundan biraz ön­ce gelecektir.

Yine Hâniye´de «Nevruz günlerinde parçalar yazıp kapılara yapıştı-rılması mekruhtur. Çünkü burada

Cenab-ı Hakk´ın, Peygamberin ismi ha-fife alınmış olur» denilmektedir. Yine Bu kitabta, «Ekili

tarlalara karpuz tarlalarının içerisine korkuluk dikmekte beis yoktur» kaydı vardır. Bun-ları gözlerin

yani kötü nazarın defi için yapıyor. Çünkü kötü nazar haktır, mala, insana, hayvana isabet eder.

Onun eseri bu hususta belirgindir. Bu, eserlerle de bilinmiştir. Binaenaleyh kötü bakışlı tarlaya

baktığında evvela bakışı o dikilen kafaların üzerine düşer. Çünkü o yüksektedir. On-dan sonra

tarlaya düşer ki bu zarar vermez. Rivayet ediliyor ki bir kadın Allah Resulüne geldi: «Ey Allah´ın

Resulü, biz çiftçiyiz, ziraatımıza nazar dokunmasından korkuyoruz. Ne yapmalıyız diye sordu.

Cenab-ı Pey-gamber ona: Ekili yere bir kuru kafa dikmesini emir buyurdu.»

EK:

Buharı sarihi Aynî, «nazarın hak olduğu» konusunda şunları yazar: Ebû Dâvûd, Hz. Âişe´den rivayet

ediyor. Âişe buyurdu: «Gözü dokunan kişiye emredilir, abdest alırdı, sonra bu su ile kendisine

nazar dokunan yıkanırdı.»

«İyâd dedi ki: «Bazı âlimlerin dediğine göre bir kişi kötü nazarla bilinmişse ondan sakınmak

uygundur. Yetkili makam onu halkla haşır ne-şir olmaktan men etmelidir. Evinde oturmaya mecbur

etmelidir. Eğer fakirse kendisine yetecek kadar maaş vermelidir. Çünkü bunun zararı sarmısak ve

soğan yiyenin zararından daha fazladır. Bir de Hz. Ömer´in bu tip insanların halkla karışmasını

yasakladığı, onları cüzamlıların za-rarından daha şiddetli zararlı olduğu bilinmektedir.»

En-Nesâî´de şu hüküm yer almaktadır: «Allah´ın Resulü buyurdu: «Sizden herhangi bir kimse,

nefsinden, malından veya kardeşinden bir şeyin hoşuna gittiğini gördüğü zaman bereketle dua

etsin. Kesinlikle göz haktır.»

«Bereketle dua şöyle demesidir: «Tebarekallahu ahsenul hâlikîn.» Ya Rab, buna bereket ihsan

eyle.»

«Gözü dokunan yıkansın diye emredilir. Eğer yıkanmaktan imtina ederse ilgili makam onu

yıkanmaya cebreder.» Özet olarak aldığımız bu bilgilerin tamamı el-Ayni´de´dir.

Gerçeği en iyi bilen Allah´dır.








BAKMA VE DOKUNMA FASLI

METİN

Erkek diğer erkeğe, göbek altı ile diz kapakları arasındaki hudud hariç, bakabilir. Şehvet hududuna

varan bir genç oğlanın bedenine de bakabilir. Müctebâ. O genç oğlan yüzü güzel ve tüysüz olsa

bile. Bu, na-maz bahsinde geçmişti.

Metinde iki defa geçen er-Raçul (erkek) kelimesi, ikisinin de aynı ki-şiyi ifade ihtimalini doğurduğu

için ikincisinin «racul» şeklinde yazılması daha evlâ olurdu. Bundan sonra gelen meselede de

durum bu şekilde-dir. Kuhistânî.

Bana göre burada îfadenin bulunduğu yer böyle bir anlamaya mey-dan vermez. Dikkat edilsin.

Ez-Zâhidî´den nakledilmiştir ki; bir erkek izni olmak şartıyla diğer bir erkeğin avret yerlerine

bakmakla günahkâr olmaz.

Derim ki: Buna dikkat edilmelidir. Hatta Ez-Zâhidî´nin lafzı şöyledir: «Açık olmadığı halde

başkasının görülmesi caiz olmayan uzuvlarına bak-mak insanı günahkâr etmez.» tarzın dadır. Bu iyi

bilinsin!... Ancak kişi göbek ile diz kapaklarının altında kalan yerlere bakamaz. Göbek görü-nebilir,

fakat diz kapağı görünemez.

Kişi, hanımının ve kendisine cinsî ilişki helâl olan cariyesinin tena-sül uzvuna bakabilir. Ateşperest

olan cariyesi, kendisiyle kitabet akdi veya kendisiyle başkası arasında ortak olan cariye, başkasının

nikâhın-da bulunan cariyesi, süt veya sıhriyet yoluyla kendisine mahrem olan cariyesi bu hükmün

dışındadır. Evet, bunların hükmü ecnebi bir kadının hükmü gibidir. Yani bedenlerine bakmak

haramdır. Onlara bakamaz. Müctebâ.

Bu mesele ön ve arkası yırtılarak birlesen bir cariye hususunda müşküldür. Zira kişi bu cariye ile

cinsî ilişki kurmak yetkisine sahib de-ğildir ve ona bakamaz da. Kuhistanî.

Ben derim ki: Burada galib duruma göre hareket edilir, denmiştir.

Şehvetle veya şehvet olmaksızın hanımının ve helâl olan cariyesinin tenasül uzvuna bakabilir. Fakat

evlâ olan bakmamaktır. Çünkü bu, unut-kanlığa yol açar.

Mahremi olan yani kendisine sonsuza dek haram olan bir kadının başına, yüzüne, göğsüne,

baldırlarına ve bazularına, şehvetten emin ise, bakabilir. Mahremden maksad, ebediyyen kendisine

nikâhı helâl olma-yan kadındır. Bu mahremiyet isterse neseble, isterse -zina dahil- başka bir

sebeble olsun. Eğer kişi hem kendisinin hem de kadının şehvetinden emin ise ona bakabilir. Bunu

el-Hidâye´de zikretmiştir.

Kim ki: «Şehvetinin emniyeti sözüyle ancak kişinin kendi şehveti kastedilmiştir» derse, o manada

kusur yapmış olur. İbn-i Kemâl.

Eğer şehvetten emin değilse bakamaz. İster şehvetten emin olsun ister olmasın, kişi mahremi olan

bir kadının sırtına ve karnına bakamaz. Burada İmam Şafiî´ye aykırılık vardır. Kişi aynı zamanda

mahreminin bal-dırlarına da bakamaz. Bunun aslı şu âyettir:

«Onlar ziynetlerini ancak kocalarına gösterebilirler» (Nur, 31)

İşte bu zikredilen mahaller ziynet yerleridir. Ama sırt ve benzeri yer-ler ziynet yerleri değildir.

Başkasına ait olan cariyenin, ister mudebbere, ister ümmü veled ol-sun, hükmü böyledir. Yani

mahreminin neresine bakabiliyorsa bahis ko­nusu cariyenin de o yerlerine bakabilir. Erkek olsun,

kadın olsun bakıl-ması helâl olan yerlere dokunulması da helâldir. Eğer kişi kendisinin ve cariyenin

şehvetinden emin oldukça... Çünkü Cenab-ı Peygamber, Hz. Fâtıma´nın başını öperdi. Ve O: «Kim ki

annesinin ayağını öperse sanki cennet kapısının eşiğini öpmüştün) buyurdu.

Eğer şehvetten emin değilse veya içinde şüphe varsa bakması da, ellemesi de helâl değildir. İbn

Sultan´ın Keşfu´l-Hakaik´i ve El-Mücteba.

Ancak bir ecnebi kadının bakılması helâl olan yerlerine elini dokunduramaz. Kadının yüzünü ve

ellerini ellemesi helâl değildir. Şehvetten emin olsa dahi... Çünkü bu daha ağır bir ayıptır. Bunun

için bununla ni-kâh hürmeti sabit olur. Bu hüküm genç kadınlar hakkındadır.

Şehvet uyandırmayan ihtiyar kadınların elini sıkmakta onların eline dokunmakta bir beis yoktur.

Şehvetten emin olduğu zaman onun elini ellemekte de bir beis yoktur. Ne zadan dokunmak caizse o

zaman yol-culuğa götürmesi de caiz olur. Eğer kendi nefsinden ve ondan emin ise onunla tek

başına bir yerde bulunabilir. Aksi takdirde duramaz. El-Eş-bâh adlı kitabta: «Ecnebi bir kadınla

yapayalnız, başbaşa kalmak haram-dır. Ancak kadın borçlu ise, borcunu ödemekten kaçarak bir


harebeye girmişse ancak o harabede onu bekleyebilir. Veya kadın çirkin bir ihtiyarsa, veya perdeli

ise onunla beraber durabilir» hükmü yer almaktadır.

Mahrem olan bir kimse ile bir yerde başbaşa kalmak mubahtır. An-cak, sütten kız kızkardeşler ve

genç kainvalide müstesnadır.

es-Şurunbulâlî´ye adlı kitapta el-Cevhere adlı kitaba atıf ederek şöyle denildi: Aksıran veya selâm

veren ihtiyar bir kadın hariç kişi ecnebi bir kadınla konuşamaz. Aksıran kadına dua eder, selâmı

cevaplandırır. Aksi takdirde, yani ihtiyar değilse bunu da yapamaz.

Bununla anlaşıldı ki el-Kuhistaninin: «Kişinin muhtaç olmadığı bir şeyle onunla konuşur»

ibaresindeki «la» harfi fazladır. Dikkat!..

Kişinin bakılması helâl olan yeri ellemesi helâldir. Onu satın almak istediği zaman, bu takdirde

şehvetinden korksa bile, elleyebilir. Çünkü bunda zaruret vardır. Bazıları «bizim zamanımızda

elleyemez» demişler-dir. El-İhtiyâr´da bu kesinlik kazanmaktadır. Yani kesinlikle elleyemez

denilmektedir.

Ekmek yaptırmak için iş gücünü kiralayacağı zaman ayaklarına ve kollarına da bakabilir

demişlerdir. Tatarhâniye.

İZAH

«Elleme» ibaresi burada fazladan getirilmiş, çünkü musannif bun-dan söz etmiştir. Başlıkta bunun

zikredilmemesi .ihtiyaç anında müraca-at edilsin diye yerinin bilinmesi kabilinden zikredilmesi daha

evlâ ise de kusur sayılmaz. T.

«Erkek erkeğin ilh...» El-İnâye´de ve başka kitaplarda «insan uzvu-na bakma meseleleri dörttür.»

denilmektedir.

1 - Erkeğin kadına, bakması,

2 - Kadının erkeğe bakması,

3 - Erkeğin erkeğe,

4 - Kadının Kadına bakması.

Birinci kısım dört bölümden ibarettir:

A) Erkeğin yabancı hür kadına bakması,

B) Erkeğin kendine helâl olan hanımına ve cariyesine bakması,

C) Mahremi olan kadınlara bakması,

D) Başkasının cariyesine bakması. Anla!

«Şehvet haddine varmış ilh...» demek, murâhik olmuş demektir. Bu-rada onda olan şehvetin haddi

kastedilmektedir. T.

Ben derim ki: «Namazın şartları» bahsinde nassı şu olan bir ibare getirdi: «Es-Sirâc´ta çok küçük

olan, erkek çocuk için ayıp yoktur. İştah çektikten sonra ön ve arka ayıp yerlerin görünmesi

haramdır. Sonra on yaşına varınca avreti galizlesin Ondan sonra da baliğ gibi olur.»

El-Eşbâh adlı kitab´ta: «Erkek çocuk onbeş yaşına kadar kadınların bulunduğu yere girebilir» diyor.

Dikkat!..

«Güzel yüzlü tüysüz dahi olsa ilh...» El-Hindiye adlı kitapta şu hü-küm yer almaktadır: «Erkek çocuk

erkeklik çağına vardığında eğer par-lak yüzlü değilse onun hükmü erkeklerin, eğer parlak yüzlü ise

onun hük-mü kadınların hükmüdür. O tepesinden tırnağına kadar avrettir, ona şehvetle bakmak

helâl değildir. Onunla başbaşa kalmak, şehvetsiz ona bak-mak ise zararsızdır. Bunun için ona peçe

takılması emredilmedi. El-Mültekat adlı kitapta da böyle denilmektedir. Bu kitab mahremiyeti

gerek-tiren şehveti zikretmedi. Acaba o kalbin meyli midir Yoksa tenasül uz-vunun harekete

geçmesi midir Bu yazılsın.» T.

Ben derim ki: Sarih nikâh babının muharremât faslında şunu söyle-di: «Evlenme hürmetini

gerektiren bakmada ve dokunmada şehvetin hu-dudu, aletin harekete geçmesi veya hareketli ise

hareketinin artmasıdır. Bununla fetva verilir. Bir kadın veya kalbi harekete geçiren veya

hareket-liliği artan bir ihtiyarın benzeri hakkında da bu fetva verilir.»

El-Kuhistânî bunu bizim imamlarımızdan naklettikten sonra dedi ki: «Âlimlerin umumisi dediler: Bu

şehvetin haddi kalb ile meyletmek, boy-nuna sarılmayı arzu etmektir. Bazıları da onunla harama

aldırış etmek-sizin cinsel ilişki kurmayı kastetmektir, dediler. Nitekim bir mısrada bu şekilde ifade


edilmiştir: «Kadınlar hususunda ise bunun hududu, sadece kalbî iştahtır.»

El-Kuhistânî bu fasılda şunu söyledi: «Kadına bakmanın helâl olması için şart: O kadına ve o kişiye

bakmanın helâl olması için yakîn yoluyla şehvetten emin olmaktır. Yani o kadına veya o kişiye

yaklaşmak için ne-fisle bir meyi olmayacaktır. Onun veya o kişiyi ellemeye, bakışla beraber böyle

bir meyil olmamalıdır. Öyle ki güzel yüz ile çok meta arasındaki tefrikayı idrak edecektir.

Binaenaleyh öpmeye olan meyi haram edici şehvetin üstünde bir durumdur. Onun için selef lutîler

yani gulamparalar bir çok sınıftır, derler:

A)Bir sınıf vardır ki sadece bakarlar,

B)Bir başka sınıf el sıkarlar,

C)Bir sınıf vardır ki o kötü fiili icra ederler.

Bunda, buna işaret vardır ki, kişi onda şehvetin olduğunu biliyor, zannediyor veya şüphe ediyorsa,

El-Muhît ve başka kitaplarda yer al-dığına göre, nazar haram olmuş oluyor.»

Ben derim ki: Hülâsası şudur: Sadece nazar ve o yüzü güzel say-mak, onu çirkin yüze üstün kılmak,

tıpkı büyük ve çok olan metaın gü-zel kabul edilmesi gibidir. Bunda herhangi bir beis yoktur. Çünkü

insan tabiatı bundan hali değildir. Hatta bu küçük yaşta bile bulunur. Mesela mümeyyiz küçük

çocuk, güzel yüzlerle çirkinlerden daha fazla ülfet eder. Ona daha fazla rağbeti vardır. Onu daha

fazla sever. Ayriyeten bu du-rum hayvanlarda da mevcuttur. Güzel bir kadına meyleden ve bahsini

onun üzerine koyan bir deveden bahsedildi Bana ki; deve o güzel ka-dını gördükçe onun üzerine

başını koyar, başka insanların yanına gitmezmiş. İşte devenin bu yaptığı şey şehvet nazarı değildir.

Şehvet an-cak bu meyilden sonra onun yakınlığına veya ona meyletmeye, bol ve güzel metaa oton

meylinden daha fazla olarak yakınlık meyli göstermek-tir. Veya sakallı bir insana olan meylinden

fazla meyil göstermektir. Çün-kü sakallı bir insana meyi, sadece istihsânîdir. Onda beraber bir

lezzet veya kalbin o sakallıya doğru hareketi bahis konusu değildir. Tıpkı oğ-luna veya güzel yüzlü

kardeşine meylinde olduğu gibi. Bu meylin üstün-de öpmek, boynuna veya kendisine sarılmak

yahut da kendisiyle yatmak meyli gelmektedir. Bu meyi tenasül uzvunun hareketi olmaksızın da

olsa böyledir. Nikahlanma hürmetinde şart koşulmasına gelince, umulur ki bu ihtiyat içindir. Allah

daha iyisini bilir.

Gizli değildir ki en ihtiyatlı durum, kayıtsız şartsız bakmamaktır. Ta-tarhâniye´de dedi ki:

«Muhammed bin Hasan güzel yüzlü idi. Ebû Hânife ders esnasında onu daima arkasında

oturtuyordu. Veya bir direğin arkasında oturmasını istiyordu. Takvasının kemaline rağmen gözün

hainliiğnden korkardı.»

Bizim namazın şartları bahsinde yazdıklarımıza müracaat et.

«Erkeğin erkeğe bakması» sözündeki ifadelerde birincisi ikincisinin aynı olduğu hususunda vehm

olmasın sözüne gelince, ikinci kelime de birincisi gibi ma´rifedir. Aynı kelime ma´rife olarak tekrar

edilirse ikinci-sinden birincisinin kastedildiği anlaşılır. Fakat bu kaide küllî değildir. Zira Cenab-ı

Hâk, Kur´ân´da: «Sana da, (ey Muhammed) önündeki kitabtan olanı doğrulayıcı olarak kitabı

(Kur´ân´ı) hak olarak indirdik.» (el-Mâide-48) buyurmaktadır. Yani bu âyette El-Kitab kelimesi ma´rife

olarak tekrar edilmişse de ikincisiyle birincinin aynısı kastedilmemiştir. Zira birincisi Kur´ân,

ikincisi Tevrat, İncil ve diğer semavî kitablardır. Mümkündür ki şöyle denilsin: Birinci ve i-kinci

kelimedeki elif-lâm´lar cins içindir. Cins için olan eliflâm´larla marife olan nekîrenin hükmündedir.

Ez-Zahîre ve diğer kitaplarda yer aldığına göre: «Kadının sırtında elbise varsa, ve eğer elbise

bedene bitişik ve bedeni gösterecek nitelik-te ince olmazsa elbise altında onun bedenini dikkatle

zihinde tasavvurda beis yoktur. Eğer bitişik veya ince olursa: kişiye en uygunu gözünü bu bakıştan

alıkoymasıdır.»

Et-Tebyîn adlı kitapta dedi ki: «Kadının sırtında elbise varsa ve o el-bise de altındaki beden hacmini

göstermiyorsa onun bedenini süzmek-te, teemmül etmekte beis yoktur. Eğer hacmi gösteren

nitelikte ise o za-man kadının vücuduna bakılmaz. Çünkü Cenab-ı Peygamber: «Kim ki arkadan bir

kadına bakar, elbisesini görürse, kemiklerinin hacmi kendi-sine görünecek derecede onu süzerse

Cennet kokusunu koklayamaz» buyurmuştur. Bir de kadının elbisesi vücudun vasıflarını

göstermedikçe bakan, kadının içinde bulunduğu bir çadıra bakmak gibidir. Elbise, için-deki bedeni

aksettiriyorsa o vakit kadının azalarına bakmış oluyor de-mektir.»

Derim ki: Bunun ifade ettiği manâ şudur: Azanın hacmini gösterecek tarzda elbise giymek

memnudur. Velev ki o elbise, içindeki bedeni gös-termeyecek tarzda kalın olsa dahi. Hacm kelimesi

konusunda El-Muğrib şunları söyler: «Gebe bir kadını elledim. Karnındaki çocuğun hacmini


bul-dum» denilir.» «Cariyenin göğsü üzerinde memeler hacimlendiler, yani yüceldiler.» denilir.

Hacmin hakikati o yücelirse, irtifa gösterirse demek­tir. Kemiklerin hacmi görününceye kadar sözü

de böyledir.»

Bu tefsire göre bedenle bitişik, vücuddaki azaların hacmini göste-ren elbise beden üzerinde dahi

olsa başkasının avretine bakmak helâl değildir. «Hacmi vasıflandırmıyorsa» sözü de bu manâ

üzerine hamledil-sin. Düşünülsün.

«Diz kapağı da avrettir ilh...» Yani görülmesi caiz olmayan uzuvlar-dandır. Çünkü Darakutnî «Göbek

altından diz kapağına kadar avrettir»

rivayetini yapmaktadır.

El-Hidâye´de de geçtiği gibi Rukbe (dizkapağı) baldır ile dizin üstün-deki kalça kemiklerinin

birleştiği noktadır. El-Burcundî´de «Göbeğin al-tından maksad, göbekten geçmekte olan çizginin

altıdır. Bu çizgi be-den çevresi etrafında dolanır. Öyle ki her tarafta onun uzaklığı eşittir.» diyor.

El-Hidâye´de şu hüküm yer almaktadır: «Göbek, Ebû Esmat ve Şa-fiî´nin hilâfına rağmen avret

sayılmaz. Fakat dizkapağı Şafiî´nin hilâfı-na rağmen avrettir. Kalın baldır, yani uyluk, Zahirîlerin

hilâfına rağmen avrettir. Göbeğin altından tenasül uzvunun etrafındaki kılların bitim nok-tasına

kadar olan kısım İbnü´l-Fadl´ın hilafına rağmen avrettir. İbn Fadl bu hususta adete güvenmiş, hass

ile adete itibar edilmez hükmü ise apa-çıktır. Dizkapağının avret olması hükmü baldıra nazaran

daha hafiftir. Baldırdaki avret hükmü kabul ve düburdeki avret hükmünden daha ha-fiftir. Öyle ki diz

kapağını açan bir kimseye yumuşakça «kapat» diye nasihat edilir. Baldırını açan bir kimse ondan

biraz daha şiddetli bir şekilde uyarılır. Ön ve arkasını yani kabul ve dübürünü açan bir kimse ise

eğer bunda ısrar ederse dövülmek suretiyle edeblendirilir.» Özetle.

«Kişi hanımına ve cariyesine ilh... O, onlara onlar da tepeden tırnağa kadar, şehvetle dahi olsa

bütün bedenine bakabilir. Çünkü bakış, helâl olan cinsî ilişkiden daha hafiftir. Madem ki aralarında,

cinsî ilişki cereyan ediyor, bakış da olabilir. Kuhistânî.

«Helâl» kelimesi Hidâye´de olduğu gibi cariyenin vasfı yani helâl olan cariyenin kaydıdır. Çünkü

mecusî olan câriye helâl değildir. Fakat en ev-lâsı, bu kaydın nikâhlısına da ait olmasıdır. Çünkü

El-Kuhistânî´de «Kişi zihâr ile kendisinden ayrılan kadının tenasül uzvuna bakamaz»

denilmek-tedir. Bu da Ebû Hânife ve Ebû Yûsuf´un dediğine binaendir. Onun tüy-lerine, saçarına,

sırt ve göğsüne bakabilir. Kadıhân´da böyle yer aldığını görüyoruz. Hayızlı kadına gelince kocasına

peştemal altındaki kısımlara yaklaşmak haramdır. Sarih hayız bahsinde şunları söyledi: «Peştemal

al-tındaki kısımlara bakmak, araları ellemek helâl midir, değil midir Burada tereddüt vardır.»

«Nikâh bağı yoluyla cinsi ilişki kurduğu kadın ilh...» Onun anası ve-ya kızı ile cinsi ilişki haramdır.!.T

El-Müctebâ´nın metninde geçmekte olan «Onun hükmü ecnebi hük-mü gibidir ilh...» ibaresinden

ecnebi cariye kastedilmektedir. Çünkü El-İnâye sahibi: «Kendisine helâl olan cariyesinin bütün

bedenine bakar kay-dı şu noktadan ileri geliyor» dedikten sonra şunları ilâve eder: «Mecusîye olan

cariyesinin hükmü ve sütten kardeşi olan cariyenin hükmü bakış hususunda başkasının cariyesinin

hükmü gibidir. Çünkü bütün bedene bakmak ancak cinsi ilişkinin helâl olması şartıyla caizdir,

helâldir. İlişki yok olduktan sonra bakmak da yok oluyor demektir.»

«Kendisine cinsi ilişi helâl olan cariyenin bütün bedenine bakmak kaydı ön ve arka organları

birleşen bir cariye için müşkülleşir ilh...»

Çünkü bu cariye ite cinsi ilişki kurmak, helâl değildir. Ancak ön yoldan cinsi ilişki kurduğu takdirde

arka yola karışmayacaktır, kanaatini taşıyor-sa o zaman helâldir. Eğer bu hususta şüphede ise

onunla cinsi ilişki ku-ramaz. Nitekim bu kaide El-Hindiye´de yer almaktadır.

«Onu terk etmek evlâdır ilh...» El-Hidâye´de «En uygun olanı kişi-nin hanımına, hanımının da kişinin

avret yerlerine bakmamasıdır.» deni-liyor. Çünkü Resul-ü Ekrem: «Herhangi biriniz ailesiyle cinsî

ilişki kur-duğu zaman gücü yettiği kadar gizlensin. Erkekler develer gibi soyun-masınlar»

buyurmuştur. Bir de avrete bakmak, unutkanlığı gerektirir. Bu hususta eserler vardır.

İbn Ömer (Allah ikisinden de razı olsun) derdi ki: «Bakmak, bak-mamaktan daha evlâdır. Çünkü

bakmak, lezzet manâsını tahsil hususun-da daha elverişlidir.»

Lâkin bu eserin şerhinde Aynî, bu sözlerin İbn Ömer´den ne sıhhatli, ne de zayıf bir senedle sabit

olmadığını kaydetmektedir.

Ebû Yûsuf´tan gelen rivayete göre şöyle denilmektedir: Ebû Hânife´den sordum: -Kişi hanımının

tenasül uzvunu elliyor. Hanım da koca-sının tenasül uzvunu elliyor ki daha fazla harekete geçsin.


Acaba bunda herhangi bir beis var mıdır

Ebû Hânife : «Hayır, herhangi bir beis olmaması bir yana ümid ederim ki ecirleri daha da büyür,»

buyurmuştur. Zahire.

«Tenasül uzvuna bakmak unutkanlık getirir ilh...» Gözü de zayıf düşürür. T.

BİR UYARI:

Daha önce kişi helâl olan cariyesine bakabilir. Cariye de kişinin bü-tün bedenine bakabilir,

demiştik. Molla Miskin dedi ki: «Cariye sahibi olan bir kadının cariyesinin bütün bedenine bakması,

cariyesinin de onun bü-tün bedenine bakması hükmü ise malum değildir.»

Molla Miskin´i açıklayan Ebussuud, bunun, musannifin «kadın kadı-na» ibaresinden istifade

edilerek söylendiğini zikretmektedir.

Ben derim ki; Zahire göre bu öyledir. Zira bu hususta kadın erkek gibi olsaydı kesinlikle bunu

nasseder, belirtirlerdi. Bir de fakihler; «Baş-kasının ziynet yerlerinden başka yerlerine bakmanın

helâlliği cinsî iliş-kinin helâl olmasına bağlıdır» demişlerdir. Nitekim bu husus daha önce geçmiştir.

El-İnâye ve En-Nihâye adlı eserde İstibrâ konusunun biraz önünde şu hüküm yer almaktadır:

«Kadınların hepsi, bazılarının diğerine bakmasının helâlliği hususunda eşittirler.»

«Kişinin sebeb dolayısıyla nikâhlanması ebediyyen helâl olmayan ilh...» Süt ve musaharet gibi.

«O sebeb zina da olsa ilh...» Nesebten gelmeyen sebebler süt ve musaharet ve zina gibi

sebeblerdir. Yani bir kadını annesiyle, ninesi, kızı veya torunuyla zina etmesinden dolayı kendisine

helâl değilse o kadı-nın ancak başına, yüzüne, göğsüne, baldırlarına, bazularına, eğer şehveten

emin ise bakabilir.

Zeylâî der ki: «O kadının ecnebi bir kadın gibi olması gerekir denil-miştir. Lakin hakikate itibar

etmek yönünden birinci görüş daha sıhhat-lidir. Çünkü o kadın ebediyyen ona haramdır.»

«Onu yalnız birincisinden ibaret kabul eden ilh...» İbn Kemâl, iba-resinde Tacu´l-Şerîa ve musannıfa

tariz ediyor. Yani «Onların şehveti sadece erkek taarfından nazarı itibara almaları husurludur» der.

«Kişi kadının sırt ve karnına bakamaz ilh...» demek sırt ve kar-na tabi olan iki böğrüne, ön ve arka

organlarına, arka deliği kapsayan iki kenara ve diz kapaklarına bakamaz demektir. Kuhistânî.

«O söylenenler ziynet yerleridir ilh...» sözüne gelince, bununla işaret edilir ki âyette ziynetin kendisi

kastedilmemiştir. Ziynetin takıldığı mahal kastedilmiştir. Çünkü ziynete bakmak mutlak şekilde

helâldir. O halde ziynetten bakmak ziynetin takıldığı yerlerdir. Baş tac´ın, yüz sürmenin, boyun ve

göğüs ise gerdanlıkların yeridir. Kulak küpenin mahallidir. Bo-zu «dümlüç» denilen bilezik yeridir

Kol bileziğin yeridir. Elayası yüzük ve kınanın mahallidir. Baldır halhal denilen ayak bileziğinin, ayak

kepçesi kınanın yeridir. Zeylâî.

Saç aks´ın yeridir. Yani saçları bir araya getirip bağlamakta kulla-nılan sicimler veya kadının

saçlarına eklemekte olduğu siyah iplerin ye-ridir. Muğrib.

«Öldükten sonra azati edilmesi şart koşulmuş veya Ümmü Veled ol-sa bile ilh...» Kendisiyle akt-i

kitabet edilen cariye, yarısı azad edilen yarısı azad edilmeyen cariye de İmâmın katında mudebbere

ve ümmü veled cariyeler gibidir. Kühistâni.

«Erkek ona mahremine baktığı gibi bakar ilh...» Çünkü onlar efen-dilerinin ihtiyaçları için çalışırlar,

efendisinin misafirlerine hizmet eder-ler. Bu esnada sırtlarında hizmet elbiseleri vardır. O

cariyelerin ecnebi-ler hususunda ev haricindeki halleri tıpkı kadının ev içindeki yakın ak-rabaları

hakkındaki haline benzer. Hz. Ömer bir cariyenin başında örtü gördüğünde onu kamçısıyla atar ve

«Ey deffar, bu örtüyü kendinden at.Sen hür kadınlara kendini benzetmek mi istiyorsun » derdi. Hz.

Ömer´in konuşmasında geçen «deffar» kelimesi koku veren, kirli paslı manâsını ifade eder.

«Ecnebiye olan bir kadının yüz ve elleri ellenmez ilh...» Tabii bu ec-nebiye cariyeden başkasıdır.

Et-Tatarhâniye´de Câmiu´l-Cevâmı" adlı kitabtan şu nakil yapılmaktadır: «Cariyenin efendisinin

bedenini ellemesi, saçlarını yağlaması ve iştahı çekmedikçe onun bedenini ovalamasında beis

yoktur. Ancak göbeği ile diz kapakları arasına dokunamaz.»

«Yüzünü ellemek caiz değildir ilh...» Ecnebi kadınını yüzüne bakmak caiz olmakla birlikte şehvetten

emin olsa bile el ve yüzünü elleyemez.

«Çünkü bu daha galizdir ve bununla musaharat hürmeti sabit olur ilh...» Bu ellemenin bakmaktan

daha galiz olduğu içindir. Maksad «elle-mek şehvetle olursa» demektir. Böylece mahrem ve

cariyeleri kapsamak-tadır. Hatta kişi halasının veya cariyesinin bedenini şehvetle ellerse, ki-şiye o


halanın veya cariyenin kızı haram olur.

«İştah çekmeyen ihtiyar kadına gelince ilh...» sözü üzerine; «böyle bir kadının elinin tutulmasının

haram olmaması için, kişinin de aynı şekilde iştah çekmeyecek halde olması gerekir»

denilmektedir. Kuhistânî bunu El-Kirmânî´den rivayet etmiştir.

Zahire sahibi dedi ki: «Eğer kadın acuze ve iştah çekmeyecek yaş-taysa onun elini sıkmakta veya

ellemekte herhangi bir beis yoktur. Erkek nefsinden ve kadından emin olduğu tarzda bir ihtiyarsa

onun da hükmü budur. O zaman kadının elini musafaha etmesinde beis yoktur. Eğer nef-sinden ve

kadından emin değilse bundan sakınmalıdır. Sonra İmam Muhammed; Kadın acuze ise kadının

ellenmesini erkek için mubah gör-müştür. Erkek benzeri cima etmez halde olma şartını nazarı

itibara alma-mıştır. Dokunan kadın olduğu zaman da bu meselede de bu şartı ileri . sürmemiştir.

Eğer ikisi de yaşlı ve benzerleri cinsi ilişkide bulunmayan halde iseler onların müsafahalarından

herhangi bir beis yoktur. Fetva anında buna dikkat edilsin.»

«Onu beraberinde sefere götürmesi caizdir ilh...]» Bu ancak mahrem olan ve başkasının cariyesi

hususundadır. İmam Muhammed «Başkası-nın cariyesiyle halvete çekilmek, onu sefere götürmek»

hususunu zikretmemiştir. Meşâyih bunun helâl olup olmadığı hususunda ihtilâf etmiştir. Bu iki

görüştür. Yani götürür görüşü de götürmez görüşü de tashih edil-mişlerdir. T.

Ben derim ki: «Bu hüküm onların zamanında idi. Bunun nedeni sarih ileride İbn Kemâl´de naklen

zikredecektir ki: «Mahremsiz bizim zamanı-mızda fesad ehli galib olduğu için bir cariye sefere

götürülmez. Bununla fetva verilir. Düşün.

«Hürr bir ecnebi ile halvet haramdır ilh...» Çünkü cariyedeki ihtilâfı daha önce öğrendin. Sarihin

«haramdır» ibaresi yerine El-Kınye´de: «Tahrim kerahetiyle mekruhtur ibaresi yer almaktadır. Ebû

Yûsuf´tan gelen rivayete göre haram değil, mekruhtur.»

«Şevhâ yani çirkin bir acuze olursa ilh... sözüne gelince, El-Kınye´de şöyle denilmiştir: «Acuze bir

kadının mahremi olmayan birisiyle sefere çıkamayacağı hususunda icmâ ettiler. Binaenaleyh genç

veya ihtiyar bir kişi ile başbaşa da kalamaz.» İhtiyarların elini sıkabilir. Eş-Şifâ´da El-Kermînî´den

gelen bir rivayete göre «Çirkin bir ihtiyar kadın ve benzeri çımadan kesilmiş bir ihtiyar erkek,

mahremler menzilesindedir.» Yani bir-birlerine mahrem sayılırlar. Zira ilk etabta hatıra gelen şudur

ki, onlar ecnebilere nisbeten mahremler menzilesindedirler. Muhtemel ki bu iba-reden maksat şu

olsun: Bu kişi o çirkin acuze ile beraber mahremler gibidir. Her iki ihtimali Zâhîre´den yaptığımız

nakil desteklemektedir. Sa-rihin bunu kayıtsız, şartsız belirtmesi tartışılır. Düşün.

«Veya bir hail ile ilh...» El-Kınye´de denildi ki: «Bir erkek bir evde bir kadın da başka bir evde ve her

evin ayrı bir kilidi varsa, fakat evlerin cümle kapısı birse, ikisini birleştiren bir başka ev olmadıktan

sonra ke-rahet yoktur.» Bu hüküm için El-Kınye üç kitaba işaret etti. Bundan son-ra da başka bir

kitaba atfen şöyle dedi: «Bu tarzda bir evde durmak halvet sayılır. Böyle bir halvet helâl değildir.»

Sonra başka bir kitaba işaret ederek: «Eğer kişi bâin bir şekilde ha-nımını boşarsa, onun bir

odasından başka meskeni yoksa, kendisiyle ka-dın arasında bir perde gerer.» Çünkü perde

olmadığı takdirde ecnebi ka-dın ile arasında halvet meydana gelmiş olur. Halbuki beraberinde bir

mahrem de yoktur. İşte bu onların dediklerinin sıhhatli oluşuna delâlet eder.» Çünkü aynı evin iki

odası bir perde gibidir, hatta perdeden de daha evlâdır.

Onun «perde ile iktifa edilir» sözü kocanın fasık olmaması şartına bağlıdır. Eğer koca fasık İse,

onunla talakı baine ile boşadığı kadın ara-sında güvenilir bir kadın perde olur. O güvenilir kadın da

el-İhdad konu-sunda zikredildiğine göre koca saldırganlık yapmak istediği zaman ona mani olacak

kudret ve güce sahib olacaktır.

El-Bahr sahibi El-Kınye´de söylenenin benzerini burada araştırma ko-nusu yapmak şöyle dedi:

«Eğer ecnebi bir kadın iddet çekmiyorsa onun hakkında da böyle demek mümkündür. Ancak bunun

hilâfına bir nakl mevcut ise o zaman bu hükümden vazgeçilir.»

El-Fetih´te: «Kadının kocası öldüğü zaman onun varisleri arasında kadına mahrem olmayan varsa

yine bu perde hükmü gereğidir.» denil-mektedir.

Ben derim ki: Kınye´nin: «Onların beraberinde mahrem yoksa» sözü ifade ediyor ki; eğer

beraberinde mahrem varsa halvet bahis konusu değildir. Bundan oluşarak meydana gelen şudur:

Haram olan halvet, perde germekle ortadan kalkar. Mahremin veya güçlü bir kadının varlığıy-la da

ortadan kalkar. Acaba başka bir kadının ecnebi kişinin varlığıyla da kalkar mı İşte bunu görmedim.

Lâkin İmametü´l Bahr adlı kitapta El-İsbîcâbî´den nakledildiğine göre; «Bir odada beraberlerinde bir

kişi veya ha-nımı, cariyesi, kızkardeşi gibi bir mahremi olmadığı halde kadınlara ´imam olması


mekruhtur. Eğer onlardan birisi olursa kerahet ortadan kalkar. Mescidde bu şekilde onlara imamet

yapması mekruh değildir.» Bahsi ge-çenlere mahrem denilmesi tağlîb yoluyladır. Bahr.

Zahir şudur ki, kerahetin nedeni halvettir. Ve bunun ifade ettiği de sudur ki, başka bir kişinin

varlığıyla o halvet, o kerahet ortadan kalkmaz. Lâkin şunu da ifade ediyor ki başka bir kadının

bulunması da keraheti ortadan kaldırmaz. Böylece buradaki hüküm «güvenilir bir kadınla iktifa

edilir» şeklinde geçen hükme ters düşer.

Sonra Münyetu´l-Müftî´de nassı şu olan bir ibare gördüm: «Başka bir kadın beraberinde olsa dahi

ecnebi bir kadınla başbaşa kalmak, kerâhet-i tahrimiye ite mekruhtur.»

Bana görünür ki onların «güvenilir kadın»dan maksadları benzeriyle cinsî ilişki kurulmayan bir

acuze olacaktır, bununla beraber kendisi ve boşanan kadından şerri defedecek kudrette olacaktır.

Düşünülsün.

«Ancak süt yoluyla gelen kızkardeşi müstesnadır ilh...» demesine ge-lince, El-Kınye´de denildi ki:

«El-Kâdî Es-Sadru´ş-Şehîd´in İstihsân´ında şu vardır: Süt kardeşle süt kardeşin halvete çekilmemesi

gerekir. Çünkü bu durumda galib olan cimaın meydana gelmesidir.»

Allâme El-Birî ifade etti ki «gerekir» manâsını ifade eden «yenbeğî» burada vücub manâsını ifade

eder. Yani süt kardeşin süt kızkardeşle baş-başa kalmaması vacibtir.

«Genç kayınvalde ilh...» sözüne gelince, el-Kınye´de «Kadın öldü, kocası ve annesi kaldı. Damad ile

kayınvalide fitneden korkmadıkları takdirde bir evde oturabilirler. Eğer ´kayınvalide genç ise

komşular da ikisi hakkında fitneden korkuyorlarsa onu damadından uzaklaştırma yet-kisine

sahiptirler.»

Kişinin dünürleri, İmam Muhammed´in ihtiyarına binaen hanımının mahremleridir. Mesele burada

ölen kadının annesi hakkında farzedilmiştir. İllet ifade eder ki onun kızı ve benzerleri için de hüküm

böyledir. Ni-tekim durum gizli değildir.

«Eğer aksıran kadın acuze değilse ilh...» gençse onu teşmit edemez. Yani o «Elhamdülillah» dese

kendisi «Yerkamukillâh» diyemez. Diliyle onun selâmını reddedemez. El-Hâniye´de denildi ki:

«Kadınla karşılaşan kişinin hükmü de böyledir. Onlar bir araya geldiklerinde evvela kişi selâm verir.

Ecnebi bir kadın selâm verdiğinde, eğer acuze ise kişi onun selâ-mına işiteceği bir sesle diliyle

cevap verebilir. Eğer genç ise onun selâ-mını nefsinde reddeder. Kişi ecnebi bir kadına selam

verdiği zaman hü-küm böyledir. Yani buraca cevap aksinedir. Ez-Zâhîre adlı kitapta: «Kişi aksırdığı,

kadın da ona yerhamukellah dediği zaman, eğer kadın acuze, ihtiyar ise «yehdina ve

yehdikümüllâh» diyecektir, aksi takdirde onun ce-vabını nefsinde verecektir» denilmektedir.

El-Hülâsa´da olduğu gibi ka-dın aksırırsa da durum böyledir.

«Bununla açıklandı ki Kuhistânî´nin naklindeki la fazladır ilh...» ibaresine gelince, Kuhistânî bu

nakli El-Mebsût´un Bey´ Bölümünden yapmaktadır. El-Kınye´de bir esere işaret ederek «Ecnebi bir

kadınla be-raber mubah kelâm caizdir» şeklindeki nakli bu ihtimali uzak saydırmak-tadır.

El-Müctebâ da başka bir kitaba işaret ederek: «Hadiste delil vardır ki muhtaç olmadığı şeyleri

kadınlarla beraber konuşmakta beis yoktur» denilmektedir. Halbuki bu malayaniye dalmaktan

değildir. Bu ancak için-de günah olan bir konuşmada olur. Zahire göre bu başka bir sözdür veya

acuz bir kadın üzerine hamledilir. Düşün.

Namazın şartları bahsinde geçti ki, kadının sesi racihe göre avret-tir. Bu husustaki konuşma orada

geçmiştir, oraya müracaat et.

«Zaruret için ilh...» ibaresine gelince, bu zaruret kadının bedeninin yumuşaklığını bilmektir. Bu da

sıhhatli bir hedeftir. Binaenaleyh onu elle-mek helâldir. İtkanî.

«Bizim zamanımızdaki ilh...» ifadesine gelince, umulur ki bu kaydın nedeni şudur: Şer bizim

zamanımızda yayılmıştır. Bedeni ellemek çoğu kez ellemenin üstünde olan felâkete yol açabilir.

Ama selef zamanında mesele böyle değildi.

El-İhtiyâr´da dedi ki: Cinsî ilişkiden ibaret olan istimtaa yol açtığı için kadının bedeninin ellenmesi

haram kılınmıştır.» <

«El-İhtiyâr´da bu kesin olarak söylenmiştir ilh...» sözüne gelince. El-Hâniye ve El-Mukteğâ´da da

böyledir. Ve el-Mubteğa bunu el-Hidâye ve başka kitablarda meşayihine nisbet etmiştir. Dürrü

Müntekâ.

El-İtkânî, El-Camiussağir´in Fahru´l-İslâm tarafından yazılmış şerhin-den şunu nakletti:

«İmam Muhammed´den geldiğine göre gene bir erkeğe kadının be-denini ellemesi mekruhtur.


Çünkü bakışta kifayet vardır, yani bakış kâ-fidir.»

Ebû Hânife «Onun bedenini bilmek zaruretinden dolayı ellemekte» bir beis görmemiştir.

METİN

Şehvet hududuna varan bir cariye diz kapakları ile göbek arasını setreten bir entari ile olduğu halde

satışa arzedilemez. Çünkü onun sırtı vekarnı avrettir.

Kâfire dahi olsa ecnebi bir kadının ancak yüzüne ve İki eline bakıla-bilir. Müctebâ, Bu do zaruretten

dolayı caizdir. Bazıları ekmek pişirmek için ücretle tutulacaksa ayak ve ziralarına da bakabilir.

Tatarhâniye.

Hür kadının kölesi ecnebi bir erkek gibidir. Ancak yüzüne ve elle-rine bakılabilir. Evet, izni

alınmaksızın onun ´evine girip çıkabilir, bu hu-susta icmâ vardır. Fakat kölesi ile icmaen sefere

çıkamaz. İmam Şafiî ve İmam Mâlik katında «mahremi gibi ona bakabilir.» hükmü sabittir.

Eğer kişi şehvetten korkar veya şehvetin varlığından şüphe ederse ecnebi kadının yüzüne bakmak

da yasaktır. Binaenaleyh bakmanın he-lâl olması şehvetin yokluğuyla kayıtlıdır. Aksi takdirde

şehvet varsa bak-mak haramdır. Bu hüküm selef zamanında idi. Bizim zamanımıza gelince, genç

kadının yüz ve ellerine bakılması mutlaka yasaktır. Kuhistânî ve başkası.

Kadı ve şahid gibi ihtiyaçtan dolayı kadını ellemek değil de ona bakılması caiz olur. Veya kadının

aleyhinde şahitlik yapılmak için ona bakılabilir. En sıhhatli görüşe göre şahadeti tahammül için

yapamaz.

Kadını nikahlamak veya satın almak isteyen ona bakabilir. Birinci niyette oldu mu şehveti defetmek

maksadıyla değil sünnet niyetiyle şeh-vet dahi olsa bakar.

Kadını tedavi etmek için doktor hastalık yerine zaruret miktarı ba-kabilir. Zira zaruretler miktarınca

takdir edilir.

Ebenin bakışı, sünnetçinin bakışı da böyledir. Bir kadına başka ka-dınlara tedavi etmeyi öğretmek

uygundur. Çünkü cinsin cinse bakması daha hafiftir.

İZAH

«Şehvet hududuna varmış bir cariye ilh...» Yani cimaa elverişli hale gelmiş ise. Yedi veya dokuz

gibi senelere itibar yoktur. Nitekim bu du-rumu Ez-Zey!âİ ve başka âlimler «İmamet» konusunda

tashih etmişlerdir. Musannifin Dürer´e tabi olarak üzerinde yürüdüğü konuya gelince, o, İmam

Muhammed´den rivayet edilmiştir. Bu, El-Kenz, El-Mültekâ ve Mühtasaru´l-Kudurî ve başkalarında

üzerinde yürümenin hilafidir. El-Hidâye´ de sahibi dedi ki: Cariye hayza girdikten sonra bir tek

elbise İçinde onu satışa arzetmek memnudur.» Bu ibarenin manâsı kadın baliğa olduktan sonra

demektir. İmam Muhammed´e göre kadın iştah kesici bir hale gel-diği ve onun benzeri cimaa

elverişli oldu mu, o kadın baliğa bir kadın gibidir. Bir tek izar içinde satışa arzedilmez. Çünkü iştah

mevcuttur. Dü-şün.

«Kadının iki avucuna bakar ilh...» ibaresine gelince... Namazın şart-ları bahsinde geçti ki elin sırtı

mezhebe binaen avrettir. Fakat burada bu fetvaya dokunanı görmedim.

«Ayağına da bakabilir denildi ilh...» ibaresine gelince; bu da nama-zın şartları bahsinde geçti ki, en

muteber görüşe göre iki ayak avret değildir. Fakat burada rivayet ve tashih ihtilâfı vardır. El-İhtiyâr

adlı kitabta, «Ayak namaz dışında avret, namazda değildir.» şeklinde tashih edil-miştir. El-Munye

Şerhinde «Mutlak manâda ayağın avret olması» yönü tercih edilmiştir ve bu tercih El-Bahr´da

olduğu gibi bir çok hadisle tak-viye edilmiştir.

«Kadın, nefsini, ekmek pişirmek için ücretle verirse ilh...» ibaresine gelince, yani ekmek pişirmenin

benzeri olan yemek pişirme, elbiseleri yıkama aynı durumu gerektirir.

El-İtkânî dedi ki: «Ebû Yûsuf´tan gelen rivayete göre hizmet yapan kadının kollarına bakmak onun

ihtiyaçtan dolayı zaman zaman görünen dirseklerine bakmak mubahtır. Tabii bu da nefsini yemek

pişirmeğe, ek-mek imaline ücret mukabili vermişse böyledir.»

Bu ibareden insanın zihnine gelen şudur: Nazarın caiz olması bu eş-yaları ücretle yaptığı vakte

mahsus değildir. Fakat birinci ibare bunun tam tersini ifade eder. Zeylâî´nin ibaresi maksadı daha

iyi sergiler. O ibare şudur: «Ebû Yûsuf´dan gelen rivayete göre kadının zira´larına yani kollarına

bakmak mubahtır.» Çünkü bu kollar şu işleri yaptığı zaman adet bakımından ortaya çıkarlar. Anla.

«Onun kölesi ona nisbeten ecnebi bir erkek gibidir ilh...» ibaresinin nedeni şudur: Çünkü

ecnebiden olduğu gibi onun fitnesinden de korku-lur. Hatta bunun fitnesi ecnebininkinden daha


fazladır. Çünkü bu daha fazla kadınla içli-dışlıdır. Haramlığı belirten nasslar mutlaktır. Çenâb-ı

Hâkk´in «Veya sağ ellerinin mülk edindiği» ibaresine gelince erkek köle-ler değil de burada

cariyeler kastedilmiştir. Bu tevili Hasen ve İbn Çübeyr söyledi. İhtiyar. Bunun tamamı uzun uzun

kitaplarda vardır.

«Hülâsa ilh...» İki mesele de Hülâsa´da yer almıştır. Hülâsa´da oldu-ğu gibi bu iki mesele

El-Hâniye´de de zikredilmiştir.

«Eğer şehvetten korkarsa ilh...» sözüne gelince, biz şehvetin hudu-dunu faslın başında belirttik.

«Şehvetin olmayışına bağlıdır ilh...» sözüne gelince; Tatarhâniye´de dendi ki: «El-Kerhî´nin

Şerhi´nde ecnebi bir hür kadının yüzüne bakmak haram değildir. Fakat ihtiyaç olmaksızın bakmak

mekruhtur» hükmü yer almaktadır. Bunun zahiri şehvetsiz de olursa kerahettir.

«Aksi takdirde haramdır ilh...» Yani şehvetle olursa haramdır.

«Bizim zamanımıza gelince genç kadın bundan menedilir ilh...» sö-züne gelince, genç kadının avret

olduğu için değildir bu. Belki burada fitne korkusu vardır, bu hüküm bundan dolayıdır. Namazın

Şartları bah-sinde geçmiştir.

«En sıhhatlisinde hüküm böyledir ilh...» sözüne gelince; çünkü iştah uyandırmayan kadın olabilir.

Binaenaleyh burada bir zaruret yoktur ama eda hali bunun tam tersinedir. Hidâye.

Bundan anlaşılıyor ki; hilaf şehvet korkusu bahis konusu olduğu zamandır, mutlak değildir. Uyan.

«Şehvetle dahi baksa ilh...» sözü ise bütün hükümlere racidir. Bunu tavzih için açıkça söyledi. Aksi

takdirde musannifin şehvetle olan nazar hakkındaki sözü istihsai iktiza eder.

«Sünnet niyetiyle olursa» sözüne gelince, bu sözü de hepsine kayıt yapmak daha evlâdır. Tabii

mecazî bir şekilde böyle olur. Ta ki birinci ve ikincide kaydın ihmal edilmesi lazım gelmez. Zeylaî ve

başkasının söyledikleri için: Şahidin ve kadının boynuna vacib olan sehadet ile hük-mü

kastetmeleridir. Çirkinden kaçınmak için şehvetlerini yerine getir-mek kastedilmemelidir.

Eğer bir kişi bir kadınla evlenmek istiyorsa o kadına bakmasında beis yoktur. Ona karşı iştah

korkusu olsa dahi bakmak caizdir. Çünkü Resul-ü Ekrem, Mugîre bin Şube´ye bir kadına talib

olduğu zaman «ona bak» emrini vermiştir. «Ona bak, çünkü bakış, ikinizin arasını ıslah et-meye

daha uygundur.» buyurur. Hadisi Tirmizî ve başka muhaddisler ri-vayet etmişlerdir. Bir de maksad

şehveti yerine getirmek değil sünneti ikâme etmektir. Hadisteki «yu´d´mu» fiili ed veya el-îdâm

kökünden geli-yor ki onun manâsı ıslâh aralarını bulmak demektir. İtkanî.

BİR UYARI: Satın almak için şehvette ellemenin caizliği hususunda hilaf bulunduğu daha önce

geçmiştir.

Sarihin «Ellemek böyle değildir.» sözünün zahiri nikâh için de olsa ellenemez. Zeylaî bunu açıkça

söyleyerek şöyle dedi: «Kişi için kadının yüz ve ellerine dokunmak caiz değildir, şehvetten emin

olsa dahi. Çünkü haramlık mevcut, zaruret ve buluğ bahis konusu değildir.»

Bunun benzeri Gayetu´l-Beyân adlı eserde yer almaktadır. Oysa bu-nu El-Aktâ´ Şerhi´nden

naklederek «Ellemek bakmaktan daha galizdir» illetiyle illetlendirmiştir. Binaenaleyh ihtiyaç

olmaksızın ellemek menedilmiştir. Zuraru´l-Bihâr adlı kitab ile şerhinde şu ibare yer almaktadır:

«Ka-dı, şahid, kadını isteyen kişiler için kadının bedenini ellemek helâl de-ğildir.» El-Mültekâ ibaresi

onun helâl olduğunu insana iham ettirir. Onun için sarih «şehvetle beraber nikâh için ellemeye

gelince, bunu caiz gören kimseyi görmedim, belki onu hakim gibi kılmışlar, o elleyemez. Velev ki

emin olsa dahi. Bu ezberlensin ve musannifin kelâmı yazılsın.»

Burada şu hüküm kaldı: Eğer istenilen kadının tüysüz bir oğlu var-sa, isteyene «çocuk ve annesi

güzellikte eşittir» haberi geldiyse, sadece «kadına bakar» tahsisinin zahirinden anlaşılır ki isteyici

için o çocuğa bakmak helâl değildir, eğer şehvetten korkarsa. İstenilen kadının kızı da oğlu gibidir.

İstihsânın «ihtiyaç için olduğu takdirde» kayıtlanmasının ne-deni şunu ifade ediyor: Eğer kadına bir

defa bakmakla iktifa edilirse ikinci, üçüncü, dördüncü defalar bakmak haram olur. Çünkü kadına

bak-mak zaruret dolayısıyla mubah kılınmıştır. Bir defayla iktifa edildi mi, bir defa ancak helâl olur.

Gureru´l-Efkâr´daki ibarenin zahiri, kadının iki eline bakmanın da caiz olmasıdır. Onların kelâmından

belirleniyor ki, eğer isteyici erkek için kadına bakma imkânı yoksa kadın gibi bir elçiyi göndermesi

caizdir ki o elçi gelsin, onun güzelliklerini kendisine anlat-sın. Velev ki yüz ile ellerden başka

azaların güzellikleri olsa dahi. Acaba şehvet korkusuyla beraber istenilen kadında isteyici erkeğe

bakabilir mi Ben bu mesele hakkında bir beis görmedim. Fakat zahir şudur ki baka-bilir. Çünkü

ikisi de bahsi geçen hadisteki illette müşterektir. Hatta bu hususta kadın daha evlâdır. Çünkü erkek

razı olmadığı bir kadından ay-rılma imkânına sahihtir, ama kadın buna sahib değildir.


«Sünnet edenin bakışı da böyledir ilh...» sözüne gelince, El-Hidâye ve el-Hâniye adlı kitablarda bu

husus kesin olarak belirtilmiştir. Bazıları da kendini sünnet ettirmesi zaruri değildir. Çünkü kendi

kendini sünnet etmeye imkânı olmadığı takdirde kendisini sünnet etmesi için bir cariye-yi satın

alabileceği gibi bir kadınla da evlenmesi mümkündür. Bu hüküm ilerde gelecektir. El-Hidâye´de

«kadın sünnetçi» de zikredilmiştir. Çünkü hitan erkeklerin sünnetidir ve fıtratın cümlesinden sayılır.

Onu terketmek mümkün değildir. Hitan kadınlar hakkında da bir şereftir. Ni-tekim bu hüküm

El-Kifâye´de de yer almıştır. Bunun giib kişiye önden vurmuş olduğu sondaj yerine bakması da

caizdir. Çünkü bu bir nevi te-davidir. Hastalık bahsinde arkadan şırınga, pompa vurmak da caizdir.

Fahiş bir zayıflık için de böyle yapılması, Ebû Yûsuf´tan gelen bir riva-yete göre, caizdir. Çünkü

zayıflık hastalığın işaretidir. Hidâye. Zira za-yıflığın sonucu humma yani sıtma ve sel denilen

hastalıktır.

Eğer zaruretten dolayı değil de zahiri bir menfaat için yanicinsi ilişkiye kuvveti yetsin diye ön ve

arkadan şırınga yapılırsa bizimkatı-mızda, ez Zâhire adlı eserde de yer aldığı gibi helâl değildir.

«Uygun odur ki kadın tedavisini bilsin ve öğrensin ilh...» ibaresine gelince, el-Hidâye ve

el-Hâniye´de böyle ıtlak olunmuştur. El-Cevhere´de

müellif dedi ki: «Tenasül uzvu hariç hastalık kadının bedeninin diğer or-ganlarında olduğu zaman

tedavi edildiği anda o bedene bakmak caizdir. Çünkü zaruret yeridir. Eğer tenasül uzvunun yerinde

ise en uygunu ka-dının onun tedavisini öğrenmesidir. Eğer bunu bilen bir kadın yoksa ve hasta

kadının ölümünden korkulur veya ona tahammül edemeyeceği bir hastalığın isabet edeceğinden

endişe edilirse o zaman kadının hastalık yeri hariç bütün bedeni örtülecek, sonra erkek doktor onu

tedavi edecek, gücü yettiği kadar güzünü kapatacak, yaralı yerden başka mahallere

bak-mayacaktır.» Bunu düşün. Zahire göre «Yenbeği» kelimesi burada vücub manâsını ifade ediyor.

METİN

Müslüman bir kadın diğer bir kadının bedeninden erkeğin diğer bir erkeğin bedeninde baktığı

noktalara bakabilir. Denilmiştir ki, erkeğin mahremine baktığı gibi bakabilir. Birinci görüş daha

sıhhatlidir. Sirâc.

Böylece kadın erkeğin bedeninde bir erkeğin diğer erkeğin bedenine bakabildiği gibi bakabilir. Eğer

şehvetten emin ise. Eğer emin değilse, korkarsa ve şüphede ise istihsanen bakması haram olur.

Tıpkı erkek gi-bi. İki fasılda da tashih edilmiş görüş budur. Tatarhâniye, El-Muzmarat´ tan.

Zımmi bir kadın en sıhhatli görüşe göre ecnebi bir erkek gibidir. Müslüman bir kadının bedenine

bakamaz. Müctebâ.

Her aza ki ona ayrılmazdan önce bakmak caiz değildir; koparılıp ayrıldıktan sonra da ona bakmak

caiz olmaz. Velev ki kişinin ölümünden sonra koparılırsa. Mesela tenasül uzvunun etrafındaki

tüyler, kadının saç-ları, ölü ve hür olan bir kadının kol ve baldır kemikleri gibi. Kadının eli değil de

ayaklarının tırnakları gibi. Müctebâ. Burada nazar vardır. Burada ecnebi bir kadının üst elbisesine

şehvetle bakmak haramdır. El-İhtiyâr´ da şu hüküm yer almaktadır: Onun saçma bir insanın saçını

eklemek haramdır, isterse onun isterse başkasının saçı olsun. Çünkü Cenabı- Pey-gamber:

«Allah saç ekleyene, ekletene, ben yapana, yaptırana, dişlerinin ba-sını inceltene, buna razı olana,

yüzünden tüyleri aldırana, yüzündeki tüy-ler aldırıldığı takdirde buna rıza gösteren lanet etmiştir.»

diye buyurmuş-tur.

İğdiş edilmiş, tenasül uzvu kesilmiş ve huşa olan bir kimse ecnebi bir kadına bakmakta tenasül

uzvu olan bir kimse gibidir. Bazıları «te-nasül uzvu kesilmiş, suyu kurumuş bir kimsenin

bakmasında beis yok-tur» demişlerdir. Fakat El-Kübrâ´da «Bunu caiz gösteren fakihler diyanet ve

tecrübelerinin azlığından böyle yapmışlardır» demişlerdir.

İZAH

«Sirâc ilh...» Yukardaki hüküm Sirac´ta olduğu gibi El-Hidâye´de de yer almıştır.

«Kadın da bakar ilh...» El-Hunsâ kitabında «Kadının ecnebi erkeğe bakması erkeğin mahremlerine

bakması mesabesindedir. Çünkü cinsin hilâfına bakmak daha galizdir» denilmektedir. Hidâye.

Metinler birincisi üzerinedir ve buna güvenilir.

«İstihsânen haramdır ilh...» sözüne gelince. Tatarhâniye´de. Muzmarât´tan nakledilen şudur: «Kadın

bilse ki kadına bir şehvet veya şüphe düşecektir, şüphenin manâsı iki zannın eşit olmasıdır. Bu

takdirde ben isterim ki gözünü kapatsın. Asılda İmam Muhammed böyle zikretti. Zik-rettiği İmam

Muhammed kadının ecnebi erkeğe bakması ve aksinde gö-zün kapatılmasının müstahab olmasıdır.

Şöyle dedi: «Erkek böyle bir ba-kıştan sakınsın. Bu, haramlığın delilidir.» İki faslın hepsinde de


sahih olan budur. Onu hulasatan zikretmiş oluyoruz. Bunun benzeri ez-Zâhire´ de*de yer

almaktadır... Bunu T. el-Hindiye´den nakletti.

Tatarhâniye´nin nüshasındaki sarihin hattı onun üzerindedir, istihbab yerinde istihsan

kullanılmıştır. Zahire bakılırsa bu ibare tahrif edilmiştir. Nitekim kelâmın siyakı da buna delâlet

ediyor. Böylece bu Ez-Zâhire ve el-Hindiye´dekine muvafık olur.

Binaenaleyh sarihin istihsanen haramdır» sözüne gelince, sarihi bu söze tahrif düşürmüştür.

Düşün.

Sonra Sahîh´in mukabili üzerinde farkın ayrılığı vechi vardır. Nitekim el-Hidâye´de bu böyle yer

almıştır. Şüphesiz kadınlar üzerinde şehvet galibtir. Galib olan şehvet itibar yönünden yüzde yüz

olan gibidir. Binae-naleyh erkek de iştihâ ederse şehvet iki tarafta da mevcut demektir. Fa-kat kadın

iştihâ ettiği zaman durum böyle değildir. Çünkü hakikaten ve itibaren şehvet erkek tarafında

mevcut değildir. Binaenaleyh şehvet bir tarafta olmuş oluyor. İki tarafta mevcut olan harama sirayet

etmek hu­susunda bir tarafta mevcut olandan daha kuvvetlidir.

«Zimmi cariye ecnebi kişi gibidir Hür ve müslüman olan kadının be-denine bakamaz ilh...»

Gâyetu´l-Beyân adlı kitabta denildi ki: Cenab-ı Hâkk´ın «veya kadınlarına» tabiri müslüman ve hür

kadınlar demektir.» Çünkü imanlı bir kadın müşrik veya kitabi bir kadın önünde elbisesini

çıkaramaz. El-İnâye ve başka kitablarda bunu İbn Abbâs´tan naklettiler. Bu mesur yani rivayetle

sabit olan bir tefsirdir. Abdulganî en-Nablûsî´ nin Hediyetu´l-İbn´il-İmâd üzerindeki şerhinde, babası

Eş-Şeyh İsmail´in Ed-dürer ve´l-Gurer üzerindeki şerhinden naklederek şöyle dedi:

«Müslüman bir kadın için hristiyan, yahudi veya müşrik bir kadının önünde soyunmak helâl

değildir. Ancak bu gayr-i müslim kadın onun ca-riyesi ise mesele değişir. Nitekim bu durum

Es-Sirâc´ta vardır. Bir de Nisabu´l-İktisab´ta vardır. Salih bir kadın için uygun değildir ki facrr bir

kadın ona baksın. Çünkü facir kadın gider onu erkekler yanında sıfatlan-dırır. Binaenaleyh salih bir

kadın cilbabını ve peştemalını bunların yanın-da çıkaramaz. Nitekim Es-Sirâç´ta bu hüküm yer

almaktadır.»

«Hürre okm bir kadının ölümünden sonra kol kemiği ilh...» ibaresine gelince; bu el ve yüz kemiğini

çıkarmış oluyor. Yani hayatta bunlara bak-mak helâl idi. ölümden sonra da bakmak helâldir. «Hürre

bir kadın» de-di, çünkü cariyenin kol kemiğine hayattayken bile bakmak helâldir. Ama cariyenin bel

kemiği gibi bakılması hayattayken haram olan kemikler ha-riçtir.

UYARILAR:

1 - Bazı Şâfiîler, «Eğer cariyenin saçı kesilirse, sonra da o cariye azad edilirse o saça bakmak

haram değildir» demişlerdir. Çünkü azadlık cariyeden ayrılan parçaya geçmez. Böyle bir fetvayı

bizim imamlar ara-sında görmedim. Şunu da görmedim: «Eğer hürr ve ecnebi olan kadın-dan bir

parça ayrılırsa sonra kişi o kadınla evlenirse o parçaya bakması haram olur mu . Onların zikrettiği

nedene binaen haram olur.

Deniliyor ki kadınla muttasıl olan her şey kişiye helâl olduğu zaman kadından ayrılmış parçaların da

onun için helâl olması daha evlâdır. Herne kadar helâl olma zamanından önce ayrılmış ise de. Allah

hakikati da­ha iyi bilir.

2 - Kişi ecnebi bir kadına aynada veya suda bakarsa bunun hak-kındaki hükmün ne olduğunu

görmedim. Fakîhler sarahaten musaharat haramlığı konusunda «Musaharat haremliği kadının

tenasül uzvunu aynada veya suda görmekle sabit olmaz. Çünkü görünen aynısı değildir, mi-saldir»

demişlerdir. Eğer kişi camdan veya kadının içinde bulunduğu bir,; sudan bakarsa burada hüküm

değişiktir. Çünkü göz su ve camı geçer; Onların içindekini görür. Bu kaidenin ifade ettiği manâ

şudur:

Ecnebi bir kadına aynı veya sudan bakmak haram değildir. Ancak farklı olarak nazar ve benzeri

şeylerle nikâh haramlığı meydana gelebilmesi için şartlarında şiddet gözetilmiştir. Çünkü orada

aslolan he-lâlliktir. Ama bakış bunun tam hilâfınadır. Zira bakışın yasaklanması fit-ne ve şehvet

´korkusundan ileri gelmektedir. Bu ise burada mevcuttur. Şâfiîlerden İbn-i Hacer´in Fetvâsı´nda

gördüm: Orada Şâfiîler arasında da bir ihtilaf olduğu zikredilmiştir. Fa´kat bizim dediğimizde

haramlığın oluşmasını tercih etti. Allah hakikati daha iyi bilir.

3 - Safîlerden bazılarına göre helâl olmayana bakmak haram olduğu gibi onu düşünmek de

haramdır. Çünkü Cenab-ı Hâk «Allah´ın bazınızı diğerinin üzerine üstün kıldığı şeyleri temenni

etmeyiniz» buyur-muştur. Âyet bakmayı olduğu gibi temenniyi de menetmiştir. dediler. Al-lâme İbn-i

Hacer, et-Tuhfe adlı kitabında: «Ecnebi bir hanımın güzelliklerim düşünerek hanımıyla ilişki kuran


ve hayalinde sanki o ecnebi kadınla cin-si ilişki kurmuş gibi tasarlayan bir kimse bu kabilden

değildir» diyor. Celaleddin Suyutî ve Takiyuddun Sübkî´nin aralarında bulunduğu bir cema-atten

böyle bir düşüncenin helâl olduğu nakledilmektedir. Çünkü Çenab-ı Peygamber bir hadisinde:

«Şüphesiz Allah benim ümmetim için nefisle-rinin peyda ettiğinden vaz geçmiştir» buyurmaktadır.

Kişinin böyle bir şeyi hayal etmesi o kadınla zina etmeyi azmetmesini gerektirmez. Öyle ki kadını

elde ettiği takdirde zina etmeye ısrar ediyorsa günahkâr olur. Buradaki olay ilişki kurduğu hanımını

o ecnebi kadın farzetmesi, saymasıdır. Bazıları böyle bir şeyin yapılmasının mekruh olması daha

uygundur, derler. Bu görüş «kerahet delilsiz olmaz» kaidesiyle reddedilmiştir. İbnu´l-Hâc el-Mâlikî

şöyle dedi: «Böyle bir düşünce haramdır. Çünkü bu zina-nın bir çeşididir. Nitekim bizim alimlerimiz

de böyle demişlerdir.» Nite-kim bizim alimler: «Bir testi alıp ondan su içen bir kimse gözünün

önünde onu şarap sayıp içerse o su hayam olur» demişlerdir. İbn Hâc´cın bu gö-rüşü delille

reddedilmiştir: Bu görüş gayet, uzaktır ve bunu destekleyen bir delil de yoktur. Bunu hülâsa olarak

naklettim. Bizim katımızda bu meseleyi inceleyeni görmedim. Ancak Ed-Dürer´de musannif dedi ki:

«Ki-şi suyu veya mubah olan başka meşrubatı içtiği zaman fâsıklar gibi coş-kunlukla taşkınlıkla

içerse haram olur.»

Bizim mezhebimizin kaidelerine en yakın olanı bunun helâl olma-masıdır. Çünkü o ecnebi kadının

huzurundaymış gibi düşünmek, onunla cinsî ilişki kurulmuş gibi tahayyül edilmesi heyeti üzerine

işleyen bir masiyeti tasvir etmektir. İçki meselesinin benzeridir bu.

Sonra Tebyînu´l-Mehârîm kitabının sahibi ve âlimlerimizden olan ki-şi, gördüm ki, İbnu´l-Hâc

Mâliki´nin yukardaki ibaresini naklediyor. Bu ibareyi kabul ediyor ve sonunda Resulullâh´dan şu

hadisi naklediyor: «Bir suyu sarhoşluk veren bir içki mahiyetinde içerse bu su kendisi için haram

olur.»

Eğer desen ki: Oruçlu bir kimse ecnebi bir «kadını düşünüp menisi akarsa orucu bozulmaz, kaidesi

böyle bir düşüncenin mubah olduğunu ifade etmektedir. Cevap olarak derim ki:

Biz bunu teslim etmiyoruz. Çünkü o kişi ecnebi bir kadının fecrine bakarak menisi akarsa yine

orucu bozulmaz. Halbuki böyle bir bakış it-tifakla haramdır.

«Kadının ayak tırnaklarına bakmak da haramdır ilh...» kavline gelin-ce, burada hür kadın kast

edilmiştir. Ölü olması şart değildir. Bu hüküm ayağın daha önce geçtiği gibi avret olmasına

binaendir.

«Ecnebi bir kadının manto gibi dış elbisesine şehvetle bakmak da haramdır ilh...» Daha önce Zahire

ve başka kitablardan naklettik ki ka-dının bir elbisesi varsa, o elbisenin altında, onun bedenini

süzmekte bir beis yoktur. Fakat elbise bitişik, daracık ve altındaki bedeni dışarıya aktarmayacak

şekildeyse böyledir. Çünkü kişi bu takdirde sadece elbise ve kamete bakmış oluyor. Bu, tıpkı

kadının içinde bulunduğu bir çadıra bak-mak gibidir.

Eğer bedeninin çizgilerini dışarıya gösteriyorsa, organlarına bakıyor demektir. Buradaki ifadeden

«şehvetsiz olmak»la takyid ettiği anlaşılır. Eğer şehvetle bakarsa mutlaka haramdır. İllet ise Allahu

a´lem fitne kor-kusu olmalıdır. Çünkü şehvetle kadının dış elbisesine veya sırtındaki el-biselere

bakıp onun bedeninin uzunluğunu, benzerini düşünmek, kişiyi onunla konuşmaya çeker, o da kişiyi

başka bir harekete götürür. Muh-temeldir ki buradaki neden, zaruret olmaksızın helâl olmayan bir

şeyden lezzet almak olsun.

Dikkat edilsin; acaba şehvetle nakşedilen bir resme, bir surete bak-mak haram mıdır İşte burada

tereddüt yeridir. Yani bu tereddüdler olan bir meseledir. Bunun hükmünü görmedim. Tetkik edilsin.

«İsterse saçına eklediği saç kendi saçı olsun, isterse başkasının sa-çı olsun ilh...» Tezvîr yani

kandırma aldatma söz konusu olduğu için bu fiil haramdır. Nitekim gelecek hükümde de bu ortaya

çıkacaktır. Başka-sının saçını saçına eklemek insanın bir cüzünden menfaatlenmek de var-dır.

Fakat et-Tatarhâniye´de, kadın başkasının saçını saçına eklerse bu mekruhtur, hükmü yer

almaktadır. Ruhsatlı ademoğullarının saçı olmayan saç hususundadır. Kadın örgülerini artırmak

için başka bir insan saçı de-ğil, bir madde alıp ekler. Bu Ebû Yûsuf´tan da rivayet edilmiştir. Bunda

ruhsat vardır. El-Hâniye´de şu hükmü yer almaktadır: «Kadın örgü ve perçemlerine deve tüyünden

bir şeyi kılarsa bu zararsızdır, beis yoktur.»

«Allah vâsileye lanet etmiştir ilh...» Vasile; o kadındır ki; tüyünü baş-kasının tüyünü eklemiş veya

tüyü başkasının tüyüne eklenmiştir, kandır-maca bir tarzda. Mustevsile o kadındır ki, kendi isteği ile

tüyüne tüy ek-lenmiştir. El Vasime o kadındır ki; yüzü ve kollarında derk yapar.

El-Mustevşime o kadındır ki yüz ve kollarına derk yapılır ki kendisi de bunu istemiştir. El-Vaşire o

kadındır ´ki, dişleri inceltilir, uçları sivril-tilir ve keskinleştirilir. Bunu acuze, ihtiyar kadın genç


kadınlara benze-mek için yapar. el-Mustevşire o kadındır ki, emriyle onun dişine bu tat-bikat yapılır.

Bunlar İhtiyâr´dan nakledilmiştir. Bunun benzeri İbnu´l-Esir´in Nihâye´sinde de vardır. İbn Esir

sonunda şunu da ekler: Hz. Âise´den ge-len rivayete göre Vasile sizin kastettiğiniz değildir. Kadının

saçtan soyun-masında boynuzlarından birisini siyah yünle bağlamasında herhangi bir beis yoktur.

Vasile odur ki gençliğinde zani, yaşlandığında da saçını baş-ka bir şeyle ekliyor, bağlıyor.

«Nâmise ilh...» Nâmise kelimesi tüylerini yolmak suretiyle sıyıran kadın demektir. Ecnebilere güzel

görünsün diye bu işi yaptığı takdirde bu lanet vardır. Aksi takdirde eğer yüzünde kocasının nefretini

gerektiren tüy varsa onu izale etmekte, sıyırmakta «haramlılık vardır» hükmü uzak olur. Çünkü

güzelleşmek maksadıyla süslenmek kadınlara matluptur. Ancak zaruretin gerektirmediği bir şeye

halledilirse o.zaman olur. Çünkü onları cımbızla yolmakta eziyyet vardır.

Tebyinu´l-Mehârim adlı kitabta şu hüküm yer almaktadır: «Yüzden tüylerin sıyrılması haramdır.

Ancak kadın için sakal veya bıyıklar biterse onu sıyırması haram olmaz. Hatta bu, mustahabtır»

Et-Tatarhâniye´de el-Muzmarattan nakledilerek şöyle denildi: «Muhanneslere benzemedik-ten sonra

kişi kirpiklerini ve yüzündeki tüyleri alabilir.»

Bunun benzeri El-Müçtebâ´da da vardır vardır. Düşün.

Metinde bahsi geçen «el-Hâsiyy» iki yumurtalığı çıkarılmış kişi de-mektir. El-Mecbûb, hem

yumurtalıkları, hem de tenasül uzvu kesilmiş in-san demektir. «Muhannes» o kimsedir ki kadınların

elbiselerini giyinir ve cinsi ilişki bakımından ´kendisini kadınlara benzetir. Kendi isteğiyle yumuşak

konuşur. Kuhistânî. Yani başkasına nefsine musallat olma im-kânını verir.

Azasında yumuşaklık ve kırıklık olup kadına iştahı çekmeyen muhannese gelince, bazı meşayihimiz

böyle bir kimsenin kadınlarla beraber bırakılmasını ruhsatlı görmüştür. Delil olarak şu âyeti ileri

sürmüşlerdir: «Ya da erkeklerden yana ihtiyacı olmayan arzusuz veya ihtilafsız

hizmet-metçilerden... (Nur, 31) bazıları : «O, kadınları iştahı çekmeyen muhannestir» demişlerdir.

Bazıları, «Suyu kurumuş, tenasül uzvu kesilmiş kişidir» demiştir. Bazıları: «Ondan maksad

kadınlara ne yapacağını bilmeyen eb-lehtir» demiştir. Böyle bir eblehin gayesi karnını doyurmaktır.

Yaşlı bir ihtiyar ise şehveti de ölmüş ise karnını doyurmaktan başka1 bir hedefi yok demektir. En

sıhhatlisi bu âyet hakkında şöyle dememizdir: Bu ayetin «Evittâbiîn» tabiri müteşâbihtir.

«Müminlere söyle, gözlerini haram bakış-lardan tutsun» kısmı ise muhkemdir. Biz buna yapışırız.

İnâye.

«Fahal gibidir ilh...» Yani iğdiş edilmiş kişi bazan cima eder. Hatta «o cima yönünden daha

şiddetlidir» demişler. Çünkü onun menisi hızlı şekilde değil, damla damla gelir. Ondan olan

çocuğun nesebi de sabit-tir. Zekeri kesilmiş (mecbub) ise bazan oğmakla sevicilik yapar menisi

gelir. Muhannes ise fâsık bir failidir. Kuhistânî ibaresine eklemeler ya-pılmak suretiyle.

METİN

Cariyesinden izin almaksızın azletmesi caizdir. Hürr hanımından ve-ya cariyesinin mevlasından

ancak izin alarak azl caiz olur.

Bazıları zamanın fâsid olduğundan ötürü izin almaksızın da azl yapmak caizdir demistir. Bu durumu

İbn Sultan zikretmiştir.

İZAH

«Azletmesi caizdir ilh...» «Azl», hanımı veya cariyesiyle cima ediyor-ken meninin akış zamanı

geldiğinde tenasül uzvunu çekip meniyi dışarı-ya akıtmaktır.

«Hür hanımından veya cariyesinin mevtasından ilh...» Hür bir kadın-dan izin almak suretiyle ancak

kocası bunu yapabilir. Nikâhlı bir câriye de böyledir. Fakat Gâyetu´l-Beyân adlı eserde «Herkesin

ittifakla cariye-nin mevlâsı için izin vardır» dediklerinden sarih, «Ve cariyenin mevlasından izin

almak,» kaydını burada eklemiştir. Çünkü Câmiussağîr´de yer aldığı gibi zahiri rivayette câriye

mevtasından izin almakta hilaf yoktur. İki imama göre ise izin sadece hür kadın için gereklidir.»

Sonra bu baliğe bir kadın hakkında verilir. Küçük kadın ise kocası kendisinden izin almadan azl

yapabilir. Nitekim bu durum Köle Nikâhı bahsinde geçmiştir.

«İzinsiz de caizdir denildi ilh...» El-Hindiye´de Kitâb´ın cevabının za-hirinden anlaşılıyor ki, ´kist

izinsiz bunu yapamaz. Fakat burada yapabi­lir, geçti. Nitekim bu durum El-Kübra´da da böyledir.

Kişi hanımını azil-den men edebilir. Kerderî´n´in el-Vecâzi´nde hüküm böyledir.

Ez-Zâhîre´de sadece sarihin söylediği kaydedilmiştir. Köle nikâhın-da el-Hâniye ve başka kitablara

tabi olarak bu kaide üzerinde yürünmüştür. Biz orada En-Nehr´den bir bahis takdim ettik ki


kadınların yap-tığı gibi kadın rahminin ağzını kapatabilir. Bu da El-Bahr´daki «Kocası-nın iznini

almadan böyle yaparsa haramdır» hükmüne muhalif olarak böy-le yer almıştır. Lakin bu

El-Kübrâ´daki kaideye de muhaliftir. Ancak bunu fesad korkusunun olmaması üzerine hamledersek

olur. Düşün.

Ez-Zâhîre´de kadın rahmine girmiş olan meniyi atmak isterse bu hu-susta söyle demişlerdir: Eğer

ruhun üfürülmesi müddeti üzerinden geç-mişse onun atılması mubah değildir. Bundan önce ise

meşayih, mubah olup olmadığı hususunda ihtilâf etmiştir. Ruhun üfürülmesi yüzyirmi gün-le

hadiste kaydedilmiştir. El-Hâniye´de denildi ki: «Ben bu hükme kail de-ğilim. Çünkü o yumurta

avlanılan hayvanın esasıdır. En azından bu me-niyi atan bir kadın, özürsüz ise günahkâr olur.»

Tamamı «Ölü Yerlerin İhyâsı» bahsinden önce gelecektir. Allah hakikati daha iyi bilir.








İSTİBRÂ VE DİĞER KONULARA DAİR BAB

METİN

Herhangi bir cariyenin bedeninden faydalanmaya malik olan bir kişi istibrâ etmeden ona

yaklaşamaz. Mülk edinmek, meselâ satın almak, ba-badan miras kalmak, esir almak, cinayeti

defetmek ve kabzedildikten sonra alışverişi feshetmek ve benzeri yollarla olabilir. «Cariyeden

fayda-lanma» kaydını getirdik ki ileride geleceği gibi erkeğin hanımının satın alması tarifin dışına

çıksın diye.

Mülk edinilen cariye isterse bakire olsun, isterse bir köle veya ca-riyeden satmalınmış olsun, velev

ki bu satan köle cariyeyi alanın köle-si dahi olsa, -Mükâtebi gibi- bir de alışveriş yapmasına izin

verdiği köle gibi. şu kadar var ki o kölenin bütün kazancı borç ile kapsanmış olacaktır. Aksi

takdirde onda istibrâ olamaz. Bu ya cariyenin mahremle-rinden onu satın alırsa, bu mahrem de

cariyenin mahreminin gayrisi ola-caktır. Çünkü yakın rahmi olursa cariye azad edilir. Ve bu

çocuğun ma-lından o cariyeyi almış olursa, velev ki bu çocuk tıflı olsa dahi. Bütün bu durumlarda

cariye ile cinsî ilişki kurmak, -en sıhhatli görüşe göre- ilişkinin öncülerini dahi yapmak haram olur.

Çünkü cariyenin gebeliği ortaya çıktı mı, bu işi başkasının mülkünde icra etmiş oluyor. Evet, o

cariyeyi -hayz görüyorsa- bir hayz geçirmek suretiyle eğer hayz gör-müyorsa bir ayı geçirmek

suretiyle istibrâ etmesi, gerekir.

Hayz görmeyen «aylar sahibinden» maksad, cariye, küçük veya hayızdan ümidini kesmiş olandır.

Eğer bir aylık zamanda yeniden hayz gö-rürse, günlerle olan istibrâ bâtıl olur, bir hayz müddeti

beklemesi gere-kir. Hem hayzı kaldırılmışla yani tahareti uzayıp giden kadınsa, cariyeyse, kendisi

de esasen hayz görenlerden ise, bu takdirde İmam Muhammed´e göre iki ay on gün istibrâ müddeti,

bekletilir. Bununla da fetva verir. İstihzali bir kadını ayın başından on güne kadar bekletir, sonra

cin-sî ilişki kurabilir. Bercendî ve başkası. İyice öğren.

Hamile ise istibrâ hamlin vaz´iyle olur. Cariyeyi mülk edindiği zaman hayızlı ise, o hayz istibrâ

sayılmaz. Mülk edindikten sonra kabzetmezden önce hayız varsa o da istibra sayılmaz. Mülk

ettikten sonra kabzetmezden önce doğum yapmışsa o da istibra sayılmaz. Nitekim hayz ve benzeri,

satıştan sonra olursa ve fuzulî alışverişin caiz, geçerli sayılmasından önce kabızdan sonra hasıl

olanla da iddet çekilmez. Çünkü mülkiyet yok-tur. Ortağının payını satınalmakla yani aralarında

müşterek olan bir ca-riyenin ortak payını satın almakla mülkü tamam olduğundan dolayı is-tibra

etmesi yani iddet çekmesi vacib oluyor. Kadın mecûsî veya mükâ-tebe ise gördüğü bir hayz,

istibrâsı için kâfi gelir. Şöyle ki, kişi mecû-sî bir cariyeye veya müslüman, fakat satınaldıktan sonra

kendisiyle ki-tabet yapılan bir cariyeyi satın alırsa, bu da istibradan önce ise, hayız gördükten sonra

mecûsî cariye müslüman olur, mükâtebe akdine ma-ruz kalan cariye de kitabet aktindeki malı verip

kendisini azad etmekten âciz olursa; bu mülkten sonra mevcut olduğundan dolayı kâfi gelir.

Dâru´l- İslâm´da efendisinden kaçmış bir cariye geri döndüğünde is-tibrâsı vacib değildir. Haniye.

Gâsıp bir cariyeyi gasbeder, ona dokunmadan Önce cariye ilk sahi-bine dönerse yine istibra yoktur.

Haniye.

Ücretle verilen veya bir rehni açmak için verilen cariyenin de istibra etmesi gerekmez. Çünkü mülk

yeniden peydah olunmuş değildir. Eğer kabızdan önce alışverişi kaldırırsa beyinin yani satan

üzerinde istibra yoktur. Tıpkı hıyar ile onu satması gibi. Çünkü önce o kabzedildi. Sonra

muhayyerliğiyle onu iptal etti. Evet, burada mülkünden çıkmadığı için istibra yok. Eğer mudebbere

kıldığı veya ümmülveled olan cariyesini sa-tarsa ve müşteri onunla cinsî ilişki kurmazdan önce

kabzederse yine du-rum böyledir. Kocası cinsi ilişki ´kurmazdan önce onu boşarsa eğer istibradan

sonra kocası olmuşsa yine durum böyledir. İstibradan önce ise muhtar fetvaya göre istibra vâcib

olur. Zeylâî.

Ben derim ki: El-Celâliye´de şu mesele yer almaktadır: Başkasının iddetini çekmekte olan cariyeyi

satın aldı, ve kabzetti. Sonra üzerinden iddet geçti. Artık onu yeniden istibrâya tabi tutmaz. Çünkü

sebebin mev-cut olduğu bir devrede satanın onunla cinsî ilişki kurması helâl değildir.

İZAH

İstibra cariyenin rahminde çocuk olup olmadığını ortaya çıkarmak demektir. Bu istibra vacibtir.

Vücubu üzerinde icmâ olduğundan dolayı bazıları «onu inkâr eden kâfir olur» demiştir.

Sahabelerden meşhur olan-ları inkâr gibi. Alimlerin umumuna göre haberi ahadla sabit olduğundan

dolayı inkâr küfrü gerektirmez. Nitekim en-Nazm´da bu yer almaktadır. İstibrânın sebebi mülkün

yeniden oluşması, illeti cinsi ilişki iradesi, şartı ise hamilde olduğu gibi meşguliyetin hakikati veya

hamile olmayanda olduğu gibi vehmedilmesidir. Hükmü ise rahmin beraatini bilmektir.


Hikmeti ise hürmetli suların korunmasıdır. Fakat bu sonradan olan bir şey olması sebebiyle

hükmün gereği olarak elverişli değildir. Ama sebeb böyle değildir. Çünkü o sebkat etmiştir. Hüküm,

onun üzerinde dön-mektedir. Eğer bazı gelen suretlerde olduğu gibi cinsi ilişkinin olmadığını bilse

dahi böyledir. Dürrü Müntekâ.

İstibrâ´da esas Resulullah´ın Evtas Savaşı´ndaki tutsaklar hakkında söylediği şu sözdür: «Dikkat

edilsin, gebe ile cinsi ilişki kurulmasın. Ta ki hamillerini vaz edinceye kadar. Gebe olmayanlar da

bir hayz ile be-denlerinin meşgul olmadığını ortaya koymadıkça onlarla da cinsi ilişki kurulmasın.»

Hadisi Ebû Dâvûd ve Hâkim rivayet etmişlerdir. Hâkim «hadisin hasen ve sahih» olduğunu

söylemiştir. Bu umumdur. Zira tutsaklar bakireler ve bakire olmayanlardan hali değildir. Yani

içlerinde bakireler ve bakire ol-mayanlar vardır. Binaenaleyh bu hikmete tahsis edilemez. Çünkü bu,

da-ima bir şekilde yürümez.

Hadisteki «Hübâlâ» kelimesi hublâ´nın cemidir. Hublâ gebe kadın de-mektir.

Hayalâ kelimesi de hamli olmayan kadın manâsına gelen hail´in ço-ğuludur.

İstibrânın bir kısmı vardır ki müstehabtır. O daha sonra gelecektir.

«Ve diğerlerinden ilh...» maksad, öpmek, boyna sarılmak, müsâfaha etmektir.

«Kim ki cinsi ilişki kurmakla bir cariyeden menfaatlenmeye sahib olursa ilh...» ve mülkiyeti de yeni

bir mülkiyet ise demektir. (Yani eski-den de mülkü idi, sonra kaçtı, tekrar döndü anlamında

değilse). Maksat sağ eliyle mâlik olduğu câriyedir. Binaenaleyh eğer efendisi kendisiyle cinsi ilişki

kuran bir cariye ile evlenirse, Ez-Zâhîre´de yer alan bir hükme göre, «Kocasının onu istibrâ görevi

yoktur. İmamın katında hüküm böy-ledir.» Ebû Yûsuf, «İstihsânen istibrâ edecektir ki, iki kişinin tek

temiz-likte aynı kadında cinsi ilişki kurması durumu olmasın» dedi. Ebû Hânife: «Nikâhın akdi sahih

olduğu zaman, onun rahminin Şer´an beri oldu-ğunu do tazammun etmektedir. İşte istibradan

maksud da odur» dedi.

Cariyenin efendisi hakkındaki konuşma kaldı. Ez-Zâhîre´de dedi ki: «Efendisi cariyeyi satmak

istediği zaman eğer onunla cinsi ilişki kuru-yorsa müstahab odur ki onu istibra etsin, sonra satsın.

Cinsi münasebet-te bulunduğu cariye evlenmek istediği zaman onlardan bazıları onunla cinsi ilişki

kuruyorsa ulema «onun istibrasını beklemek müstahabtır» de-diler. Fakat sahiha göre istibra

burada vacibtir. Es-Serâhsî de buna mey-letmiştir. Fark şudur: Satışta müşteriye istibra vacibtir.

Ama burada de-ğil. Böylece maksad hasıl olur, onu satıcıya vacib kılmanın da manâsı kalmaz.

El-Münteka´da Ebû Hânife´den: Kullanmakta olduğu cariyeyi is-tibra etmeden satması mekruhtur.»

rivayet edilmektedir.

Ve onların benzeri ilh...» sözünden maksadı hibe, hibeden caymak, sadaka, vasiyet, hul´a bedeli,

sulh bedeli, kitabet veya ıtk veya icare gibi durumlardır.

«Bakire dahi olsa istibra lazımdır ilh...» Çünkü hüküm sebeb üze-rinde dönmektedir. O da mülkün

hudududur. Çünkü bu daha önce sebkat etmiştir. Kuhistânî bunu söyledi.

Ebû Yûsuf «Cariyenin rahmi satanın suyundan boş olduğunu yüzde yüz biliyorsa istikraya lüzum

yok.» diyor.

«Eğer borç ile her tarafı kaplı ise ilh...» ibaresinden maksad, borcun onun boynunu, elindeki malı

.kapsamıştır. Ve bu Ebû Hânife´nin katında böyledir. Çünkü efendisi o zaman onun kesblerinden hiç

bir şeye malik değildir. İmameyn katında ise maliktir. İtkanî.

Birinci görüş istihsan. ikinci ise kıyastır. Haniye.

«Eğer borç bütün borcunu kapsayıcı değilse ilh...» Yani hiç yoksa o zaman istibra bahis konusu

değildir. Bu durum da cariye kölenin ka-tında hayız gördüğü takdirde böyledir. Ama efendisine hayz

gör­mezden evvel cariyeyi satarsa efendisi onu istibra etmek mecburi­yetindedir. Velev ki izin

verdiği köle borçlu değilse dahi. Nitekim bu du-rumu Vehbânîye´den Şurunbulâlî nakletti ve müellif

de Metni Dürer´de bu-na işaret etmiştir.

«Eğer cariyeyi yakın olmayan mahreminden satın alırsa ilh...» mese-lâ satanın annesidir, kız

kardeşidir, veya süt kızıdır veya babasının veya oğlunun hanımıdır veya satan kişi o cariyenin

annesiyle veya kızıyla ci-ma etmiştir, bu takdirde istibrâya lüzum yoktur.

«Cima davetlisi durumlar da böyledir ilh...» Öpmek, boyna sarılmak, ferce şehvetle ve şehvetsiz

bakmak gibi durumlardır. İmam Muhammed tutsak cariyede cinsi ilişkilerin isteyikcileri onu haram

kılmadı dedi. Kuhistânî.

«En sıhhatli görüşe göre´ilh...» ibaresi cinsi ilişkinin öncülerine ka-yıt olarak zikretmiştir. Onun için


onu bu tarzdan ayrı zikrettiler. O da bazılarının: «cimaa davet eden davranışlar» sözünden ihtiraz

etmeleri için. Çünkü cinsi ilişkinin haram olması suyun karışmaması Nesebin ka-rışmaması içindir.

«Muhtemeldir cimaın öncüleri ilh...» Cariyenin gebe olması ihtimali vardır. O vakit satan «bu çocuk

benimdir» der; böylece onun başkasının mülkünde tasarrufu böylece ortaya çıkmış olur. Fakat bu

T. de dediği gibi tutsak olarak gelen cariyede bu şekilde tezahür etmez.

«İstibra süresini geçirinceye kadar ilh...» Eğer istibrâdan önce ca-riye ile cinsi ilişki ´kurarsa

günahkâr olur. Artık ondan sonra istibrâ, o ilişki kuran için bahis konusu değildir. Nitekim bu

durum Es-Sirâciye, El-Mubteğâ ve Şurunbulâliye´de yer almaktadır.

«Hayzı kesilmiş ilh...» ibaresi el-Minâh ve ed-Dürer´de yer almıştır. Eş-Şurunbulâliye buna itiraz

etmiştir. Şöyle ki: Eğer bundan hayzdan ke-silmiş olan kadınlar kastedilmişse zaten bu ibare daha

önce vardı. Eğer temizlik hali uzayan kadın hakkında ise devam eden ve uzanan bir ka-dın

kastedilirse «eğer hayzı kalırsa» ibaresi bunu ortadan kaldırmış olu-yor.

Ed-Durru´l-Münteka´da şu hüküm vardır: Bil ki hayzı kesilen kadın o kadındır ki sinnen baliğ

olmuştur, fakat daha hayza girmemiştir. Böyle bir kadının hükmü ittifakla küçük bir kızın hükmü

gibidir. Hayzı ortadan kalkmış kadın ise o hayza girmiş, velev ki bir defa olsun. Sonra hayzı ortadan

kalkmış ve uzanmış gitmiştir. Bunun için de buna «temizlik» müd-deti uzanmış kadın» deniliyor.

Fakat burada hilaf vardır. İşte bu ince-lik Ed-Dürer´in muhaşşisi Es-Şurunbulâliye´ye gizli kalmıştır.

Düşün.

«İmam Muhammed´e göre ilh...» şeklindeki ibare İmam Muhammed´ in bilâhare kabul ettiği noktaya

işarettir. İmam Muhammed daha önce dört ay on gün beklenmesini söylemiştir. Zahir rivayeye göre

o kadın hamile olup olmadığı ortaya çıkıncaya kadar bekletilecektir. Meşayih bu ortaya çıkma

zamanı konusunda ihtilaf etmiştir. En ihtiyatlı görüş iki senedir. Ve en şefkatli olan da budur.

Çünkü iki sene öyle bir müddettir ki cariyenin nikâhtaki rahmi başmüdür değil midir, bilinmesine

elve-rişlidir. Mülki yeminde ise bundan daha az olması evlâdır. «Bununla fet-va verilir ilh...»

Eş-Şurunbulâlî El-Kâfî´den bunu nakletti.

«Mustehaze bir kadın ayın başında on gün terkedilir ilh...» Bu adeti-ni bilen bir kadın için geçerlidir.

Böyle olunca da hayz müddeti on gün-dür diye bir müddet tayin edilmez. Bir de ilk baliğ olduğu

anda kan ak-maya başlamış ve devam etmiş kadın için bu fetva geçerlidir. Çünkü onun hayzı on

gün, tuhru ise her ay yirmi gündür. Zahire göre musan-nifin kelâmı buna hamledilmektedir. Hayret

yani şaşkınlık içinde olan bir kadın için bu geçerli değildir. Yazılsın. El-Kuhistânî´nin El-Muhît´ten

nak-lettiği ibare şöyledir: Eğer istihaze kanına müptela bir cariyeyi satın alır-sa ki bu cariye hayzını

bilmiyorsa ayın başından on gün terkeder. Öyle ise bu bilgisizlik kaydıyla kayıtlıdır. T.

Ez-Zâhîre´de de El-Kuhistânî´nin benzeri vardır.

«Hamile kadında ilh...» Zina yoluyla dahi olsa hamile bir cariyenin istibrâsı hamilinin vaz´iyledir.

«Mülkten sonra ve kabızdan önce olan istibraya itibar yoktur ilh...»

Yani bayi´den veya bayi´in vekilinden kabzetmeden önceki istibraya itibar yoktur. Eğer satılan

cariye adil bir kimseye parası verilinceye kadar tes-lim edilirse ve cariye o adil kişinin yanındayken

hayz görürse yine de bu, istibradan sayılmaz. El-Hazane böyle dedi. Kuhistânî.

«Doğurmakla da istibra olmaz ilh...» Yani nifâs -lohusa- müdde-tinden sonra tekraren istibra

edecektir. Fakat burada Ebû Yûsuf muhalefet etmiştir. Kuhistânî.

«Ve hayzın benzeri ilh...» dediği üzerinden bir ayın ve doğumun geç-mesi kastedilmektedir. T.

«Fuzulî bey´in caiz, geçerli sayılmasından önce ilh...» ibaresine ge-lince, bu hüküm cariyenin iki kişi

arasında ortak olduğunu, birisi ortağının iznini almadan onu sattığı şekli de kapsamaktadır.

el-Velvâliciye´de de böy-le yer almaktadır.

«Çünkü sıhhatli bir akde dayanan kâmil bir mülkiyet yoktur ilh...»

Aksi takdirde fasit bir satın alma kabız mülkiyeti ifade eder. Nitekim bu yerinde bilindi. H. Bunun

benzeri es-Sa´diye´de de vardır. Bunun için ba-liğe ayıptan veya fesattan ötürü kabızdan sonra

reddedilene de istibra vacibtir. El-Bezzâziye´de böyle hüküm vardır. El-Velvâliciye´de reddetme

yetkisini kazaya yani kadının hükmüne bağlamıştır.

«Bir hayz kâfi gelir ilh...» Benzeride yeter. Kabızdan sonra gördüğü bir hayız ve benzeri kâfi gelir.

Hidâye.

«Veya cariye mükâtebe ise ilh...» ibaresine gelince, yakın bir yerde hileller bahsinde gelecektir ki

müşteri satın aldığı cariye ile kitabet akti yaptığı zaman istibra düşer. İşte burada «kâfi gelir»in


manâsı acaba ne demektir Sonra gördüm ki müellif bunu da böylece müşkül saymakta-dır. Biz,

Allah´ın inayetiyle bunlar arasındaki muvafakati zikredeceğiz.

«Çünkü ilh...» O hayız mülkten sonra meydana gelmiştir ibaresi kâfi gelirin nedenidir. Yani kâfi

gelmesi istibra sebebinin varlığından sonra hayzın meydana gelmesidir. Cinsi ilişkinin bunun

istibra yerine kaim olup kâfi gelmesine mani değildir. Tıpkı bir adam ihramda olan bir cariyeyi satın

alır. Cariyenin ihram halindeyken hayıza girmesi gibi. İtkanî.

«Yani Darulislâm´da ilh...» sözüne gelince, yani o Darulislâm ki harb ehli orayı yurdlarına

katmamışlardır, eğer onu yurtlarına ´katarlarsa onla-rın mülkü olur. Binaenaleyh onların mülkü olan

bir cariye sahibine her-hangi bir yoldan iade olunursa bütün görüşlere göre istibra sahibine

gö-redir. Eğer cariye darulharpte durursa, sonra gelip sahibinin eline geçer-se İmamın kavline göre

istibra vacib değildir. Çünkü onlar cariyeyi mülk edinmemişlerdir. mameynin katında istibra

vacibtir. Çünkü onlar cariyeyi mülk edinmişlerdir. El-İtkânî ve başka müellifler de bunu ifade ettiler.

«Gasbeden, cariyeye dokunmazsa ilh...» ibaresine gelince, bazı nüshalarda «onu satmazsa» ibaresi

vardır. Ve bu ibare daha doğrudur. Ve Eş-Şurumbulâlî´deki ibareye uygundur. Şurunbulâlî´de şu

hüküm de vardır: «Eğer onu satarsa ve müşteriye teslim ederse, sonra kendisin-den gasbedilen

kişi o cariyeyi mahkeme kararı veya rıza ile elde ederse eğer müşteri onun gasb malı olduğunu

biliyorsa malik üzerine istibra vacib olamaz.» İsterse gasıbtan olan müşteri onunla cinsi ilişki

kursun, isterse kurmasın. Eğer müşteri satınaldığı zaman gasb olduğunu bilmi-yorsa, bununla

beraber cinsi ilişki kurmamışsa onun için istibra vacib değildir. Eğer onunla cinsi ilişki kurmuşsa

vacjb değildir, istihsana göre vacibtir. «Kadıhân´da böyledir.»

Bununla bilindi ki gasıp gasbettiği cariye ile cinsi ilişki kurarsa sa-hibinin eline düştüğü zaman

istibra vacib değildir. Tıpkı gasıptan olan ve gasp malı olduğunu bildiği halde cariyeyle cinsi ilişki

kuran müşterinin yaptığı gibi. Çünkü bu zinadır. Zinada istibra yoktur.

«Kabızdan önce ilh...» ibaresine gelince, yani müşterinin kabzından önce demektir. Eğer müşterinin

kabzından sonra olursa istibra lazım ge-lir, mecliste ikisi de ikâle anlaşması yapsalar Ebû Yûsuf´tan

gelen riva-yete göre, ayrılmazdan önce akdi bozarlarsa vacib gelmez. Zahirîye.

«İsteğiyle onu satması gibi ilh...» ibaresine gelince, yani burada hı-yarı şart sadece satana vardır.

Nitekim «sonra kendi hıyarıyla onu iptal ederse» ibaresi de buna işaret eder. O hıyarı şart müşteri

için de varsa, kabızdan önce müşteri bunu feshederse, bütün bunlarda icmaen böyle-dir. Fakat

kabızdan sonra feshederse imamın katında böyledir. İmameyne göre satana istibra gerekir. Çünkü

müşterinin hıyarı imameyne göre müş-terinin mülk edinmesine mani değildir. Fakat İmama göre

manidir. Eğer müşteri ayıp hıyarıyla satın aldığı cariyeyi geri verirse eğer o ayb mu-hayyerliği ile

verirse bu takdirde satana istibra etmek gerekir. Çünkü bu müşteriye mülkün sabit olmasına mani

değildir. El-İtkânî bunu ifade etmiştir.

«Kabzedildi ise ilh...» ibaresi kabzedilmeksizin olursa daha evlâ ola-cağı manâsını ifade eder.

«Bayi üzerinde istirdâddan sonra istibra yok ilh...» Çünkü alışveriş sıhhatli değildir. Velev ki

kabızdan sonra istirdâd olsa dahi.

«Eğer müşteri onunla cinsi ilişki kurmamışsa ilh...» ibaresine gelin-ce, eğer cinsi ilişki kurmuşsa

istibra edecektir. Zeylâî ve Nihâye.

T. dedi ki: «Müdebbere veya ümmül veled olan bir cariyenin satışı bâtıldır.» Kabızla da satılan satın

alanın mülkü olamaz. Binaenaleyh bu takdirde müşterinin onunla cinsi ilişki kurması zina olur ve

onun için is-tibra bahis konusu değildir. Yazılsın.»

Bu hüküm gasp edenden satınaldığı cariyeyle cinsi ilişki kuran müş-terinin ilişkisi gibi olmalıdır. Bu

durum daha önce geçti. Aralarındaki fark umulur ki şu ölsün: İhtilaf şüphesi vardır. Çünkü

mudebbere cariyeyi sat-mak İmam Şafiî katında caizdir. Ümmül veledin satın alınması hususun-da

İmam Ahmed´den bir rivayet gelmiştir. Madem ki bazı imamların katında mudebbere ile ümmül

veled cariyelerin satışı caizdir, müşterinin böyle bir cariyeyi satın alarak onunla cinsi ilişki kurması

zina sayılmaz. Onun için satan kişiye istibra vacib oluyor. Geri aldığı zaman. Ama gasb meselesi

böyle değildir. İşte bana görünen budur.

«Eğer istibrâdan sonra onunla evlenmiş ise ilh...» yani mülküdür, evvelâ istibra yaptı, sonra onunla

evlendi.

«Eğer istibradan önce ise ilh...» ibaresine gelince; yani istibradan önce ve kabızdan sonra evlenmiş

ise duhulden önce yani cinsi ilişki kurmazdan önce kocası onu boşarsa en seçkin görüşe göre

malik üzerine istibra vacib olur. Evlenmeden sonra hayız gören meselesi kalıyor. Aca-ba bu hayız


istib raiçin kâfi midir Zahire göre, evet kâfidir. Tıpkı evvela cariyeyi satın alır, sonra onunla kitabet

akti yapar, cariye hayıza girer ve borcunu ödemekten aciz kalır meselesinde olduğu gibi. Daha önce

geçti. Düşün.

«Bayi için ilh...» sözünün doğrusu «müşteri için»dir. Helâl olmaz iba-resine gelince, doğrusu

müşteri içindir. Çünkü mahreminden satın alı-nan bir cariyede istibra vacibtir. Ebussuud bunu ifade

etmiştir. Ez-Zâhîre adlı kitapta; «Bir cariyeyi satın aldı, kabzetti ve o cariye üzerinde talâk veya vefat

iddetinden bir gün veya daha fazla veya daha az var ise sonra onu istibra etmesj lazım değildir.

Çünkü kabız halinde-vacib olmamıştır. Tıpkı cariye nikâhla meşguldür, meselesinde olduğu gibi.

Çünkü cariyeden cinsi ilişki mülkiyet istifadesi yapmaz. Zahirenin: «Mül-kiyet istifadesi yapmaz»

sözü müşteri yapmaz demektir.»

Zahirine bakılırsa satın aldığından bir lahza sonra iddeti biten bir cariye için istibra vacib olmaz. Bu

mesele mecusî yani ateşperest olan bir cariye konusunda müşkülleşiyor. Zira kişi müşteri katında

hayız gör-mezden önce müslüman olan bir mecusîye cariyenin îstibracı vacib ol-makla beraber

kabz veya beyi anında onunla cinsi ilişki kurması helâl değildir. Aralarında şu fark yapılır: Mecusiyi

satın almakla cinsi ilişki mülkiyetinden istifade etti. Fakat hayız gibi biri mani olduğundan dolayı bu

istifade haram olur. Ama başkasına iddetini çeken böyle değildir. Çünkü daha önceki ibareden

insanın zihnine ilk gelende olduğu gibi bu-rada hiç bir şey istifade etmemiştir. Cariye doğurursa o

çocuğun nesebi kocadandır. Onu satın alandan değildir. Düşün.

METİN

Cariyeyi satanın tuhur zamanında cariyeye yaklaşmadığını bildiği za-man istibranın düşmesine dair

çare aramasında bir beis yoktur. Eğer bu-nu kesinlikle bilmiyorsa o hileyi yapamaz. Bununla fetva

verilir O çare şöyledir: Kişinin altında bir hürre kadın yoktur. Veya dört cariye yok. Kişi evvelce

cariyeyi nikâhlar, kabzeder. Sonra sahibinden satın alır. Ve der-hal onunla cinsi ilişki onun için

helâl olur. Çünkü istibra nikâhla vacib olmaz.

İZAH

«Bir beis yoktur ilh...» Bilmiş ol ki Ebû Yûsuf dedi ki: «İstibrâyı dü-şürmek için çare aramakta

mutlaka herhangi bir beis yoktur. Çünkü kişi onun hükmünü iltizam etmekten imtina ediyor. Zira

onu lazım olduğu şe-kilde yerine getirmekten korkuyor.»

İmam Muhammed mutlak bir şekilde bu hileyi mekruh görmüştür. Çün-kü bu hile şer´i ahkâmdan

kaçmaktır. Şer´î ahkâmdan kaçmak da mümin kişilerin ahlâkından değildir. Eğer satanın cariyeye

yaklaşmadığını bili-yorsa Ebû Yûsuf´un görüşünü tatbik eder. Eğer yaklaştığını biliyorsa İmam

Muhammed´in sözü tatbik edilir. Çünkü Resulü Ekrem, «Allah´a ve son güne iman eden iki kişi için

bir tek kadın üzerinde aynı temizlik anında bir araya gelmeleri ve ikisinin de cinsi ilişki kurması

helâl değildir.» buyurmuştur. Şu temizlik müddetinde satan cariyeye yaklaşmamış ise Resulullah´ın

bu yasağı tahakkuk etmemiş oluyor. Ebusuud şöyle dedi: «Hiç bir şey bilmiyorsa, yani yaklaşmış

mıdır yaklaşmamış mıdır, bu du-rumu bilmiyorsa zahire göre İmam Muhammed´in kavline göre fetva

ve-rilir. Çünkü rahmin meşgul olması zannedilir. Ben El-Allâme Nuh Efendi´nin haşiyesinde aynı

fetvayı ihtiva eden ibareyi gördüm.»

«Bu temizliğinde ilh...» Eğer satan hayız halinde cariye ile cinsi iliş-ki kurmuş ise bu istibrayı

düşürmek için yapılan hilede herhangi bir ke-rahet yoktur. Kuhistânî.

«Yani dört tane cariye ilh...» Eğer cariyeyi satın alanın altında nikâh aktiyle dört tane cariye varsa o

zaman istikra yapamaz. Eğer musannif burada İbn-i Kemal gibi: «Eğer onun altında nikâhı men

eden birisi yoksa» ibaresini kullansaydı kendi ibaresinden daha uygun olurdu.

«Onu nikâh ettikten sonra kabzederse ilh...» Yani kabz satın almak-tan önce olacaktır. Bu

El-Halvânî´nin görüşüdür. Ez-Zeylâî bu görüşle Hidâye sahibinin ibaresine itiraz etmiştir. İbn Kemal

bu kaydın El-Hâniye adlı kitabta yer aldığını zikretmiştir. Bu kayıt lazımdır. Taki nikâhın fesa-dından

sonra satın alma hükmüyle olan ´kabz mevcut olmasın. El-Hidâ-ye´deki görüş Serahsî´nin sözüdür.

Bu El-Mülteka´nın, El-Mevahib ve El-Vikâye´nin de zahiridir.

El-Kuhistânî dedi: «Bizim söylediklerimizle yani nikâhla kişi için ya-tak sabit olur. ´O yatak da şer´an

kadının rahminin boş olmasına delâlet eder. Alış-verişle yani satmakla ancak rekâbesini mülk

edinmiş olur. Böylece ortaya çıktı ki musannif katında seçilen, ihiyar edilen Serahsi´nin sözüdür. O

Serahsi ki İmam Odur. Halvânî´nin sözünü terketmekten ötürü kişinin boynunda herhangi bir

kınama yoktur.»

METİN


Sonra hanımını satın aldığı zaman istibrâ yine de vacib.olmaz. Ed-Dürer´de Zahîruddin´den

nakledilmiştir ki; satın almadan önce cinsi iliş-ki kurması şarttır. Bunun sebebini de zikretmiştir.

Eğer kişinin altında hürre bir kadın varsa bu istibrânın düşmesi için satan, satma olmadan ön-ce

onu güvendiği bir kimse ile evlendirir. Nitekim bu hüküm ileride gele-cektir. Veya satın almak

isteyen onu kabzetmezden evvel güvendiği ve altında hürre bir kadın olmayan bir kimse ile

evlendirir. Veya cariyenin emri onun veya kendisinin elinde olmak şartıyla evlendirir, dilediği zaman

eğer alan ´koca onu boşamaktan korkuyorsa boşatır. Sonra aynı cariyeyi satın alır. >kabzeder. Veya

kabzedip kocası onunla müşterinin kabzından sonra cinsi ilişki kurmazdan önce boşar, böylece

istibrâ sakıt olur. De-nildi ki; Ebû Yûsuf´un yüzbin dirhem aldığı mesele şudur: Harun er-Reşîd´-in

hanımı Zübeyde ´kocasına üzerine bir cariye satın almayacağına dair ye-min aldı. Ve böyle bir

cariyeyi herhangi bir kimseden hibe olarak da ka­bul etmeyecektir. Ebû Yûsuf dedi ´ki: Cariyenin

yarısını satın alacaktır ve cariyenin diğer yarısı da ona hibe ´edilecektir. Böylece yeminini tutmuş

olacaktır. Mültekât.

Veya satın aldıktan veya kabzettikten sonra müşteri o cariye ile ki-tabet aktini yapar. Nitekim

fatihlerin mutlak zikretmeleri bunu ifade edi-yor. Buna binaen kitabet ite kabızdan sonraki nikâh

arasında fark aranır. Musannif şeyhinden bizim ileride zikredeceğimiz gibi bir bahis nakletmiş-" tir.

Fakat Eş-Şurunbulâlî´de, El-Mevâhib´de nakledildiğine göre kitabet kabızdan evvel olmakla

kayıtlandırılmıştır. Bu yazılsın. Derim ki ben, son-ra Mevâhibu´r-Rahmân´ın şerhi el-Burhân´ı

gördüm. Orada mezkûr kayıt yoktur. Düşün. Sonra cariyenin rızasıyla kitabet feshedilir ve

efendisine istibrasız cinsî ilişki kurmak helâl olur. Çünkü kitabetle mülk zail olmuş-tur. Sonra

cariyenin müsaadesiyle onu yeniledi. Fakat hakiki bir mülk yeniden oluşmadı. Onun için istibrâ

sebebi de gerekli olmadı. Bu hilele-rin en kolayıdır Tatarhâniye.

İZAH

«Sonra nikâhlısını satın alırsa yine istîbrâ vacib olmaz ilh...» Bunun nedeni daha önce geçti. Nikâh

bâtıl olur, mehrin tamamı da kocadan düşmüş olur. İtkanî.

«Dürer´de nakletti ki, ilh...» Ed-Dürer´de de şöyle denilmektedir: «El-Fetâvâ´s-Suğrâ´da Zahîruddin

dedi: Büyük fakihlerden birine ait olan İs-tibrâ Kitabında gördüm ki, bu surette müşteri için bu

cariyeyle ilişki kurmak, ancak onunla evlenir, ilişki kurarsa helâl olur. Sonra onu satınalırsa, ki satın

aldığında onu mülk edinmiş oluyor; halbuki o daha kendisin-den olan iddeti çekmektedir; onunla

cinsi ilişki kurmazdan önce satın alırsa bu tıpkı onu satın almak gibi olur, nikâh bâtıl olur. Mülk

sabit ol-duğu bir durumda ise nikâh bahis konusu olamaz. Böylece istibra ona gerekir. Çünkü

istibra sebebi yüzde yüz tahakkuk etmiştir. O da mülkü yemin ile cinsi ilişkinin helâl olmasını

peydan etmektir. Zahîruddin: Bu, el-Kitab´da zikredilmemiş ince ve güzel bir yorumdur, demiştir.

El-Fetâvassuğrâ´ın ibaresi buraya kadar devam etmiştir.»

Ed-Dürer´de şu da yer alır: «Bu hükmün bağlantı noktası, mülk ve el koyma hakkı ihdası olarak

belirtilmiştir. El koyma ise burada peydan olmamıştır.» Düşün.

Çünkü satın almakla ancak o cariyenin rekabesini mülkedinmiş olu-yor. Ondan önceki helâl olan

cinsi ilişki ise Şer´an daha önce de Kuhistâniden naklettiğimiz gibi rahmin boş olduğuna delâlet

eder. Allah daha iyisini bilir.

Ama Müellif Ez-Zâhîre´de Zâhîruddin´in kelâmını naklettikten sonra: «Benim katımda bu meselede

şüphe vardır sözünü bunun için söylemiş-tir.»

T. el-Hamevî´den naklederek dedi ki: «Allâme el-Makdisî hülâsa ola-rak üç görüş ortaya çıktı

demiştir.

A)Kabz ve duhûlün daha önce olması şarttır.

B)Sadece kabzın şart olması vardır.

C)Mutlak olur. Ve akidle iktifa edilir.

İşte bu üçüncü görüş daha geniştir. İkinci görüş daha adildir. Fakat birinci görüş böyle değildir.

Düşünülsün.»

«Güvendiği bir kimseden ilh...» ibaresine gelince; yani istediği anda onu boşayabileceğine

güveniyor demektir.

«Nitekim ileride gelecektir ilh...» kavline gelince, yani bir satır son-ra gelecektir. Zaten burada

zikrettiğiyle de buna ihtiyaç .kalmamıştır.

«Eğer kabızdan sonra olursa istibra sakıt olmaz ilh...» Yani seçkin görüş budur. Nitekim Zeylâî´den


bunu daha önce söyledik. Çünkü kabz anında satın alma hükmüyle cariye adama helâl olur. Sebeb

mevcut ol-duğundan dolayı istibra da vacib olur.

«Veya satın cumadan önce satan onu evlendirir ilh...» Veya kabzetmezden önce müşteri onu

evlendirir. H.

«Sonra onu satın alır ve kabzeder ilh...» Bu kayıt «satan onu evlendirirse» kısmına aittir.

«Veya kabzeder» kaydı ise müşteri onu evlendirdiği zamana racidir. H.

«Koca onu boşar ilh...» Cariyenin efendisi için de o kocanın boynun-da mihrin yarısı lazım olur.

Cariyenin efendisi onu o borçtan beri edebi-lir. İtkanî.

«Müşterinin kabızdan sonra ilh...» yani müşteri kabzetmezden ev-vel boşarsa, El-Asl´da olduğu gibi

ona istibra gerekir. El-Hiyel kitabında satın aldığı vakte itibaren cariye başkasının hakkıyla meşgul

olduğundan dolayı istibra yoktur. El-Asl´m rivayeti üzerine kabzın zamanı itibar edil-miştir. Sahih de

budur. Zahire.

«O zaman istibra sakıt olur ilh...» Sebebin mevcut olduğu anda se-beb de kabızla tekid edilmiş,

pekiştirilmiş, mülk koca* müşterinin kabzın-dan sonra, cinsi ilişki kurmazdan önce boşarsa istibra

düşer. Çünkü istib-ra sebebin mevcut olduğu anda vardır. Sebeb de kabzla tekid edilmiş mülkün

edinmesidir. Bu cariyenin nefsi ona helâl olmadığı zaman böyle-dir. İstibrâ vacib olmaz. Eğer ondan

sonra helâl olsa dahi hüküm değişmez. Çünkü nazari itibara alınan durum sebebin mevcut olduğu

zamandır. Nitekim başkasının iddetini çektiği zaman gibi. Hidâye. El-Makdisî bu meseleyi ateşe

tapan cariye hakkında müşkül saymıştır.

Derim ki: Helâllikten maksad satın almakla cinsi ilişki mülkiyetini istifade etmektir. Bununla

yukarıdaki müşkül defedilir. Nitekim daha önce de bunu tekid ettik. Düşün.

«Denildi ki ilh...» Ebû Yûsuf´un üzerinde yüzbin dirhem aldığı mese-le. Bu, sarihin gizli

remizlerindendir. Çünkü bu kıssanın istibra çarele-rinde hiç bir müdahalesi yoktur. Fakat sarih

bununla istibrâda müdaha-lesi olana işaret etmiştir. O da bu kavlin karşılığıdır.

İbn Şehne´nin hikâye ettiği hülasa şudur: Harunurreşid, Ebû Yûsuf´u bir gece huzuruna çağırdı.

Harun´un katında İsa bin Cafer oturuyordu. Harun, Ebû Yûsuf´a: «Ben bu adamdan cariyesini

istedim. Bana haber verdi ki onu satmayacağına, hibe etmeyeceğine dair yemin etmiştir.»

Bunun üzerine Ebû Yûsuf, İsa bin Cafer´e: «Yarısını Harunurreşid´e sat, yarısını da hibe et» dedi. İsa

da bunu yaptı. Resîd, istibrânın sakit olmasını istedi. Ebû Yûsuf: «O halde cariyeyi azad et, ben

cariyeyi senin-le evlendireyim» dedi. Harun cariyeyi azad etti. Nikâh kıyıldı ve Harun, Ebû Yûsuf´a

yüzbin dirhem ve yirmi takım elbise verilmesini emretti.

«Yarısını satın alacaktır ilh...» sözüne gelince; doğru söylemiştir. .Çünkü o tam bir cariyeyi satın

almamış ve kendisine doğru söylemiştir. Çünkü o tam bir cariye´yi satın almamış ve kendisine de

tam bir cariye hibe edilmemiştir. Bu delâlet eder -ki: «yestevhibu» fiilindeki sin ve te harfleri

zaiddirler. Eğer zaid olmasalar taleb için olacaklardı. Ona taleb-siz bir cariyeyi, nikâhlı cariyeyi hibe

etti. Böylece keffarete duçar olma düşürülsün. İstibra burada vacibtir. Çünkü mülk ve el peydan

olmuştur.

«Onların ıtlaklarının ifade ettiği gibi ilh...» sözüne gelince, derim ki: Eğer ıtlaktan daha kuvvetli bir

şeyle muaraza edilmişse onların ıtlak-larından bu istifade edilir. O da El-Hidâye´de sarahaten

söylenen şudur: Kabızdan sonra gördüğü bir hayızla iktifa edilir, mecusî olduğu veya mükâtebe

olduğu zaman. Yani müşteri onu satın aldıktan sonra onunla ki-tabet akdi yapmıştır. Sonra mecusî

cariye müslüman olmuştur. Mükâtebe akdine mazhar olan cariye de aciz kalmıştır. Çünkü sebebten

sonra bu kitabet akdi olmuştur. Sebeb de burada mülk ve zilyedlik olmasıdır. Bu kabızdan sonra

cariye ile kitabet akdi yaptığı takdirde istibrânm vacib olduğunu sarahetle ifade etmektedir. Bunun

vechi zahirdir. Binae-naleyh buradaki hüküm kabızdan öncekine hamledilir. Kaidelerin gerek-lerine

uysun bir de iki kelâmın arası bulunsun diyedir.

«Nikâh ilh...» ibaresi yerine en uygunu «nikâh etmesi» manâsını ifa-de eden «inkâh»tır.

«Nitekim bunu ileride zikredeceğiz ilh...» (sözüne gelince; kitabetle onun mülkü zail olur sözünde

bu zikredilmiştir. Musannifin şeyhinden nak-lettiği ibare şudur: Bunun izahı belki şu olabilir: Cariye

kitabet akdiyle efendisinin elinden çıkar. Çünkü hür bir el olur. Ve kesiblerine herkesten daha

müstahak olur. Böylece sanki kitabet akdiyle mülk zail olmuş, or-tadan kalkmış sonra da Kitabet

akdindeki malı vermekte yeniden acze düşmüş gibi olur. Fakat hakikaten boyun mülkü yani rakabe

mülki hadis ol-mamıştır. Binaenaleyh istibrayı gerektiren sebeb yoktur. En-Nihâye´nin şu sözü de

bunu süslendirmekte, tekid etmektedir:


Cariye mevlâsının mülkünden çıkmadığı zaman fakat mevlâsının elinden çıkmış, sonra tekraren

onun eline gelmiştir, böylesine istibra et-mek vacib değildir. Hülasa olarak bunu söyledi.

Derim ki: Eğer bu fark doğru ise El-Hidâye´nin sarihler tarafından kabul edilmiş geçmiş sözü bâtıl

olur. Nasıl bâtıl olacak Halbuki istibrayı gerektiren sebeb mevcuttur. O da mülkün hadis olmasıdır.

Kabızdan son-ra elde edilmiştir, fakat ´kitabet akdiyle el ortadan kalkmıştır. Ki -bu da cinsi ilişkinin

helâl olmasını gerektirendir. Rakabe mülkü kalmış, bu da kabızdan sonra onunla evlendiği zamanki

durum gibidir. En-Nihâye´nin kelâmında bunu ifade edecek bir ibare yoktur. Bilakis iddia edilir ki bu

muddeasının, iddiasının hilâfına dair bir delildir. Çünkü En-Nihâye´nin ibaresi delâlet eder ki elin

zevali hiç bir zaman muteber değildir ve bundan dolayı da en Nihâye´de sabık kalmasında dedi ki:

Bunun benzerlerindendir cariyesiyle akdi kitabet yaptığı zaman. Sonra cariye aciz olur, kita-bette

zikredilen malı veremez. Veya cariyeyi muhayyer olduğu halde sa-tarsa, sonra alış verişi iptal

ederse bu surette ona istibra gerekmez. Böylece onun kelâmı kişinin mülkünde ve evinde sabit

olan bir cariye hakkında farzedilmiştir. Bu cariye ile kitabet akdi yapar veya satarsa, sonra bu

cariye evine gelirse o cariye hakkında kendisine istibra gerek-mez. İnsaf gözüyle tak, acaba

münazaa noktasını bu ibare ifade eder mi Münazaa noktası da şudur:

Kişi cariyeyi satın aldığı ve kabzettiği zaman onunla kitabet akdini yaparsa bu kişiden istibra

hükmü sakıt olur. Nasıl olabilir ki Eğer iba-re bunu ifade etse şunu ifade edecekti ki muhayyerlikle

olan satış kita-bet gibidir. Halbuki benim bildiğime göre hiç kimse bunu söylememiştir.

«Şurunbulâliye´de El-Mevahib´den nakledildiğine göre kabızdan önce olması ile kitabet

kaydedilmiştir ilh...» sözüne gelince: Çünkü Şurunbulâliye sahibi müşteri cariye ile kitabet akdini

yapar, sonra onu kabzeder, sonra cariyenin rızasıyla o akdi fesheder, El-Mevâhib ve başka

kitablarda böyle yazılıdır, o en kolay hiledir. Hele büyük bir mal üzerinde veya yakın bir zamanda

bağlanırsa cariye bunu vermekten aciz kalırsa.

«Derim ki ilh...» Deniliyor ki, Eş-Şurunbulâlî, E!-Mevâhib ve başka kitablarda böyledir, dedi.

Binaenaleyh Şurunbulâlî´nin ibaresi birçok kitabtan derlenmiştir. Eğer El-Mevâhib´in sahibi kaydı

sarahaten zikretmemişse mümkündür ki ondan başkası sarahaten bunu zikretmiş olsun. T.

Derim ki: Eğer bu kaydı hiç kimse sarahaten zikretmemişse buna binaen manâ bildiğin gibi´dir.

«Onun mülkü zail olmuştur ilh...» sözüne gelince, evet takdiren zail olmuştur. Çünkü zail olan

hakikatte mülk değildir, eldir.

METİN

Nikâh bakımından aynı kişinin nikâhı altında olmaları mümkün olma-yan iki cariyesi vardır. Mesela

kızkardeştirler veya başkadır. Onları şeh-vetle öptü. İkisi de bunun için haram olurlar. Eğer birisini

öper veya cinsi ilişki kurarsa kendisine helâl olur. fakat diğeri helâl olmaz. Öpmekte şehvet şarttır.

Fakat ellemekte ve bakmakta şehvet şart değildir. Şehvetsiz de olsa haramlığın sebebi olur.

Böylece bakmakla öpmek gibi ilişki-nin çağmaları da kişiye haram olur. Ta ki kâfirlerin cariyeyi

istila et­meleri gibi fiiliyle olmayan bir fiille dahi birisinin tenasül uzvu kendisine haram oluncaya

kadar. İbn Kemâl.

Bu cariyeleri kendisine mülk edinmek suretiyle hangi sebeble olur-sa olsun, bir kısmını dahi mülk

edinmek suretiyle olur. Sarih bir nikâhla olur. Fasit nikâhla böyle bir hüküm sabit olmaz, ancak fasit

nikâhta cinsi ilişki hasıl olursa. Veya azad etmekle, velev ki bir kısmını veya kitabet akdini yapmakla

olur. Çünkü kitabet akdi yapılan cariyenin de tenasül uzvu efendisine haramdır. Tedbir yani cariyeyi

mudebbere kılmak, re-hin ve icare bunun hilâfınadır.

Derim ki: Müstahap odur ki Mülteka şerhinde geniş açıladığım gibi haram olan cariye, üzerinde bir

hayz geçmeden ona dokunmamaktır.

Kuhistânî´de yer aldığına göre: Bir erkeğin diğer erkeğin ağzını, eli-ni veya azalarından herhangi

birisini öpmesi tahrimen mekruhtur. Kadının tanıdığı bir kadınla bir araya geldiklerinde öpüşmeleri

veya veda anında öpüşmeleri de tahrimen mekruhtur. Kınye.

Bu kerahet hükmü eğer şehvetle olursa böyledir. İyilik dostluk üzere böyle bir öpüş, bütün alimlerin

katında caizdir. Haniye.

El-İhtiyâr´da bazı alimlerden rivayet ediliyor: Kişi iyilik kastetmek suretiyle böyle yaparsa bunda bir

beis yoktur, şehvetten de emin ise. Meselâ bir fakîhin yüzünü öpmek ve benzeri gibi.

Bir tek elbise içinde olanın boynuna sarılmak da tahrimen mekruh-tur. Ebû Yûsuf bir tek elbise

içinde olanın yüzünü öpmek ve boynuna sarılmakta bir beis yoktur, dedi. Eğer kişinin sırtında bir

gömlek veya bir cübbe varsa icmaen, boynuna sarılmak kerahetsiz caizdir. Ed-Dirâ-ye´de bu görüş


tashih edilmiştir. Metinlerin hepsi bu görüş üzerinedir. El-Hakâik´de şu mesele yer almaktadır: Eğer

şehvet olmaksızın sadece iyi-lik yoluyla öpülürse icmaen caizdir. Musafahanın caiz oluşu gibi.

Çünkü musafaha köklü ve mutevatir bir sünneti seniyyedir. Zira Allah´ın Re-sulü şöyle

buyurmuştur: «Kim ki müslüman kardeşinin elini musafa eder ve elini sallarsa günahları dökülür.»

Musannifin, Ed-Dürer, El-Kenz, El-Vikâye, En-Nikâye, El-Mecmâ´, El-Mültekâ ve başka kitablara

uyarak mutlak bir hükmü zikretmesi onun mutlaka caiz olmasını ifade ediyor. Velev ki ikindi

namazından sonra dahi olsa. Onların «o bid´attır şeklindeki ifadeleri En-Nevevî´nin Ezkâr´ında ve

başkasının başka kitablarda ifade ettikleri gibi güzel bir mubah-tır. Mecmâ´ Şerhinin Nevavî´den

naklettiği de bunun üzerine hamledilir. Nakledilen şudur: «Sabah ve ikindi namazlarından sonra

musafaha hiç bir şey değildir.»

Evet, bu nakli de onun üzerine hamlediyoruz ki aralarında uyum sağlansın. Düşün.

Bu meselenin tamamı El-Mültekâ üzerinde talik ettiğim kitabta geç-mektedir.

İZAH

«Nikâh yönünden bir araya gelmezler ilh...» sözü işaret eder ki; bü-roda nikâh kastedilmektedir.

Binaenaleyh iki kızkardeşin zikredilmesi tem-silidir, kayıt değildir. Bu ibarenin zahiri anne ile kızını

kapsamaktadır. El-Kuhistânî´nin metni de bunun üzerinedir. Bununla beraber onları şeh-vetle

öperse musaharat haramlığı vacib olur. İkisi de birden onun için haram olurlar.

Bir Mesele: Eğer bir cariye ile evlenirse ve onu daha cinsi ilişki kurmazdan o cariyenin kızkardeşini

satın alırsa bu satın almış olduğu cariye ile oynaşmaz. Çünkü yataklık nikâhla sabit olmuştur.

Eğer sonra satın aldığı ile cinsi ilişki kurarsa o vakit yatak konusun-da ikisini bir araya getirmiş

olur. İtkanî.

«Onları öpmesi ilh...» söyledi ve cinsi ilişkiyi söylemedi. Çünkü ni-kâh kitabı bizi bu konuda

yeterince aydınlatmıştır. Kuhistânî.

«Cinsi ilişki kurması helâl olur ilh...» Çünkü eğer ikincisiyle cinsi iliş-ki kurarsa iki mahremi aynı

nikâhta toplamış olur. Daha önce ilişki kurduğuyla ilişki kurarsa böyle bir hüküm meydana gelmez.

Hidâye.

«Öpmekle şehvete itibar edilmez ilh...» ifadesi el-Kenz ve el-Hidâye´deki hükme muhaliftir.

En-Nihâye´de: «Şehvet kaydını getirdi. Çünkü iki cariyeyi şehvetsiz öperse sanki öpmemiş gibidir.»

denilmektedir.

Bu hükmün benzeri El-İnâye´de vardır. Fakat Fethu´l-Kâdir´in «Nikâh-ları haram olan kadınlar»

konusunda şu ibaresi vardır: «Kişi öptüğünü ikrar ederse fakat şehveti inkâr ederse burada ihtilâf

vardır. Bazı fakihlere göre kişi tasdik edilmez, bazılarına göre onun hilafını izhar etme-dikçe kabul

edilmez. Bazıları kabul edilir demişlerdir: Bazıları bu konuda tek görüş olmaz. Tafsile ihtiyaç vardır.

Baş ve alın öpme tasdik edilir, ağızdan öperse tasdik edilmez, derler. En kuvvetli görüş de budur.»

İki yanağı ağza ilhak etmek açıklık kazanmıştır. Derim ki: Böylece uyum sağlandı, Allah´ı tevfiki ile.

«Mülk ile ilh...» ibaresinden maksad mülk-i yemindir. «Hangi sebeble olursa olsun» ibaresi de bu

sebebi genelleştirmektir. El-İtkânî dedi ki: «Meselâ, satın alma, vasiyet, miras, hulu bedeli, kitabet,

hibe, sadaka gibi sebeblerle de mülk edinilirse yine hüküm yukarda zikredildiği gibidir, düşün.»

«Ancak duhul olursa ilh...» cinsi ilişki varsa. Çünkü duhul cariye üzerine iddeti gerekli kılıyor. İddet

de sahih haramlığı gerektirmek hu-susunda sahih nikâh gibidir. Hidâye.

BİR UYARI: Eğer mahremiyet kalkarsa eski haramlık avdet eder. Sonra En-Nihâye´de Mebsût´tan

şöyle nakledildiğini gördüm: Cariyeler-den birisini diğeriyle cinsi ilişki kurmak helâl olur. Eğer

evlendirdiği ca-riyeyi kocası boşarsa iddeti bittikten sonra birisini evlendirinceye veya satmaya

kadar ötekiyle ilişki kuramaz. Çünkü kocanın hakkı p cariye-den boşanma suretiyle sakıt oldu,

iddetin bitiminden sonra da herhangi bir etkisi kalmadı. Evlendirmeden önceki hüküm böylece

avdet etti.

«Nitekim bunu Mültekâ şerhinde detaylı olarak açıklamıştım ilh...»

Mültekâ Şerhinin nassı şöyledir: «Lâkin müstahab odur ki onu mülkünden çıkarmak suretiyle

mahremin üzerinde bir hayız geçmeyinceye kadar el-lemektir.»

Derim ki: Bu müstahab olan ibra çeşitlerinden birisidir. O çeşitler-den bir başkası da hanımını veya

cariyesini zina ettiğini gördüğü zaman eğer gebe kalmazsa onunla istibrasız cinsi ilişki kurabilir.

Eğer gebe kalırsa hamlini vazedinceye kadar ona yaklaşamaz.


O istibra çeşitlerinden birisi de şudur: Hanımının kızkardeşiyle veya halasıyla veya teyzesiyle veya

erkek kardeşinin veya kızkardeşinin kızıyla şüphesiz bir şekilde onlarla zina ettiği zaman onun için

efdal olan zina ettiği kadın istibra oluncaya kadar hanımına yanaşmamasıdır. Eğer bu sayılanlardan

birisiyle şüpheden ötürü zina etmiş ise onun üzerine, yani zina edilen kadın üzerine iddet vacib

olur. Yani hanımına o zinaya maruz kalan kişinin iddeti bitinceye kadar yaklaşamaz, onunla cinsi

ilişki ku-ramaz.

İstibranın müstahab olan çeşitlerinden birisi de bir kadının zina et-tiğini gördüğünde sonra onunla

evlenirse en efdali istibra etmesidir. Bu hüküm İmam A´zam ile Ebû Yûsuf katıdadır. İmam

Muhammed´e göre an-cak istibrâdan sonra onunla cinsî ilişki kurabilir. Başkasının cariyesiyle

evlenir veya müdebberesiyle veya ümmü velediyle azad edilmezden önce evlenen bir kişi hakkında

da böyle cevap verilir. Cariyenin mevlâsı için de durum budur. Nitekim El-Kuhistânî bunu

en-Nazm´dan böylece nakletmiştir. Hıfzedilsin.

«Samimiyet yönünden olursa hepsinin katında boyna sarılmak, el öp-mek caizdir ilh...» imam

El-Aynî bir kelâmdan sonra dedi ki: Böylece ki-şinin elinin, ayağının, başının böğrünün öpülmesinin

mubah olduğu bilindi.

Nitekim daha önceki hadislerden alnın öpülmesinin mubah olduğu bilindiği gibi. İki gözün arasının,

iki dudağın iyilik yönünden öpülmesinin caiz olduğu, ikram yönünden bunu yapmanın caiz olduğu

öğrenildi. Ya-kında öpmek ve ayağa kalkmak hakkındaki konuşmanın tamamı gele-cektir.

«Boynuna sarılmak do aynıdır ilh...» El-Hidâye´de: «Erkeğin erkek elini veya ağzını veya başka bir

azasını öpmesi veya boynuna sarılması mekruhtur» dedi. Et-Tahâvî: «Bu El-Hidâye´deki görüş Ebû

Hânife ile İmam Muhammed´in görüşüdür» dedi. Çünkü rivayet edildiğine göre Al-lah´ın Resulü,

Habeşistan´dan geldiği zaman Cafer´in boynuna sarılmış iki gözünün arasından öpmüştür. Ebû

Hânife ´ile İmam Muhammed´in de-lili şu riyavet edilen hadistir:

«Resulullah «boyna sarılmak» manasına gelen «mukâmea»dan ve öp-mek manâsına gelen

mukaâme den nehyetmiştir.»

Ebû Yûsuf´un rivayet ettiği ise bu işin haram kılınmasından önceki •devreye hamledilir. Âlimler bir

tek izar yani bir kat elbisede bulunduğu zaman boyna sarılma hakkında hilaf vardır, dediler. Eğer

üzerinde bir gömlek veya bir cübbe de olursa icmaen boyna sarılmakta bir beis yok-tur. Sıhhatli

görüş budur.

El-İnâye´de şu hüküm yer almaktadır: Şeyh Ebû Mansur, hadisler arasında uyum sağlayarak şöyle

dedi: Muanaka´nın mekruh olanı şeh-vetli kısmıdır.

Musannif da bu manayı «bir tek izarla muanaka mekruhtur» diyerek belirtti. Çünkü bir ´izar şehvete

sirayet eden sebebtir. İkram ve samimiyet yönüyle olan muanaka ise kişinin sırtında ´bir tek gömlek

alsa bile bunda beis yoktur. Bununla ortaya çıktı iki mekruh olan diz kapakları ile göbek arasını

örten bir tek elbiseli olduğu ve bedenin diğer yerlerini açık bu-lunduğu devrededir. Ebû Yûsuf´tan

daha önce gelen, El-Hidâye´deki hük­me uygundur. Anla.

«Eğer sırtında ilh...» Yani onların her birisinin sırtında elbise varsa demektir. Şerhu´l-Mecmâ´da

geçtiği gibi, birbirlerinin boynuna sarılanla-rın üzerinde bir gömlek veya cübbe varsa caizdir

deniliyor.

«El-Hakâik´de ilh...» Oradaki açıklamayı biraz önce Hânjye´den nak-lettiğimiz açıklama lüzumsuz

kıldı.

«Resulullah´ın zikredilen hadisi ilh...» Bu hadis, Hidâye´de yer almak-tadır. Allah´ın Resulü

buyurdular: «Mümin bir kişi diğer mümin ile rastlaşırsa ona selâm verir, elinden tutar, musafaha

yaparsa ikisinin de (güz döneminde) ağaçların yaprakları döküldüğü gibi günahları dökülür.»

Hadisi Tabarânî ve Beyhâkî rivayet etmişlerdir.

«Nevevî Ezkâr´ında dediği gibi ilh...» ifadesi şöyledir: «Bilmiş olunuz ki musafaha her rastgelme

anında mustahabtır. Halkın sabah namazın-dan sonra adet edindiği musafahanın ise, bu vecih

üzerinde Şeriatta onun aslı yoktur. Fakat bunun bir zararı da yoktur. Çünkü musafahanın esası

sünnettir. Onların -bazı hallerde bunu korumaları ve çok hallerde de bu-rada ifrat etmeleri veya

hallerin çoğunda bunu ihmal etmeleri bu kısmın şeriatta aslı varid olan musafahadan çıkarılmasına

sebep olamaz.» Şeyh Ebu´î-Hascn e! Bekri dedi ki: «Nevevî, sabah ve ikindiden sonra, kaydını kendi

zamanındaki adete binaen söyledi. Zira bütün namazların arkasın-da bugün de böyle musafaha

yapılmaktadır.»

Eş-Şurunbulalî´nin musafaha hakkında yazmış olduğu risalede du-rum böyledir.


Bunun benzeri Şemsu´l-Hânûtî´den rivayet edilmiştir:

«Onun meşruiyeti hakkında varid olan nasların umumiliğinden delil getirerek fetva vermiştir ve bu

sarihin metinlerin mutlak ifadelerinden böyle kaydetmektedirler» demesine de uygun geliyor.

Nitekim deniliyor ki: Sadece namazlardan sonra musafahaya devam etmek bazı cahillerin bu

hususta musafaha sünnettir itikad etmesine yol açar. Ve kanaat eder ki bu namazlardan sonra

musafaha diğer zamanlardakinden daha üstün bir özellik taşımaktadır. Halbuki onların kelâmı-nın

zahirinden anlaşılıyor ki, seleften hiç bir kimse bu vakitlerde musafaha etmemişlerdir. Böylece

«vitir namazlarında üç Surenin bazı zaman-larda terkedilmekle beraber okunması sünnettir»

demişlerdir. Bazı za-manlarda terkedilecektir ki vacib olduğu sanılmasın. Tebyînu´l-Mehârim adlı

kitab El-Mültekat´tan naklediyor: «Namazdan sonra musafaha her halükârda mekruhtur. Çünkü

sahabe namazların edasından sonra mu-safaha etmemişlerdir. Bir de namazlardan sonraki

musafaha rafizilerin sünnetlerindendir.»

Sonra Şâfiîlerden naklen İbn-i Hacer´den şunu naklediyor: «Namaz-lardan sonra musafaha asli

Şeriatta olmayan mekruh bir bidattir. Bu bi-dati işleyen evvela uyarılır, sonra tazir cezasına

çarptırılır.»

Bunları söyledikten sonra şöyle devam etti: «İbnu´l-Hâc -ki Mâliki ulemasındandır- El-Medhal´de

«Bu musafaha bîdatlardandır.» Şeriatta musafahanın yeri ancak müslüman müslümana rastgeldiği

zamandır. Na-mazların arkasında değildir. Şeriat o musafahayı nerede yapılmışsa oraya koymak

gerekiyor. Namazdan sonraki musafahadan insanlar sakındırılır. Onu yapan şiddetle ´kınanır.

Çünkü o sünnetin hilafını getirmiştir.» der. Sonra bu hususta uzun uzadıya açıklamalarda bulundu.

Oraya müracaat edebilirsin.

«Ondan naklettiği buna hamledilir ilh...» Nevevî´den başka alimler de başka kitaplarda bunu

nakletmişlerdir. Nevevî´nin Müslim şerhinde nakledilen bunun üzerine hamledilir. Nitekim İbn Melek

«Şerhu´l-Mecmâ´da» bunu sarahaten söylemiştir. Anla.

Derim ki: Bu hami yani yorum cidden uzak bir yorumdur. Zahire bi-naen bu İmam Nevevinin iki

kitabındaki reyinin birbirine ters düşmesine mebnidir. Nevevî Müslim şerhinde böylece bir

musafahadan meydana gelen mahzura bakmıştır. Ve bu özel olarak rivayet edilmemişliğine

bak-mıştır. Hele El-Mültekat´tan: «Bu, Râfizîlerin sünnetlerindendir» sözünü naklettikten sonra,

Allah daha iyisin bilir.

«El-Kınye´de Musafaha iki elle olur. Bunun tamamı El-Mültekâ üze-rindeki şerhte vardır ilh...»

ibaresine gelince, ovucun içini diğer ovucun içine koyacaklar, yüzlerini birbirine yönelteceklerdir.

Binaenaleyh sadece parmakları tutup musafaha etmek musafaha sayılmaz. Fakat rafizîler katında

bu şekilde musafaha yapılır. Sünnete uygun musafaha iki el ile ol-malıdır ve eller arasında engel

olmamalıdır. Ve bir araya geldiklerinde se-lâm verdikten sonra olmalıdır. Ve birbirlerinin baş

parmaklarını ellerine almalıdırlar. Çünkü başparmakta bir damar vardır ki, kalblerde sevgiyi

yeşertir. Hadiste böyle gelmiştir. Bunu El-Kuhistânî ve başkaları naklet-´ mistir.

METİN

Erkeğin diğer erkekle aynı yatakta yatması caiz değildir. Her birisi yatağın bir kenarında olsa dahi.

Allah´ın Resulü: «Bir tek elbisede bir er-kek diğer erkek ile yatmasın, bir tek elbise ile bir kadın

diğer bir kadınla yatmasın» buyurmuştur. Erkek veya kız çocuk on yaşına geldiği zaman aralarını

«ayırmak vacib olur. Kendisiyle kardeşinin, kızkardeşinin, anne-sinin, babasının yataklarını ayırmak

vacib olur. Çünkü Allah´ın Resulü (S.A.V.): «Çocuklarınız on yaşına geldiklerinde yataklarını

ayırınız» bu-yurmuştur. En-Netef adlı eserde: «Kişi altı yaşına geldi mi yatağını ayır-ması gerekir.»

diyor. El-Müctebâ´da da böyle denmiştir. Aynı kitab´da ay-rıca şu da vardır: «Erkek çocuk şehvet

haddine vardı mı ergin erkek gibidir. Kâfir bir kadın da bu hususlarda müslüman kadın gibidir.»

Ebû Hânife´den gelen bir rivayete göre hamam sahibi hamama ge­lenlerin görülmesi caiz olmayan

yerlerine bakabilir. Ebû Hânife buradaki delilini de sünnet olmaktan almıştır. Meselâ ergin bir insanı

sünnet et-mek için avretine bakmak helâl olduğu gibi, bu da helâldir. Denilmiştir ki, büyük bir

insanın kendi nefsini sünnet etmesi mümkünse kendisini sünnet etmelidir. Eğer imkânı yoksa

kendisi sünnet etmez, başkasına sünnet ettirir. Ancak sünnetçi bir kadını nikâh yoluyla veya

sünnetçi bir cariyeyi satın almak yoluyla da sünnet olmak imkânı varsa onlar vasıta-sıyla sünnetini

icra eder. Zahire göre büyük insan sünnet edilir ve kesil-mesi gereken kabuğun çoğunun kesilmesi

de kâfi gelir.

Alim ve takva sahibi bir kişinin elini öpmekte, -teberrük yoluyla olursa- bir beis yoktur. Dürer.


Musannif El-Câmi´den nakletti ki: Hakim ve adil bir sultanın elinin öpülmesinde beis yoktur. Hatta

bazıları bunun sünnet olduğunu söylemiş-lerdir. Müctebâ.

Alimin başını öpmek elini öpmekten daha güzeldir. El-Bezzâziye´de böyledir. Alim ve adil sultandan

başkasının elinin öpülmesine ruhsat yok-tur. Tercih edilen görüş budur. Müctebâ.

El-Muhit´te: «Eğer bir kişinin müslüman olmasını tazim ve ona ikram etmek bakımından eli

öpülürse, caizdir, eğer dünyalık için öperse mekruhtur» denilmektedir.

Eğer bir kişi bir alim ve zahidden «bana ayağını ver de öpeyim» diye talebde bulunursa, o da

ayağını ona verirse ayağını öper. Bazıları «Ayak öpmekte ruhsat yoktur» demişlerdir. Nitekim bir

kadın diğer bir kadının ağzı ve yanaklarını karşılaştıkları zaman veya veda ederken öpmesinin

mekruh olduğu gibi. Nitekim «kıyl»i öne alarak El-Kınye´de bunu söyle-miştir. Bazı cahillerin

başkasıyla bir araya geldiklerinde sanki onun eliymiş gibi kendi elini öpmesi de böyledir, yani

mekruhtur. Ve bunda bir ruhsat yoktur. Mülakat anında arkadaşının elinin öpülmesi ise mekruh-tur,

bu hususta icmâ vardır. Bazı kimselerin alimlerin huzurunda veya büyük insanların huzurunda yer

öpmeleri de böylece mekruhtur ve ha-ramdır. Bunu yapan, yeri öpen ve rıza gösteren de günahkâr

olur. Bu, putlara tapmaya benzer. Bunu yapan ile razı olanlar ibadet ve tazim yo-luyla olduğu

takdirde kâfir olurlar. Eğer tahiyye yoluyla yani selamlaşma yoluyla olursa kâfir olunmaz, fakat

günahkâr ve büyük bir günah işlemiş olur.

El-Mültekat adlı kitapta «Allah´dan başkasına tevazu haramdır» de-nilmektedir. El-Vehbâniye´de:

«Caizdir, hatta gelene tazim olsun diye aya-ğa kalkmak menduptur.» sözü vardır. Nitekim ayağa

kalkmanın caiz ol-ması gibi. Velev ki alimin huzurunda okuyucu için ayağa kalkmakta ol-duğu gibi.

Bunun hükmü nazmen ileride gelecektir.

FAYDALI BİR NOT: Öpmek beş vecih üzerinedir:

1 - Sevgi öpmesi. Çocukların yanaklarından öpülmesi gibi.

2 - Merhamet öpmesi. Anne ve babanın başlarını öpmek.

3 - Şefkat öpmesi. Kardeşlerin alnından öpülmesi.

4 - Hanım ve cariye için şehvet öpmesi ki ağız üzerinde olur.

5 - ikram öpmesi ki müminler için el üzerinde olur.

Bazıları «altıncı öpme olan din öpmesi konusu geçti. »

El-Kınye´de kabristanlarda ilgili konuda şunu söylemektedir:

«Mushafın öpülmesi vardır.»

Bazıları «mushafın öpülmesi bidattir» dediler. Lâkin Hz. Ömer´den gelen rivayete göre o, her sabah

mushafı alır, öper ve «Bu Rabbimin ah-dîdir, menşurudur» derdi. Hz. Osman da Mushaf´ı öper ve

yüzüne sü­rerdi.

Ekmeğin öpülmesine gelince, Şâfiîler «mubah bir bidattir» bazıları da: «bid´atı hasenedir» derler.

Alimler «onu çiğnemek mektuhtur, fakat öpmek mekruh olmaz» dediler. Bunu İbn-i Kasım, İbn-i

Hacer´in Şerhul Minhacı üzerindeki haşiyesinde söylemiştir. Bu da Velime bahsinde geçmiştir. Biz

Hânefîlerin kaideleri de buna engel teşkil etmemektedir. Bu eserde gelmiştir: «Sakın ekmeği

bıçakla parçalamayınız ve ona ikram ediniz. Çünkü Allah ona ikram etmiştir.»

İZAH

«İki erkeğin aynı yorgan altında perde olmaksızın yatmaları caiz de-ğildir ilh...» Aynı örtü içinde

aralarında perde olmaksızın demektir. Gele-cek hadisten anlaşılan da budur. El-İtkânî, Hidâye´nin

hilafına «El-Mukâme´a» kelimesini böylece tefsir etmiştir. Acaba bundan maksad ikisinin aynı

elbiseye sarılmaları mıdır yoksa birisi başka bir elbiseye sarılarak aynı yatağa girmeleri midir

Zahire göre birinci görüştür. Onu Mecmau´l-Bihâr´da nakledilen de tekid etmektedir. Yani ikisi

soyunarak, bir yatağa giriyorlar. Eğer aralarında perde varsa tenzihen mekruh olur. Düşün.

«Oğlan veya kız on yaşına geldiğinde ilh...» El-Müctebâ´da gördü-ğüm gibi Es-Şir´a´da naklediyor:

«Çocuklar on yaşa geldiklerinde ayrı ayrı yatırılırlar. Erkek ve kız çocuklar arasında perde gerilir.

Çocuklar ile er-keklik çağına gelenler arasına da perde gerilmelidir. Zira bir arada olma-ları fitneye

davet eder. Velev ki fitne daha sonra olsa da.»

El-Bezzâziye´de «Çocuk on yaşına geldiğinde annesiyle, kız karde-şiyle aynı yatakta yatamaz. Karısı

ve cariyesi müstesna, başka bir ka-dınla da aynı yatakta yatamaz» denilmektedir.

Maksad mahzura girmekten korkarak uyku anında aralarını ayırmak-tır. Çünkü çocuk on yaşına


geldiği zaman artık cinsi ilişkiyi akledebilir. Onu bu fitneye düşmeden alıkoyacak bir din de yoktur,

kendisi için. Çoğu kez kızkardeşi ve annesinin üzerine düşebilir. Çünkü uyku istirahat za-manıdır,

şehveti de tahrik eder. Veya uyku halindeyken elbiseler, ister erkek ister kadın olsun, avret

mahallinin üzerinden kayabilir. Bu, mah-zura yol açar ve hassaten bu zamanın çocuklarında haram

olan sarılma-lara sebsb olur. Çünkü bu zamanın çocukları fasıklığı büyüklerden daha fazla

bilmektedirler.

Müellifin «anne ve babasından da ayrı olacaktır» ibaresi zahiren de-lâlet e-der ki, babasından da

annesinden de ayrılır. Yani onlarla beraber, onların yatağında yatamaz. Çünkü böyle, bir durumda

onların arasında cereyan eden şeylere muttali olabilirler. Fakat tek başına yatarsa veyathut da

kendisi babasıyla yalnız, veya kız, annesiyle yalnız yatarsa durum değişir. Erkek çocuk başka bir

erkekle veya ecnebi bir kadınla da yata-maz. Buna müsamaha edilemez. Çünkü fitneden korkulur.

Hele çocuk parlak yüzlü ise. Herne kadar böyle uyumalarda bir şey oluşmazsa da o erkek veya

kadının kalbi ona bağlanabilir. Başka bir zamandan sonra da fitne hasıl olabilir. Bu tertemiz şeriat

ne güzel dindir; fesadın kökünü söküp atmıştır!

Kim ki davranışlarda ihtiyatı elden bırakırsa mahzurlara girmiş olur. Darbı meselde «testi her zaman

sağlam kalmaz» denilmektedir.

«Müctebâ´da da böyledir ilh...» sözü işaret eder ki metinden sonra buraya kadar olan kısımların

hepsi Müctebâ´nın sözüdür.

«FahI gibidir ilh...» tabiri geçmektedir. Bu, «baliğ ve ergin insan gibi-dir» demektir. Nitekim

Tatarhâniye´de fahl´ı böyle tevil etmiştir. Yani av-rete bakmak, aynı yatakta yatmak hususunda baliğ

erkek gibidir.»

«Kâfir kadın da müslim kadın gibidir ilh...» sözüne gelince, muhte-mel ki burada: «Kâfirenin

müslüman kadına bakması, müslüman kadının müslüman kadına bakması gibidir.» hükmü

´kastedilmiş olsun.

Bu ise tercih edilen görüşe aykırıdır. Daha önce musannif, «Zımmi bir kadın en sıhhatli görüşe göre

ecnebi bir kişi gibidir.» kavliyle takdim etmiştir. Muhtemel ki maksad şudur: Erkek, müslüman

kadına baktığı gibi kâfire kadına bakar.

Bunun karşılığı Tatarhâniye´de yer alan hükümdür: Rivayet ediliyor ki kâfire kadının saçına

bakmakta bir beis yoktur.

«Ebû Hânife´nin hamam sahibi avret yerine bakabilir ilh...» sözü ise mutemed bir söz değildir.

Çünkü El-Vahbâniye´nin sarihinde bunun ne-denleri yer almaktadır.

Kişinin avret mahallini hizmetkârları değil de kendi eliyle sıvazlaması, yağlaması, tedavi -etmesi en

uygun olanıdır. Sahih görüş budur. Çünkü bakılması caiz olmayan bir yerin ellenmesi de caiz

değildir. Ancak o ye-rin üzerinde elbise varsa caiz olur.

İbn Mukatil: «Başkasının avretini, tüyleri düşürücü zırnık ile sıva-lamakta beis yoktur. Bu tıpkı

sünnet etmek gibidir, fakat bunu yaptığı zaman gözünü kapayacaktır» dedi.

Ben derim ki: Et-Tatarhâniye´de şu hüküm yer almaktadır: «Fakih Ebu´l-Leys dedi ki: «Bu ancak

zaruret anında olur.»

«Büyük insanın sünneti hususunda kendi kendini sünnet eder denil-di ilh...» sözüne gelince, bu,

«Ebû Hânife´nin «delili sünnet olmaktır» sö-züne karşı söylenmiş bir sözdür. Çünkü bu söz yaşlının

da gencin de sünnetini kapsayacak bir sözdür. En-Nihâye´de de daha önce tesbit et-tiğimize göre,

sarihlerin de takrir ettikleri gibi, Ebû Hânife´nin mutlak söylemesi gibi bir ıtlak vardır. Zahir odur ki

bu tercih edilsin. Onun için burada tafsilatı kîl» ifadesi ile tabir etti.

«Ancak sünnetçi bîr kadınla evlenmek veya cariye satınalmak müm-kün değilse ilh...» sözünü

el-Müctebâ´da böyle gördüm. Fakat doğrusu «en» kelimesinden sonra gelen «la» kelimesinin

düşürülmesidir. Nitekim ben bunu bazı nüshalarda böyle gördüm: Bu, Tatarhâniye ve başka

eser-lerdeki hükme muvafıktır. Buradan maksad, kendisini sünnet edecek bir kadınla evlenme veya

bunu .yapacak bir cariye satınalma imkânına sahib olmamaktır.

«Büyük insan hakkında zahir odur ki başkası onu sünnet edecektir ilh...» Böyle bir anlama

Hidâyenin mutlak ifadesine uygun olur. Düşün.

«En çoğunun kesilmesi kâfidir ilh...» ibaresi hakkında Tatarhâniye´de şöyle denilmektedir: baliğ

erkek kendisini sünnet etti. Fakat sünnet ye-rinin üzerindeki derinin tamamını kesmedi. Eğer

yarısından fazlasını ke-serse sünnet yerine gelmiş olur. Aksi takdirde bu, sünnet sayılmaz.»


«Musannif, El-Câmi´den nakletti ki sultan ve mütedeyyinin elini öp­mekte beis yoktur» Derim ki:

Musannifin bu nakline ihtiyaç yoktur. Çün­kü hakim ve mütedeyyin, musannifin daha sonra gelecek

«Es-Sultan» ta-birine dahildir. Zira sultan, saltanat ve velayeti olan kişi demektir. T.

«Alimin, âdil sultanın elinin öpülmesi sünnettir ilh...» demişlerdir. Eş-Şurumbulâlî dedi ki: «Aynî´nin

de işaret ettiği gibi; sen de bildin ki ha-disler bunun sünnet olduğunu veya mendub anlamına

geldiğini ifade et-mektedirler.» Zahire göre sultan hakkında en iyisi onun elini öpmektir. Ta ki

emirlik azameti korunsun. Bu fetva yazılsın.

Müellifin ibaresindeki «en ecved» tabiri, sevab bakımından en fazla-sıdır demek oluyor. T.

«En seçkini budur» tabirinden maksad, «El-Hâniye ve El-Hakâik´de-ki fetvalardan daha seçkindir,

demek oluyor. Onlarda «ikram yoluyla ve şehvetsiz olarak öpmek icmaen caizdir» ibaresi yer

almaktadır.

«Ayağım öpmek isterse verir ilh...» Hâkim rivayet ediyor: Bir kişi Allah Resulüne gelerek: «Ey

Allah´ın Resulü, iman yönünden artmama sebeb olarak tek bir mucize bana göster» deyince

Cenab-ı Peygamber: «Su ağaca git, onu bana çağır» dedi. Kişi ağaca giderek: «Allah´ın Re-sulü

seni çağırıyor» dedi. Ağaç gelerek Peygambere´ selam verdi. Ve Peygamber ağaca «yerine dön»

dedi. Ağaç da yerine dönüp gitti, yerleş-ti. Ravî der ki: Sonra Resul-ü Ekrem ona tein verdi. O da

Peygamber´in başını ve iki ayağını öptü. Ve Resul-ü Ekrem buyurdu: «Bir kimsenin baş-ka birisine

secde etmesini emretseydim kesinlikle kadına, kocasına secde etmesini emrederdim.»

B-Hakim. bu hadisin isnadı sahihtir, dedi. Bunu Eş-Şurunbulâlî´nin risalesinden aldık, der.

«Nitekim kadınların öpüşmesi ilh... Bunu önceden Kınye´den naklet-tiği için zikretmesi gerekmezdi.

T. Bu kerahet -geçtiği gibi- şehvetle olması halindedir. Başkasıyla ´karşılaştığında kendi elini

öpmesi kerahe­ti tahrimiye ile mekruhtur.

O mekruhtur ilh...» Kerahatten maksadının kerahet-i tahrimiyye hu-susu ve «bunda hiç bir ruhsat

yoktur» sözüyle işaret etmiştir.

«İcmaen mekruhtur ilh...» yani bu elin sahibi âlim ve âdil değilse İslâm´ın tazimini kastetmek bahis

konusu değilse icmaen mekruh olur. İleride gelecektir ´ki müslümanın elinin öpülmesi selâmdır. Bu

da kelâm-ların arasındaki uyumu sağlamak için böyledir. «Bir araya geldikleri hal müstesnadır»

denilmez, çünkü biz deriz ki: Hz. Peygamber nerede musafahaya teşvik etmişse bilinir ki, o, tazim

hususunda başkasından daha evlâdır. Durum bu iken onunla nasıl eşitlik iddia edilebilir. Sayıhânî.

«Eğer ibadet ve tazim yoluyla yapılırsa küfür olur ilh...» ibaresi iki kavlin bir araya getirilmesidir.

Zeylâî dedi ki: «Şadr eş-Şehid: «Bu secde ile insan kâfir olmaz» dedi. Çünkü bununla selamlaşmak

kastedilir. Şemsu´l-Eimme es-Serahsi: «Eğer Allah´dan başkasına tazim şekliyle secde edilirse kâfir

olunur» dedi.

El-Kuhistânî, dedi ki: «Ez-Zâhîriye adlı kitapta: «Secde ile mutlaka insan kâfir olur.» Yani ister tazim

yoluyla olsun, ister olmasın, başkasına secde etmek insanı ´kâfir yapar. Ez-Zâhidî´de: «Selâm

hususunda baş eğ-meği rükû´ haddinin yakınına kadar yaparsa secde gibidir» denilmiştir.

El-Muhit´te: «Sultan ve başkasına eğilmek mekruhtur» denilmektedir..» On-ların kelâmının zahiri

secde bu öpmeye ıtlak olunur.

TAMAMLAYICI NOT: Meleklerin secdeleri hususunda ihtilaf vardır. Denildi ki: onların secdeleri

Allah içindi. Şereflendirmek için Ademe yö-neldiler. Tıpkı şereflendirmek için Kâbeye yönelmek gibi.

Bazıları da : «Onlar selâmlaşmak ve ikram kabilinden Âdeme secde ettiler. Sonra bu secde

Resulullâh´ın «Eğer bir kimseye başka bir kimse için secde etmeyi emretseydim kesinlikle kadına,

kocasına secde etme-sini emrederdim.» hadisiyle kaldırılmış, neshedilmiştir» dediler. Tatarhâiye.

Tebyînu´l-Meharim adlı kitabta denildi, ki: «İkinci görüş sahihtir. Ade-me yapılan secde ibadet değil,

tahiyye ve ikram secdesidir.» Bunun için İblis bu secdeden ´kaçınmıştır. Böyle bir secde daha

önceki şeriatlarda caizdi. Nitekim Hz. Yûsuf´un kıssasında bu vardır.

Ebû-Mansur el-Maturidî dedi ki: «Burada Kur´an sünnetle yani ha-disle neşredilmesinin delili

vardır.»

«Allah´dan başkasına tevazu haramdır ilh...» sözüne gelince; yani dünyayı elde etmek için nefsi zelil

kılmak haramdır. Aksi takdirde ken-disinden daha aşağıdaki tabakada bulunanlara karşı zillet

kanadını ger-mek hususu Resulullah´a da emredilmiştir. El-Beyhâkî´»in İbn Mes´ut´tan rivayet ettiği

bu husus da buna delâlet eder:

«Kim ki bir zengin için başını eğer, onu tazim etmek ve onun yanında bulunan mala temah


bakımından nefsini onu önüne koyarsa o kimsenin mürüvvetinin üçte ikisi, dininin de yarısı gider.»

«Tazim için gelenin önünde ayağa kalkmak batta caizdir mendubtur ilh...» sözüne gelince; Tabii,

gelen eğer tazime layık bir kimse ise böyledir. El-Kınye´de dedi ki: «Mescidde oturan bir kişinin

yanına gelene tazimen ayağa kalkması, Kur´ân okuyanın, gelene tazim için ayağa kalk-ması, ´eğer

gelen kişi tazime müstahak ise mekruh değildir.»

Müşkilu´l-Âsâr adlı kitabta şu hüküm yer almaktadır: «Başkasının önünde ayağa kalkmak, bizzat

mekruh değildir. Mekruh ancak kendisi için ayağa kalkılan kişi için kalkmayı severse bahis konusu

olur. Eğer kalkmasına kıymet vermeyen bir kimse için kalkarsa kerahet yoktur.»

İbn Vehbân dedi ki: «Diyorum ki: Bizim asrımızda ayağa kalkmanın müstahab olması uygundur.

Çünkü ayağa kalkılmazsa kin ve nefret düş-manlık oluşur, gelenin kalbinde. Hele ayağa kalkmanın

adet haline gel-miş olduğu bir memlekette ayağa kalkmamak felâkettir.

«Bu hususta varid olan tehdidler ancak önünde ayağa kalkmayı vacib kılan kişi hakkındadır.

Nitekim bazı Türk ve Acemler böyle yaparlar.»

Derim ki: El-İnâye ve başka kitablarda Eş-Şeyhu´l-Hâkîm Ebû´l-Kâsım´dan rivayet edilen de bunu

tekid etmektedir: Bu zatın huzuruna bir zengin geldiği zaman ayağa kalkar, ona tazim eder. Fakat

fakirlere, ilim taleblerine kalkmazdı. İtiraz kabilinden bunun sebebi soruldu. Dedi ki: «Zengin bir

kimse benden tazim beklemektedir. Eğer ben bu tazimi bıra-kırsam o zarar görür. Fakir ve talebeler

benden selâmlarına cevap ver-memi ve ilim hususunda kendileriyle konuşmamı ancak benden

bekler­ler.»

Bunun tamamı eş-Şurunbulâlî´nin risalesinde vardır.

«Kabe´nin eşiğini öpmek ilh...» diyanet yönünden gelen bir tazimdir. Ed-Durru´l-Müntekâ´da şu

hüküm yer almaktadır: «Kabe´nin Rüknü Yemânisini öpmek hususunda ihtilâf edilmiştir. Bazıları

sünnet, bazıları bidat olduğunu söylemişlerdir.»

Kâmûs´ta «el-Menşûr» emri dağınık olan veya mühürsüz padişah fer-manı demektir. Hz. Ömer´in

«bu benim Rabbimin menşurudur» sözü «Rabbimin kitabıdır»-anlamındadır. Burada bazı

manâlardan tecrid vardır. T.

«Bizim kaideler buna mani değildir ilh...» sözüne gelince, «Ed-Durru´l-Müntekâ´da denildi ki: «O

halde altı üzerine altı daha ziyade edilir. Bu da bidati mübahe veya hasenedir. Alim ve adil için el

öpmek sünnet, başkası için mekruhtur, seçilmiş görüşe göre Tahiyye manâsında yer öp-mek

haramdır. Tazim manâsında öpmek ise küfürdür. Ki bu durum daha önce geçmiştir. Düşün.

«Hadiste gelmiştir ilh...» sözüne gelince, bizim meşayihimizin şeyh! olan Şeyh İsmail el-Cerrâhî,

El-Ehâddîsu´l-Muştehire adlı eserinde der ki: «Ekmek ve eti bıçakla kesmeyiniz. Tıpkı Acemlerin

yaptığı gibi yapmayı-nız. Fakat onları dişlerinizle parçalayınız.»

Es-Sağânî «Bu hadîs mevzudur» dedi. El-Müctebâ´da: «Ekmek ve pi-şirilmiş eti bıçakla kesmekte

kerahet yoktur» denilmiştir. Allah hakikati daha iyi bilir.








ALIŞ-VERİŞ FASLI

METİN

İnsan pisliğini hiç bir şey »katılmaksızın satmak mekruhtur. Tezek satmak mekruh olmadığı gibi

caizdir. Fakat İmam Şafiî burada muhale-fet etmiştir. İnsan pisliği toprakla veya kumla ´karıştırılır

veya toprak ve kum maddesi fazla ise sahiha göre satılması sıhhatlidir. Nitekim onun karışımından

intifa etmenin de sıhhatli oluşu gibi. Hatta katıksız insan pisliğinden de intifa edilebilir,

menfaatlenilebilir. Mesela gübre olardık kullanılır. Nitekim Zeylâî ve ´başka alimler bunu tashih

etmişlerdir. Bu, Hidâye´nin tashihine ters düşmektedir. Zira tashihde ihtilâf vardır. El-Mültekâ´da yer

alan hüküm şudur: «İnsan pisliğinden yararlanmak hük-münde satmak gibidir». Anla.

Kâfir üzerinde bulunan bir borcu kâfirin şarap satmaktan aldığı pa-radan alınabilir. Çünkü kâfirin

sarab satması sahihtir. Ama müslüman üzerindeki borç şarap parasından ödenmez. Çünkü

müslümanın şarap satması bâtıldır. Ancak şarabı bir zimmîyi vekil ederek sattırırsa o zaman mesele

değişir. Ebû Hânîfe katında ´böyledir. Şaraptan gelen paradan borç ödenir. İmameyne göre değildir.

Bu görüşe göre eğer bir müslüman ölse, bir müslümanın satmış olduğu şarabın parasını tereke

olarak bıra-kırsa varislerine bu parayı almak helâl değildir. Nitekim Zeylâî bunu de-taylı olarak ele

almıştır.

El-Eşbâh´ta: «Haramlık intikal eder. Bu da ancak ilimle beraber olur. Ancak varis için değildir. Mal

sahibi onu bildiği zaman olur.» denilmek-tedir.

Derim ki: Fasit alışveriş konusunda bu geçti. Fakat el-Müctebâ´da yer alan hüküm şöyledir: Kişi,

kesbî haram olduğu halde öldü. Onun mi-rası helâldir.

Evet, bunu dedikten sonra bunun hangi kitabta yer aldığını işaret etmiştir. Ve: «Biz bu rivayeti

almayız, o, varisler üzerinde mutlaka ha-ramdır» dedi. Uyan.

İZAH

«İnsan pisliğin birşey katılmaksızın mekruhtur ilh...» Fakat alışveri-şin bâtıl olmasını gerektirmez.

Fakat musannifin «insan gübresinin karışığının satışı sıhhatlidir» de-mesinden anlaşılıyor ki, onun

katıksızının satışı bâtıldır. El-Kuhistânî bu-nu açıkça söylemiştir.El-Hidâye´de de buna işaret vardır.

Ed-Durru´l-Müntekâ´da bunu El-Burcundî de ve o da El-Hizâne´den rivayet etmişlerdir. Ve dedi ki:

«İnsanoğlundan ayrılan her şeyin alış verişi de böyledir. Me-sela tüyleri, tırnakları gibi. Bunların

alışverişi de bâtıldır. Çünkü bunlar insanın bir parçasıdır. Onun için bunları toprağa gömmek

vacibtir. Ni-tekim bu durum Timurtâşî ile başka kitablarda yer almıştır.

«Tezeğin alışverişi caizdir. Yani zibil ilh...» Hayvan gübresinin satışı sahihtir. Zibil, insan

dışkısından başka diğer canlıların tüm dışkılarını kapsamaktadır. Şurunbulâliye.

«Toprak ve kum insan dışkısından fazla ise onun alış verişi caiz olur ilh...» El-Muhît, El-Kâfî ve

Ez-Zâhîriye´de böyle denilmektedir. El-Hidâye, El-İhtiyâr ve el-Muhît adlı eserlerde toprakla

karışıksa, ister toprak fazla olsun ister olmasın, alışverişi mutlaka sıhhatlidir diye

kaydetmektedirler. «Mutlak» burada da kayıtlının veya iki rivayet üzerine veya ruhsat ve istihsan

üzerine hamledilecektir. Fakat el-Attâbî´nin Ziyâdât´ında şu hüküm vardır: «Mutlak, ıtlakı üzerinde

cereyan edip bırakılır. Ancak kayıtlanma-sının delili açıkça veya delâleten ortada olursa

kayıtlandırılır.» Bunu ka-ide olarak ezberle. Çünkü bu, fakih bir kimse için zarurî bir kaidedir.

Kuhistânî.

«Sahihe göre ilh...» El-İslah metninin ibaresi şöyledir: «İnsan dışkısı toprak ve kumla karışık ise

sahihde onun alış verişi sıhhatli olur».

Sarihin ibaresi şöyledir: «El-Hidâye´de dedi: Bu, İmam Muhammed´den rivayet edilmiştir ve sahih

olan da budur.» Anla.

«El-Multeka´da İnsan dışkısından yararlanmak da hükmen alış verişi gibidir denildi ilh...» Zahire

göre müellif, el-Multeka´dan bu nakli katıksız insan dışkısından yararlanmanın tashihi, onun alış

verişinin de caiz olu-şunun tashihidir hükmüne işaret etmek için yapmıştır. Müellifin «anla» ibaresi

de buna dikkat çekmektedir.

«Bir kâfir içki satar parasını alır, onunla boynunda bulunan müslümanın borcunu eda ederse bu

caizdir, ilh...» Çünkü kâfirin içki satması caiz bir alış veriştir. Çünkü içki onun nazarında kıymetli bir

maldır. Binaenaleyh onun parasını mülketmiş olur. Bu paradan alacaklının alacağını alması helal

olur. Ama müslüman böyle değildir. Çünkü onun nezdinde içkinin kıymeti yoktur. Böylece içkinin

parası satınalanın mülkünde kalmış, de-mektir.


«Bir müslüman satmış ise ilh...» ibaresini Zeylaî´nin «onu satmış ise» ibaresi yerine koydu. Ki

ibaresi: «İsterse o kişiyi satan ölen bir müslüman olsun, isterse onun vekaletinde başka bir

müslüman olsun, hükmünü kap-sasın.»

«Zeylainin açıkladığı gibi ilh...» Bu içki bedeli olan mal gasbedilmis mal gibidir» dedi. En-Nihâye´de

dedi ki:

«Bizim mesayihimizden bazısı «Şarkıcı bir kadının kazancı gasbedilen bir mal gibidir. Ondan almak

helal olmaz» dediler.»

«Buna binaen dediler ki: Eğer bazik denilen bir nevi içkiden veya zu-lüm veya rüşvetten o malı

kasbettiği halde kişi ölürse varisler böyle bir mirastan kaçınmalıdırlar. Ondan birşey alamazlar.

Böyle yapmaları onlar için en uygunudur. O mallan eğer sahiplerini bilirlerse mal sahihlerine iade

edeceklerdir. Eğer bilmiyorlarsa o malları sadaka olarak verecekler-dir. Zira (şu kaide vardır) pis

kazancın yolu sahibine geri vermek mümkün olmadığı takdirde onu tasadduk etmek, sadaka olarak

vermektir.»

Fakat el-Hindiye´de El-Muhteka´dan, o da Muhammed´den rivayet et-miştir ki; «Ağıtçı bir kadının

kazancı davul ve mizmar çalanın kazancı, eğer şartsız alırsa ve parayı veren de kendi rızasıyla

vermişse helâldir.» Bunun benzeri El-Mevâhib adlı ©serde de yer almaktadır. Et-Tatarhâniye´-de

Dilencinin derlediği mal habistir» hükmü yer almaktadır.

«El-Eşbâh´ta îlh...» Şeyh Abdulvahab eş-Şa´rânî «El-Minen» kitabın-da şöyle yazar: «Bazı

Hanefilerden «Haram iki zimmete sirayet etmez» şeklindeki nakilin manasını Eş-Şihâb bin

Şelebî´den sordum. Dediler ki: «Bu, bilinmediği duruma hamledilmektedîr. Kim ki haraç kesen,

yoldan gecen vergi alıp, sonra başkasına vererek sonra da ondan alıyor görürse; o mal o gören için

haram olur.»

Ez-Zahîre´de Şöyle denilmektedir: «Ebu Cafer´den «Sultanın emriyle haram olan vergilerden «mal

kasbeden bir kimsenin durumu» soruldu: Onun malını bu durumu bilen bir kimse için yemek helâl

olur mu

Cevap olarak: «Dini hususunda benim katında en sevimlisi yememesidir. Fakat hükmen eğer gasb

veya rüşvet olmazsa caiz olur, yani yenebilir.» dedi.»

El-Hâniye´de der ki: «Bir kadının kocası zulüm (gasb) arazisindedir. Onun geliri gasb değildir. Veya

aslı helâl olmayan malından bir kisve veya bir yemek satın alsa, o kadın bu maldan yiyebilir mi

sorusuna o kadın bu hususta genişlik içinde´dir. Günah kocasının boynunadır.» Hamevî.

«Bilmekle beraber haram intikal eder ilh...» denilmiştir. Bilmek olmaz-sa Tatarhâniye´de şu hüküm

yer almaktadır: Adam bir cariye veya bir el-bise satın alır. Bu da satanın malı değildir. Cariye ile

ilişki kurdu veya elbiseyi giydi. Sonra onun malı olmadığını öğrendi. Bu kişi hakkında İmam

Muhammed´in şu rivayeti vardır:

«Cinsi ilişki de elbiseyi giymek de haramdır. Ancak müşteriden bu ha-ram düşürülmüştür.»

Ebu Yusuf´a göre bu meselede, cinsi ilişki helaldir. Hatta kişi o iliş-kiden ötürü ecir de alır. Eğer kişi

cariye ile evlenir, onunla cinsi ilişki ku-rarsa sonra başkasının nikâhında olduğu ortaya çıkarsa

durum bunun tam hilâfınadır.

«Ancak mal sahibini biliyorsa ilh...» O zaman varise vacib olan, o malı sahibine geri vermektir.

«Bu mal, varisler için mutlaka haramdır ilh...» sözüne gelince, yani isterse varisler malın sahiblerini

bilsinler, isterse bilmesinler mal kendi-leri için haramdır. Eğer bilirlerse o malları sahiblerine geri

verirler. Aksi takdirde daha önce de Zeylaî´den naklettiğimize göre onu tasadduk eder-ler.

Ben derim ki: Bu, biraz önce ez-Zahire ve el-Hâniye´den naklettikleri-mizle çatışmaz. Çünkü yemek

veya elbise haram malın aynısı değildir. Çünkü haram mal ile adam bir şeyi satın alırsa Gasb

Kitabında gecen tafsilata binaen yenmesi helâl olur. Fakat bunu miras olarak bırakırsa mesele

değişir. Zira o haram malın aynısıdır. Her ne kadar kabzetmek. malına karıştırmak suretiyle onu

mülk ederse de -İmamın katında- yine onu tazmin etmezden önce onda tasarruf etmesi helâl olmaz.

Onun varis-leri için de hüküm böyledir. Sonra zahire göre o malın varisler için haram olması

dinendir, hükmen değildir. Binaenaleyh kasırın vasisi için böyle bir mirası tasadduk etmek olmaz.

Kasır kişi baliğ olduğu zaman onu. tazmin eder. Düşün.

«Uyanık ol ilh...» Bununla, Eşbâh´ta yer alan ifadenin zayıflığına işaret etmiştir. T.

METİN

Mushafı süslemek caizdir. Çünkü bu, mushaf için tazimdir. Nitekim mescidlerdeki nakışların caiz


oluşu gibi. Mushafı ta´şir etmek yani üşür-lerini belirtmek, noktalamak, irabını açığa çıkarmak da

caizdir. Böyle yap-makla cidden okuyucular için şefkat ve kolaylık oluşur, bilhassa yaban-cılar için

yani Arapça bilmeyenler için bu kolaylık daha çoktur.^Bu kaide-ye binaen surelerin isimlerini

Mushafın kenarına yazmak, ayet sayılarını yazmak, vakf alametleri ve benzerlerini yazmakta

herhangi bir beis yok­tur. Böyle yapmak güzel bir bidattir. Dürer ve Kinye.

Kinye´de, ahbâr ve benzerlerinin kâğıtlarını mushafta, tefsir ve fı-kıhta kullanmakta beis yoktur.

Ama yıldızlar ve edebiyat kitablarında kullanmak mekruhtur denilmektedir.

Mushafı küçültmek, ince bir kalemle onu yazmak «keraheti tenzihiye de mekruhtur. Herhangi bir

şeyi bir fıkıh veya benzeri ilimleri muhtevi kâ-ğıda sarmak caiz değildir. Tıb .kitablarına sarmak

caizdir.

Zimmi bir kimsenin mescide, hangisi olursa olsun, girmesi caizdir, imam Malik «hangi mescide

olursa olsun girmesi mekruhtur» demiştir, imam Muhammed. İmam Şafii ve İmam Ahmed «Mescid-i

Haram´a girmesi mekruhtur» demişlerdir. Biz deriz ki: Nehy burada teklifi değil tekvinidir. Fakîhler

yolcunun cünub olarak mescidden geçmesini caiz görmüşlerdir. Durum böyle iken «onlar

yaklaşmasın haccetmesin, umre yapmasın» ibaresinin manası yani çıplak olarak, bu senenin

haccından sonra hacca veya umreye gelmesin demektir. Bu sene hicretin 9. senesidir. Resul-ü

Ek-rem, Hz. Ebû Bekr Sıddîk emir kılmış ve Hz. Ali de Berâet (Tevbe) suresini ilan etmekle memur

edilmiştir. Hz. Ali: «Dikkat edilsin, bu seneden sonra herhangi bir müşrik hacca gelemez, herhangi

bir çıplak tavaf edemez.» buyurmuştur. Hadisi Müslim ve Buhâri ve başka muhaddisler rivayet

et-mişlerdir. Bu hıfzedilsin. Ben derim ki: El-Cizye faslında! geçeni de unutma.

İZAH

«Mushafı süslemek caizdir, ilh...» Ebû Yusuf´un hilâfına Kur´ân altın ve gümüşle süslenebilir.

Nitekim bu hüküm daha önce geçti.

«Nitekim mescid nakşında bu böyledir, ilh...» Ama mescid mihrablarına bu nakışlar yapılmaz. Yani

buraları ´kireç ve altın suyu ile sıvanır. Bu da vakıf malından olmamalıdır. Eğer vakıf malından

olursa mütevelli zamin olur. Ancak vakfeden onun benzerini yaparsa o vakit tazmin et­mekten

kurtulur. Nitekim bu durum Vitir ve nevafil namazları bahsinin he-men önünde geçmiştir. Bazıları

«Kıble duvarlarını nakşetmek mekruhtur» dediler.

Eğer zararı yoksa mescidin içinde kuyu kazılması caiz olur. Çünkü her yönden faidesi vardır. Kazan

bir kimse kazdığını zamin olamaz. Fetva da bu veçhiledir. Müellif el-Hindiye´den alarak bunu ifade

etmiştir.

«Kur´ân´ın ta´şîri ilh...» yani on âyetin bitiminden onların işaretini koy-makta beis yoktur İnâye.

«Yani onun i´rabını belirtmek ilh...» noktalandırmanın tefsiridir. El-Kâmûs´ta. «Harfî noktalandırdı

yani i´rablaştırdı» denilmektedir. Malumdur ki noktalandırma ile i´râb ortaya çıkmaz. Ancak şekille

çrkar. Sanki onlar bunu kapsayanı kastetmişler. Bu noktayı ifade ettim.

«Bununla kolaylık oluşur ilh...» ibaresi İbn Mes´ût´tan: «Kur´ân´ı başka işaretlerden ayn tutunuz»

rivayetine işarettir. Bu durum onların zamanı-na mahsustur. Zaman ve mekânın değişmesiyle çok

şeyler değişir. Nite-kim Zeylaî ve benzerleri bu hususu tafsil etmişlerdir.

«Buna binaen sûrelerin isimlerini âyetlerin sayısını, vakıf alametlerini ve benzerlerini kovmakta da

beis yoktur ilh...» Benzerleri de secde ala-metleri, tecvid işaretleridir.

«Haberlerin kâğıtlarını mushafa kapak yapmak veya Mushaf için kullanmakta beis yoktur. İlh...»

Zahire göre haberlerden maksad hadisler de-ğil, tarihlerdir.

«Mushafı küçültmek tenzihen mekruhtur ilh...» Yani hacmini küçült-mek. Mushafı en güzel hatla

yazmak, en açık hatla, en güzel en beyaz yaprak üzerine, en kalın bir kalem ve en parlak bir

mürekkeble yazmak, satırların arasını açmak, harfleri gösterişli, Mushafı heybetli eylemek

uy-gundur. Kınye.

«Fıkıh ve benzerlerini muhtevi kâğıda birşey sarmak caiz değildir ilh...» Fıkhın benzerinden

maksad, el-Minah´da denildiği-gibi -iki bunun benzeri El-Hindiye´de de yer almaktadır- herhangi bir

şeyi içinde fıkıh bahisleri yazılı bir kağıda sarmak caiz değildir. Kelâm kitaplarıyla da en uygunu´

bunu yapmamaktır. Fakat tıp kitabında böyle şeyleri sarmak caizdir. Eğer sargıda kullanılan kâğıtta

Allah ve Resulullahın ismi olursa onu silmek caizdir.

Yazının bir kısmını tükürükle silmek de caizdir. Tükürükle Allah ismini silinmesi hakkındaki yasak

varid olmuştur. Kur´an´ın yazısını tü-kürükle silmek acaba Allah ismi gibi midir, başkası gibi mi


yorumu açık-lanmamıştır. T.

«Zimminin mescide girmesi ilh...» El-Eşbâh´da yer aldığına göre cünüb bile olsa girmesi caiz olur.

El-Hindiye´de et-Tetimme´den naklen şöyle denilmektedir: «Müslüman bir kişi için havraya veya

kiliseye girmek mek-ruhtur. Kerahet oraları şeytanların toplantı yerleri olduğundan ileri

gel-mektedir. Yoksa müslümanın buralara girmeye hakkı yoktur, demek değil-dir.» ,

Dikkat et, acaba kendisine emân verilen veya savaşçı bir memleketin temsilcisi, elçisi olarak

gelenler bunun gibi midir Onların Allah Resulünün Sakîf´ten gelen gurubu camide

konuklandırması olayıyla caiz olduğuna delil olmasının muktezası, bunun caiz olmasıdır. Yazılsın T.

Mutlak olarak ilh...» Yani İmam Azam´a göre; İster Mescid-i Haram, ister diğer mescidler olsun,

zimminin oraya girmesi caizdir. .

Zimmî Mescidi Harama giremez» deyip de «Sakın onlar Mescidi Haram´a yaklaşmasınlar» âyetini

delil gösterenlere deriz ki: «Buradaki nehy tekim değil tekvinidir.»

Müellif bu cevabı Es-Sadiye´nin haşiyelerinden almıştır.

«Tekvini» kelimesi «kadim bir sıfat olan takvine nisbettir. Maturidîlere göre; fiili sıfatların hepsi bu

sıfata bağlanır. Öyleyse «yaklaşmasınlar»ın manası. Allah onlarda yaklaşmayı yaratmaz, demektir.

Tekvini emrin mi-sâli, «İkiniz isteyerek veya istemeyerek geliniz» mealindeki âyettir. Teklifi emrin

misli ise, ki buna bazen de «tedvini emir» deniliyor. «Namazı kılınız» âyetidir. İkisinin arasındaki

fark aklen birincisinde yapmama bahis konu-su olmamasıdır. Ama ikincisi onun hilâfınadır. T.

Bunun hulasası şudur: O, nehy suretinde menfî bir haberdir. Düşün.

«Teklifi değildir ilh...» sözüne gelince, «Bu kâfirler farzlara muhatab değildirler» kaidesine binâen

denilmiştir.

«Yolcunun cünüb olarak mescidden geçmesi caiz görülmüştür ilh...» sözüne gelince, eğer: «Kâfir

cünubluktan hali değildir, mescidi ondan uzak tutmak vacibtir.» hükmüne dair Şafiî delilini

zikretseydi daha güzel olurdu. Onun kelâmının hülasası şudur: Bu delil (yani Şafii´nin delili) tamam

de-ğildir. Çünkü fakîhler cünüb olduğu halde yolcunun mescidden geçmesini caiz görmüşlerdir. T.

«La yekrabû»nun manası, yani «Hac Umre bu seneden sonra, çıplak olarak yapılamaz» sözüne

gelince; bu, tekvini ibaresinin üzerine tefridir ve açıktır. Çünkü o günden sonra çıplak olarak hac ve

umreleri nakledilmemiştir. Nitekim cahiliyette çıplak olarak bu işi yaparlardı.

El-Hidâye´de denildi ki: «Bizim delilimiz Resulullah´tan rivayet edilen şu haberdir: Kâfir oldukları

halde Sakîf Heyetini misafir etti. Çünkü neca-set ve pislik onların inançlarında vardır. İnançtaki

pislik camii telvîse sira-yet etmez. Ayet istilâ edip despotça davranış yönünden hazır olmaya

hamledimektedlr. Veya çıplak oldukları halde ziyaret edici olduklarına hamledilmektedir. Nitekim

cahiliye adetleri böyle ´idi.»

Yani burada yasaklanan şey camie girmek değildir. Bunun böyle ol-madığına Sahih-i Buhâride yer

alan hadis delâlet etmektedir. Bu hadis Ahmed bin Abdurrahman bin Avf´ın Ebû Hureyre´den rivayet

ettiği Hadis-tir. Şöyle ki:

«Ebu Bekr Sıddık beni Haccetül Veda´dan önceki haçta, Resulullah tarafından emir seçildiği haçta,

bir cemaatle beraber gönderdi ve şunu ilan ettik: «Dikkat edilsin, bu seneden sonra herhangi bir

müşrik hacca gelemez, herhangi bir çıplak Kâbeyi zirayet edemez.» İtkanî.

«Hz. Ali bu sûreyi ilan etti ilh...» ibaresi gördüğümüz nüshaların ço-ğunda vardır. Fakat bu nüshada

«O devesinin üzerinde Berâ (Tevbe) Sû-resini ilan etti» ibaresi yer almaktadır. Ve T.nin üzerinde

şerh yazdığı nüsha da budur. Ve dedi ki, «Devenin üstünde Berae Sûresi´nin başından kırkıncı

âyete kadar olan âyetleri ilân eden Hz. Ali´dir. Resulü Ekrem hac emiri seçilen Ebû Bekr Sıddîk´tan

sonra Hz. Ali´yi gönderdi ve o da gelerek Ebu Bekre iltihak etti. Bunun hikmeti: Emredenin

Resulullah´ın ailesinden bi-risi olması gereği dolayısıyladır.»

«Cizye faslında geçeni de unutma ilh...» ibaresine gelince, orada de-di ki: «Onun Mescid-i Haram´a

girmesine gelince es-Siyer el-Kebir´de bu-nun men edildiği zikredilmiştir.»

«El-Camiussağir´de bu yoktur. Es-Siyerul-Kebir İmam Muhammed´in son telifidir. Zahire göre İmam

Muhammed bu kitabında karar kıldığı hük-münü beyan etmiştir.»

Ben derim ki: Bunun neticesi şudur: es-Siyeru´l-Kebir´de yer alan hü-küm İmam Muhammed´in

üzerinde reyinin istikrar bulduğu görüşüdür. Onun için sarih onu biraz önce İmam Şafii ve İmam

Ahmed´le beraber zik-retti. Metin sahihlerinin burada zikrettikleri ise İmam Azam´ın sözüne

binaendir. Çünkü çoğu kez metinlerin durumu böyledir. Bunu düşün.


Sarih, El-Cizye´de de zikretti ki onlar, yani müşrikler, zimmiler, Mekke ve Medine´de yerleşmekten

de menedilirler. Çünkü Mekke ve Medine Arap arazisindendir. Allah´ın Resulü «Arap arazisinde iki

din bir araya gelmez» buyurdu. Eğer kâfir ticaret için Mekke ve Medineye gelirse caizdir. Fakat

»kameti uzatmamalıdır.

METİN

Hasta zimmiyi ziyaret icmaen caizdir. Hasta Mecusî´nin ziyaretinde iki görüş vardır.

En sıhhatli görüşe göre fâsık bir kimsenin ziyareti caizdir. Çünkü fâsık, müslümandır. Ve çünkü

ziyaret de müslümanların haklarındandır.

Kedi dahil olmak üzere bütün hayvanları iğdiş yapmak caizdir. İnsan-ları iğdiş yapmaya gelince bu

haramdır. Bazıları «atın iğdiş edilmesi de haramdın» demiştir. Bunu menfaatle kayıtlandırdılar. Aksi

takdirde haram olur.

Merkebi kısrak üzerine çekmek bunun aksi gibi, yani atı dişi merkeb üzerine çekmek caizdir.

Tedavi için erkek için dahi olsa, tahir bir şeyle hükme caizdir. Fakat necis bir şeyle hükme yapmak

caiz değildir. Böylece her tedavi ancak ta-hir bir şeyle caiz olur.

En-Nihaye´de: «Müslüman bir doktor haramde şifa vardır dese o ha-ramın yerine geçen bir tedbir

yani ilaç da bulunmazsa haram ile tedavi olmak caizdir.» denilmiştir.

El-Bezzâziye´de şu hüküm yer olmaktadır: Resulullah´ın «Cenab-ı Hak sizin şifanızı size haram

kıldığı şeylerde kılmamıştır» hadisinin manası şifa bilindiği anda haramlık kalkar. Demektir. Bunun

delili de boğaza tıkanan lokmayı aşırmak ve susuzluğu gidermek için haram olan şeyi içmenin caiz

olmasıdır. Bunu daha önce de söyledik.

Hakimin maaşının Beytulmal´den (devlet bütçesinden) verilmesi caiz-dir. Şu şartla ki beytulmal

helâl ve hak ile derlenmiş olmalıdır. Aksi tak-dirde helâl olamaz.

«Rızkı» dediği şey, tâ ki hakime ve aile efradına her zamanda ne ka-dar yetiyorsa o kadar takdir

edilsin, demektir. Hakim zengin dahi olsa, rızkı beytulmalden verilir. Bu da eğer hakim maaşı şart

koşmamışsa böy-ledir. Eğer şart koşmuşsa ücret gibi olur ki bu, haramdır. Çünkü kaza yani hüküm

vermek taattır. Diğer taatler gibi maaş karşılığı olamaz.

Ben derim ki: Acaba muteahhirî´nin görüşü burada uygulanır mı Yazılsın.

Cariyenin, ümmülveledin, mükâtebin, bir kısmı cariye bir kısmı azad edilmişin mahremsiz sefere

çıkmaları caizdir. Fokat bu hüküm onların zamanındaki hükümdür. Bizim zamanımızdaki hükme

gelince, caiz değil-dir. Çünkü fesad ehli çoğalmıştır. Buna göre fetva verilir. İbni Kemal.

Küçük çocuk için gerekenin satınalınması. satılması, kardeş amca,-anne, onu yerde bulup

besleyene, eğer yanında yani himayesinde ise caiz-dir. Aksi takdirde caiz olmaz. Çocuğun annesine

sadece icar edilme ´* caizdir. Eğer çocuk annesinin yanında ise... Çocuğu yerde bulan de t-ı*

sıhhatli görüşe göre böyledir. Musannif bunu Şerh´ulmecma´a nisbet edi-yor. Fakat ben bu kitabta

´böyle bir ibareyi görmedim. Metin olarak onun tam tersi gelecektir. Uyan.

İkincinin katında amca ´için de böyledir. Amma üçüncüye gelince bu-rada ihtilaf.edilmiştir. Eğer

küçük çocuk nefsini ücretle verirse caiz ol-maz. Ancak işi bitirdiği zaman caiz olur. Çünkü bu

katıksız bir yarardır. Ve ´belirtilen ücreti hak eder. Batanın, dedenin, kadının, çocuğu icara ver-mesi

sıhhatlidir. Velev ki ecri misilsiz olsa bile. Sahiha göre caizdir. Nite-kim bu husus Dürer´den de

anlaşılmaktadır. Dikkat et.

İZAH

«Hasta zimmiyi ziyaret ilh...» Bir müslüman ister nasranî veya yahudi olsun hasta zimmiyi ziyaret

edebilir. Çünkü bu onlar hakkında bir çeşit iyiliktir. Onlara iyilik hususunda bize yasak yoktur. Bir

de sıhhatli bir yo^ dan- geliyor ki Resulü Ekrem komşusu olan hasta bir yahudiyi ziyaret et-miştir.

Hidâye.

«Mecusî´nin ziyareti konusunda iki görüş vardır ilh...» El-İnâye´de de-nildi: Mecusinin ziyaretinde

meşâyihin ihtilâfı vardır. Bazıları «olur» de-miştir. «Çünkü onlar da zimmet ehlidirler». Bu görüş

İmam Muhammed´-den rivayet edilmektedir. Bazıları «Onlar yahudi ve hristryanlardan daha çok

İslâm´a uzaktırlar. Görmez misin, onların kestiği helâl değildir. Kadın-larının nikâh edilmesi de helâl

değildir.» demişlerdir.

Ben defim ki: Metnin zahiri Multeka ve başka kitablar birinciyi seç-mektir. Çünkü «iyadetuhu»

kelimesindeki zamir zimmiye raçidir. Metinde «yahudi veya hristiyamn ziyareti» demedi. Nitekim


el-Kudurî şöyie yazıyor: «En Nevâdir´de bir komşu yahudi veya mecusi vardır. Oğlu veya bir yakını

ölmüştür. Ona taziye vermek gerekir. Taziye veren «Allah sana ondan daha hayırlısını halef olarak

versin, Allah seni ıslah eylesin» diyecektir. Bunun manası «Allah seni İslâmla ıslâh etsin» demektir.

Yani İslâmı sana rızık olarak versin, Müslüman bir çocuğu sana rızık olarak versin demek-tir»

Kifâye.

«Fasık bir kimsenin, hasta ziyareti caizdir ilh...» Bu onunla ihtilâl etme hükmünün gayrisidir.

El-Multekat´da şöyle der: «Meşhur ve önder olan bir kimse için bâtıl ve şer ehlinden bir ´kişi ile

zaruret miktarında fazla ihtilaf mekruhtur. Çünkü onunla fazla ihtilâl eden bilinmemiş bir ki-şiyse

onunla müdaraat eder. Ta ki günah olmaksızın nefsinden onun zul-münü defetsin. Binaenaleyh

böyle bir ihtilatta beis yoktur.»

BİR UYARI: Hasta ziyareti bahsinde mekruh olan, hastaya ağır gele-ceğini bildiğin halde onu ziyaret

etmendir. Binaenaleyh böyle bir durumda ziyaret etme. Zira denilmiştir ki «Sıkıcı insanla oturmak

ruhun sıtmasıdır» «Senin bu şiddetli hal üzerinde olduğunu bilmezdin dememelidir. Ona has-talığı

kolaylaştır, kalbini hoşlaştır ve «Seni iyi gördüm» diye tevili! söz şöyle. Ona Allah´ın rahmetine

daha fazla ümid bağlayıcı şekilde ve korku ile karışık sözler şöyle. Onun rızası olmadan «lini başına

koyma. Ancak taleb ederse bunu yap. Huzuruna girdiğin zaman «Kendini nasıl buluyor-sun» diye

sor. Çünkü seleften böyle gelmiştir. Ona «Vasiyette bulun» de-me. Çünkü böyle bir söz cahillerin

amellerindendir. Müctebâ. T.

FAYDALI BİR NOT:

Bizim zamanımızda halk çarşamba günü hastaları ziyaret etmenin meymenetsizlik olduğuna inanır.

Eğer bundan ötürü hastaya bir zarar gel-mesi bahis konusu ise onu terketmek uygundur.

El-Muhibbî´nin Tarihi´nde Şeyh Abdullah el-Bîlûnînin tercümesinde şöyle demektedir:

«Cumartesi, pazartesi ve çarşamba günlerinde hasta ziyaretinden sa-kın. Medinei Münevvere´de de

bu bilinmektedir. Bundan gafil olma. Çünkü örf yüce bir delildir.»

El Muhibbi der ki: «Derim ki: Bu meşhur bir örftür. Fakat sünneti seniyyede cumartesi hakkındaki

görüşü reddeden hüküm vardır. Yine Resulullah´tan gelen bir esere göre Cenab-ı Peygamber cuma

günü Küba ehlini arar veya onların halini sorar, onlardan orada görmediklerini soruş-turdu. Ona O

hastadır, denildiğinde Cenab-ı Peygamber cumartesi günü hastanın ziyaretine giderdi. Düşün.»

«Hayvanların iğdiş edilmesi caizdir, ilh...» Bu yumurtalığın alınmasıy-la olur.

«Altında iğdiş edilmesi caizdir, denildi, ilh...» Şemsu´l-Eimmeti´l Hal-vânî! «Bize göre iğdiş etmekte

bir beis yoktur» dedi. Şeyhülislam, «Atın iğdiş edilmesi haramdır» dedi. T.

«Onu faydalı olmakla takyîd ettiler, ilh...» Hayvanların iğdiş edilmesi-nin caizliğini yarara

bağlamışlardır. Yani onların tavlanması, yahut da baş-ka hayvanları ısırmaktan menedilmeleri gibi

bir maksadla ancak iğdiş edil-lirler. Ama insanlar böyle değildir. İnsanların iğdiş edilmesinde günah

kas-tedilmektedir. Böylece iğdiş edilmeleri de haramdır. El-İtkânî bunu Et-Tahâvî´den naklederek

ifade etti.

BİR UYARI: Belirtmek için hayvanları bağlamak, kız çocuklarının ku-laklarını delmekte bir beis

yoktur. Çünkü Resulullah´ın zamanında bunu yaparlardı ve Peygamber: «Yapmayınız» demedi.

Hastalık için çocuğu dağ-lamakta da beis yoktur. İtkanî.

Zarar veren kedi dövülmez. Kulağı kesilmez. Belki keskin bıçakla kesilir.

Eğer hamile bir kadın ölürse ve ilgililerin gali´b görüşü, karnındaki çocuğun diri olduğu yolunda ise

sol taraftan karnı delinir ve çocuk alınır. Bunun aksi olursa çocuk parçalanarak alınır. Taitarhâniye.

«Tedavi için hukne ilh...» yani şiringa ile ön ve arkadan ilaç veril-mesi caizdir. Yani hastalıktan veya

hastalığa götüren zaiflikten ötürü böyle bir işlem yapılabilir. Fakat cimada daha kuvvetli olsun veya

daha tav-lansın gibi zahir bir menfaat içinse hükmen caiz değildir. Nitekim bu du-rum El-ınaye´de

yer almıştır.

«Erkek için dahi olsa ilh...» ibaresi yerine: «Kadın için dahi olsa» ibaresi olsa daha evladır.

«En Nihâye´de buna caiz demiştir ilh...» En Nihâye´deki ibare şöyle-dir: «Et-Tehzîb´te hasta için

sidiğin, kanın ve murdarın içilmesi ve yenmesi tedavi için olursa caizdir. Müslüman bir doktor da

«Senin şifan bundadır» demişse ve aynı zamanda onun yerine geçecek helâl de yoksa caizdir. Eğer

doktor: «Sen bunu içtiğin veya yediğin takdirde acelece şifa bulur-sun» dediği takdirde, bunu

kullanabilir mi, kullanamaz mı hususunda iki görüş vardır: Acaba tedavi için az bir şarab içmek caiz

midir Burada da iki görüş vardır. El-İmam Timurtaşî´de böyle dedi.


Ed-Durrul-Münteka´da, En-Nihâye´deki hüküm nakledildikten sonra şu hüküm yer almaktadır:

«El-Minah ve başka kitaplar buna cevaz verdiler.Biz de taharet ve ridâ (süt emme) konularında

mezhebin bunun hilâfı ol-duğunu kaydettik.»

«Şifanın bilinmesi anında ve başka bir helâlin de haram yerine tedavi olarak ikame edilmediği

takdirde haramı ilaç olarak kullanmak hanımlığı ortadan kalkar.» Mananın hulasası o zaman şöyle

olur: Cenab-ı Hak size tedavi olma izni vermiştir. Her hastalığın da bir ilâcı vardır. Eğer o ilâçlar

arasında haram olan mir şey varsa, siz de o haramla şifa elde edildiğini biliyorsanız, onu

kullanmanın haramlığı ortadan ´kalkar. Çünkü Cenab-ı Hak sizin şifanızı size horam kıldığı şeylerde

kılmamıştır.

«Susuzluğun giderilmesi için şarabın içilmesinin çeriz olması buna de-lalet eder ilh...» Sözüne

gelince; derim ki: Bu tartışılır. Çünkü lokmayı şarab ile gidermek ve susuzluğun giderilmesi için

şarab içmek, menfaati yüzde yüz olup nefsinin dirilmesi içindir. Bunun için onu terkederse

gü-nahkar olur. Tıpkı kudreti olduğu halde ölünceye kadar yemek yemeği terketmesi gibi. Ama

tedavi bunun hilâfınadır. Velev ki haram olan şey-lerle tedaviyi bırakırsa mesul olmaz. Çünkü

ölünceye kadar tedaviyi bı-raktığı takdirde günahkâr olmaz. Nitekim bunu açıkça belirtmişlerdir.

Çün-kü ilaç için şifa bulunması zannedilir. Nitekim biz bu durumu daha önce belirttik. Düşün.

«Biz onu daha önce söyledik ilh...» Yani Hazr ve Ibâha bölümü başın-da bunu söylemişti. Orada:

«Gıda için yemek, susuzluğu gidermek için haramdan, murdardan, başkasının malından dahi olsa

farzdır, fakat zamin olur.» denildi.

TAMAMLAYICI NOT: Tatarhâniye´de hüküm olunduğuna göre aklı gi-deren, yemeği ve benzerini

kesen bir şeyin içilmesinde beis yoktur. Bunun tamamı Eşribe Kitabı´nın sonunda gelecektir.

«Eğer beytülmal helâlden derlenmişse hakim için oradan maaş almak helâl olur ilh...»

En-Nihâye´de denildi ki: «Beytülmal haramsa yani batıl yollardan der-lenmişse kadı için oradan

maaş almak helâl değildir. Çünkü haramın ve gasbedilenin yolu sahiblerine geri vermektir. Ve bu

müslümanların amme malı olmaz.»

Ben derim ki: «İlletin zahiri bu haramların ehli belli olmasıdır. Öyleyse ondan maaş almanın

haramlığı açıktır. Mal sahibleri ´belli olmadıkları tak-dirde o mal bulunan mal gibidir. Beytulmala

konur. Yerde bulunan mallar nereye sarfedilirse oralara sarfedilirler».

Hediye ve hüküm için alman rüşvet hususunda açıkça bu hediye ve rüşvet eğer sahibleri bilinirse

sahiblerine geri verilecektir. Aksi takdirde yani bilinmiyorlarsa veya onlar uzaktaysa, ve bu

sebebten götürüp kendi-lerine malı vermek zorlaşırsa o zaman o mal beytulmala verilir. Onun

hük-mü de bulunan malın hükmü gibidir. Nitekim El-Kada Kitabında bu durum zikredildi. Düşün.

«Her zamanda ilh...» şeklindeki kayıt yo takdir veya kâfi gelir fiille-rine bağlanır. Yani her zamanda

kifayeti o zamanın miktarıyla takdir edilir. Çünkü nafaka zamanın değişmesiyle değişir.

«Kadı zengin olsa dahi en sıhhatli görüşe göre ona maaş verilir «ilh...»

Hidaye´nin ibaresi şöyledir: «Hakim fakir olduğu takdirde en efdal hatta vacib olan maaş almasıdır.

Çünkü hüküm verme farzını yerine getirmek an-cak maaş almakla mümkündür. Zira kazançla

meşgul olmak onu hüküm vermek hususunda ona zorluk verir uzaklaştırır.»

Eğer hakim zengin ise, en efdali, beytulmale şefkat olsun diye denildiğine göre, maaşı

terketmesidir. Bazıları da «alması efdaldir» dediler ve bu son görüş en sıhhatli görüştür. Çünkü

hüküm gevşeklikten korun-muş olur ve bu hakimden sonra gelen hakim eğer muhtaçlardansa,

gözetilmiş demektir. Çünkü bu maaş bir zaman kesilmişse onu tekrar iade et-mek zorlaşır.

«Hakim şart koşmamışsa böyledir ilh...» Yani hakimlik vazifesini baş-ta şart koşmaksızın kabul

etmiştir. Sonra vali ona yetecek kadar beytulmalden kendisine maaş verir. Eğer başlangıçta ancak

kadı´lık vazifesini «Vali benim kadılığımın karşılığında maaş verirse bu makamı kabul ederim aksi

takdirde kabul etmem» demişse bu bâtıldır. Çünkü taat karşılığında ücret almak olur. Kifâye.

«Taata karşılık ücret caiz değildir ilh...» Yani bu tür ücreti almak da caiz değildir.

«Yazılsın ilh...» ibaresine gelince, derim ki: Biz bunu İcâreler Kitabında yazdık. Hem de daha fazla

imkânı olmayacak şekilde belirttik. Beyan et-tik ki, muteahhirinin kelâmı her taat hususunda genel

değildir. Belki Kur´ân öğretilmesi, belki fıkıh, imamet ve ezan gibi zarurî olanlarda geneldir.

«Cariyenin sefere gitmesi caizdir ilh...» hükmüne gelince, çünkü ecne-biler cariye hakkında, ona

bakmak ve ellemek meselelerinde mahremleri mesabesindedirler. Hidâye.

Zeylaî, «Ümmü´l veled cariyedir, çünkü onda daha cariyelik vardır. Mükâtebe akdini yapan kadın da


cariyedir, çünkü onun rekabesi daha efen-disinin mülküdür. Bir kısmı azad edilmiş cariye de Ebu

Hanife katında da-ha cariyedir. Çünkü Ebu Hanife´ye göre bu, mükâtebe akdi yapan cariye gibidir.»

Burada hür bir kadının üç günlük bir mesafeye mahremsiz gidemeye-ceği hükmüne işaret vardır.

Üç günden aşağı olan mesafeler hususunda ih-tilaf vardır. Bazıları kadın salihlerle çocuklar ve

bunaklarla sefere çıkabilir, velev ki onlar mahremleri olmasa da» demiştir. Bu El-Muhit´te böyle yer

almıştır. Kuhistânî.

«Küçük çocuğa lazım olan şeylerin satın alınması caizdir ilh...» Na-faka, elbise, ona bakacak bir

dadı icar etmek gibi lüzumlu olanların satın alınması caizdir. Minah.

İbn Melek: «Şerhu´l-Mecma´ında bunu görmedim» diyor. Mecma´ın «onu sanata verir, en sıhhatli

görüşe göre ücretle çalıştırmaz» sözünden sonra nassı şu olan ibareyi gördüm:

«El-Kudûrî´nin rivayetinden sakınmak için bununla kayıtlandırdı. Bu rivayete göre çocuğun icarla

çalıştırılması caizdir, tıpkı küçüğü annenin zorla çalıştırılması gibi. Çünkü bu çalıştırmada bir işle

meşgul olmak he-sabiyle çocuk fesattan korunmuş olur.

«Birinci rivayetin izahı çocuğu yerde bulan bir kimse, onun menfaat-lerini itlaf etmeyi mülk

edinmez. Binaenaleyh amcası gibi onu icarla ça-lıştırmaz. Fakat anne ´böyle değildir. Çünkü anne

çocuğunun menfaatlerini meccanen dahi itlaf etme yetkisine sahibtir. Binaenaleyh onu ivazla mülk

edinir.»

Bunun benzeri El-Vikâye üzerindeki şerhte de vardır. Evet, Zeylaî Kudurî´nin rivayetinin daha yakın

olduğunu zikretmiştir:

Ben derim ki: Bilmiş oldun ki en sıhhatlisi bunun hilafıdır. Nitekim El-Mecma, El-Vikâye, El-Hidâye

ve başka kitablar Lakît (sokakta bulunan çocuk) konusunda bunu açıkça söylemişlerdir. Bu

noktada El-Hidâye´de tereddüt vardır.

«Onun amcasının da hükmü böyledir ilh...» ibaresine gelince, yani kü-çük çocuğun amcası için de

hüküm böyledir. Bu şerh El-Minah´ın bazı nüshalarındaki metne binaendir. Onun nassı şöyledir.

«Eğer ´küçük çocuk amcasının elindeyse amcası da onu ücretle çalıştırırsa caiz olur. Çünkü

çalıştırmak onu korumaktan bir parçadır. Bu hüküm Ebu Yusuf´a göredir. İmam Muhammed´e göre

ise ücretle çalıştırması doğru olmaz. Tashih edil-miş bir nüshada «onu ücrete veriri» ibaresindeki

zamir silinmiş ve onun yerine «anası onu ücretler çalıştırır» ibaresi yer almıştır. Ve bu ibare

et-Tebyîn ve eş-Şurunbilâliye´deki ibarelere daha uygundur. Fakat En-Ni-hâye´de Timurtâşî´nin

Çamii´nden şöyle nakledildiğini gördüm:

«Anne eğer çocuğu ücretle çalıştırırsa çocuk annenin yanında olduğu takdirde caiz olur. Mahremi

olan rahim sahihleri de beyledirler.» Oraya müracaat et.

Camiu´l Fusuleyn´in yirmiyedisinde (varak) şu hüküm yer almaktadır; «Her çocuğun babası, dedesi,

varisi, olmazsa yakın rahim şahinlerinden birisi onu ücretle çalıştırırsa -ki o da bu yakının evinde

ise-, caiz olur. Eğer rahim sahibi olan bu yakının evinde ise,ondan daha yakını olan başka bir kimse

onu ücretle çalıştırmaya vermişse, mesele annesi ve halası var-dır, kendisi halasının evinde

kalmaktadır, annesi onu ücretle çalıştırma-ya vermişse Ebu Yusuf´un katında bu da caizdir. İmam

Muhammed´in ka-tında ise doğru değildir. Fakat buna rağmen İmam Muhammed diyor ki:

«Onu ücretle çalıştırmaya veren, ücretini kabzeder.»

«Eğer çocuk kendini ücretle çalıştırmaya verirse caiz değildir ilh...» Yani kifayet yönünden lazım

gelmez. Çünkü zararla karışıktır. Zeylaî.

«Baba ile dedenin de çocuğu ücretle çalıştırmaya verebilir ilh...» On-ların vasileri de çalıştırabilir.

Fakat hakimin vasisi çalıştıramaz. Hamevî.

Bu Dürer ibaresinin zahirine muhaliftir. Oraya müracaat et.

Evet, sarih, Kitabu´l-Vesaya´da bu meseleyi baba vasisi ile kadı va-sisinden ayrıldığı sekiz

meseleden birisi sayılmıştır.

«Nitekim bu, Durer´den anlaşıldı ilh...» ibaresine gelince, yani sara-haten anlaşılmıştır, demektir.

Dürer´in ibaresi şudur: «Muhit sahibinin Fevaid´inde şu hüküm yer alıyor:

Baba, dede veya kadı küçük çocuğu çalışmalardan birisine verirlerse; denilmiştir ´ki: Eğer ecr-i

misille ücretle vermişlerse caizdir. Onların birisi ücret-i misilden öz bir ücretle çocuğu çalıştırmaya

vermişlerse caiz değil-dir. Fakat sahih görüşe göre az da vermişlerse ücretle çalıştırması caiz olur.

Bunun benzeri el-Minah´da vardır.´ Eş Şurunbilâliye´de denildi ki: «Eğer en azı fahiş zararla değil az


zararla yorumlanırsa muhalefet ortadan kalkar.»

METİN

Üzüm şirasını şarap yaptığı bilinen bir kimseye satmak caizdir. Çünkü günah şıranın aynısına bağlı

değil, ancak şira değişikliğe uğratıldıktan sonra meydana gelir. Bazıları günaha yardım olduğundan

dolayı şarab yapan bir kimseye şiranın satılması mekruhtur, dedi. Musannif, Es-S´irâc ve

el-Müşkilât´tam nakletti ki: Onu şarab yapandan maksad ´kâfir bir kim-sedir. Şarap yapan bir

müslümana satması ise mekruhtur. Bunun benzeri Cevhere´de, El-Bakani´de ve başka kitablarda

gelmiştir. El-Kuhistânî, el-Hâniye´ye izafeten şu hükmü ekledi:

Şarap yapan kâfire de şira satma ittifakla mekruhtur.

Lutîlik yapan bir kimseye tüysüz bir köleyi satmak, fitne ehline silah satmak bunun tam tersidir.

Yani haramdır. Çünkü günah bunların aynısıyla kaimdir. Sonra tüysüzü lutilik yapan bir kimseye

satmak caiz değildir meselesindeki kerahet El-Haniye ve başkasının bayi´ler bölümünde açıkça

belirtilmiştir. Musannıf da Zeylaî ve El-Ayni´de yer alan hükmün hilafına binaen buna itimad etmiştir.

Her ne kadar musannif bunu Bâğîler konusunda kabul etmişse de.

Biz bağiler konusunda en-Nehr´e izafeten şu hükmü naklettik: Ayni-siyle maşiyet kaim olan bir

şeyin alış verişi tahrimen mekruhtur. Aksi takdirde tenzihen mekruh olur. İki görüş arasında uyum

sağlamak kabilin-den bu ezberlensin.

Bir müslümanın kilise tamirinde çalışması caizdir.

Kendi nefsiyle veya hayvanıyla ücret karşılığında zimminin şarabını taşıması caizdir. Fakat

zimminin şarabını sıkmak caiz değildir. Çünkü sık-manın aynısına maşiyet bağlanmaktadır.

Küfe köylerinde evini ateşgede veya kilise veya havra olmak üzere icara vermek caizdir. Kûfe´nin

köylerinden başka, en sıhhatli görüşe göre evini bu işlerde kullanılmak üzere icara veremez.

Şehirlere veya Kûfe´nin köylerinden başka köylere gelince... Bunlarda böyle bir şey verilmez. Çünkü

o köylerde İslâm şeairi belirgin bir hale gelmiştir. Küfe köyleri tahsis edildi) çünkü bu köylerin

ehlinin çoğu zimmidir. Veya evini meyhane olarak Küfe köylerinde verirse caizdir. Fakat İmameyne

göre bu uygun değildir. Çünkü günaha yardım demektir. Ve Eimmei Selase yani Malik Şafii, Han-bel

de bunu böyle söylemişlerdir. Zeylaî.

Mekke evlerinin binası ve arazisini satmak kerahetsiz olarak caizdir. Fakat İmam Şafii de böyle

demiştir. Bununla da fetva verilir. Aynî.

Şuf´ada yani şüf´a bahsinde geçti. El-Burhan adlı kitabta öşür konu-sunda şu hüküm yer

almaktadır: «Mekke´nin binaları gibi arazisini satmak do mekruh değildir. Bununla amel edilir.»

El-Hidaye sahibine aid olan Muhtaratun-Nevâzil´de şu hüküm yer al-maktadır: «Mekke´nin binalarını

satmakta ve icare vermekte beis yoktun» Fakat ez-Zeylaî ve başka kitaplarda «icara vermek

mekruhtur» denilmiştir. Tatarhaniye´nin beşinci faslının sonunda, el-Vehbaniye´nin icaresinde şu

hüküm yer olmaktadır: İmameyn dediler ki: Ebû Hanife şöyle demiştir: Mekke evlerini hac

mevsiminde icare vermeği mekruh görüyorum.

Hacılar için Mekkelilerin evlerinde onlara misafir olmaya fetva verili-yordu. Çünkü Cenab-ı Hak:

«Orada duran ile dışardan gelenler eşittir» buyurmuştur. Fakat hac mevsimi haricinde evlerin

kiraya verilmesinde ke-rahet yoktur. Bu kaide hıfzedilsin.

Ben derim ki: Bununla fark ve uyum ortaya çıkmış oluyor. Hz. Ömer de hac mevsiminde böyle

çağırarak şöyle diyordu: «Ey Mekkeliler, sakın ev-lerinize kapı yapmayınız. Ta ki dışardan gelenler

dilediği yerde yerleşsinler.»

Bunu söyledikten sonra âyeti okudu.

Karşı gelmesinden, kaçmasından korumak için kölesinin ayağına kayıt vurabilir. Bu fâsıklar

konusunda müslümanların sünnetidir.

Tacir olarak kölenin hediyesini kabul etmek, davetine icabet etmek, bineğini ariyet yoluyla almak

istihsanen caizdir. Onun kisvesi, yani kölenin altın gümüş hediyesinin kabul edilmesi, elbise olarak

mekruh olduğu gibi ona zaruret olmadığı için hediye vermek de mekruhtur.

İğdiş edilmiş köleyi çalıştırmak mekruhtur. Bazıları: «Eğer onbeş ya-şında ise kadınların yanına

girmesi de mekruhtur» dediler.

İZAH

İmameyn´e göre değil de Ebu Hanife´ye göre bu böyledir.


«Üzüm şırasını şarap yapacak kimseye satmak caizdir ilh...» Üzümün veya bağının satılmasında ise

ittifakla herhangi bir kerahet yoktur. Nitekim El-Muhit´te ^bu hüküm yer almıştır. Fakat Hazâne´nin

Bey´ bölümünde şu hüküm vardır: «Üzümün satılmasında ihtilaf vardır. Kuhîstânî.»

«Şarap imal ettiğini bildiği kimseye satması ilh...» Bu ibare işaret eder ki, eğer şarap yaptığını

bilmezse ihtilafsız kerahet ortadan kalkar. Kuhistânî.

«Çünkü günah şiranın aynısında bağlı değildir ilh...» ibaresine gelin-ce; bu ibareden anlaşılıyor ´ki;

günah aynisiyle kaim olmayandan maksad alış verişten sonra başka bir vasfı oluşan nesnelerdir.

İşte o son vasıf alış-veriş esnasında bulunuyorsa durum yine böyledir. Tüysüz bir kimsenin ve

silâhın satılmasında olduğu gibi. Gerisi bilahare gelecektir.

«Onu müslümana satmaya gelince, mekruh olur ilh...» ibaresine gelince, çünkü böyle birşey

yapmak, masiyete yardımcı olmak demektir. Kuhistânî, Cevâhir´den

Ben derim ki: Bu ifade, metinlerde gecen kayıtsız şartsız ifadelerin ve Şerhlerin geçen ifadelerinin

hilâfınadır. T. dedi ki; «Bundan şu da anla-şılmaktadır: Bu ancak kâfirler, Şeriatın fürûuna muhatap

değildirler, diyenlerin görüşlerinden açıkça anlaşılmaktadır. Halbuki doğru olan, onların bu

hükümlerle muhatap olduklarıdır. Buna böyle bir satış yapmak, masiyet üzere yardım etmek

demektir. O halde, üzüm şırasını müslüman olsun, olmasın {şarap yapacağı bilinen bir kimseye)

satmak durumu değiştirmez, her ikisi arasında herhangi bir fark yoktur. İyice düşün.

Bu mutlak olarak red edilemez. Bundan önce geçen gerekçenin du­rumu da böyledir.

«Zeylâî´de ve Aynî´de yer olan ifadenin hilafına olmak üzere ilh...» Bunun benzeri İmam Serahsî´nin

İcârât Bölümü´nden naklen Nihâye ve Kifâye´de de yer almaktadır.

«Nehr´e atıfta bulunarak ilh...» Bu eserde Buğât ile ilgili bölümde şunları söylemektedir: «Masiyetin

bizzat kendisiyle işlenmediği şeylerin satılması mekruh değildir. Şarkı söyleyen cariyenin, tos

vuran koçun, uçup kaçan güvercinin şıranın, çalgı aletleri yaptığı bilinen bir kimseye ahşap

satmanın durumu böyledir. Hâniye´nin Alışverişlerle ilgili bölümünde yer alan: «Onun vasıtasıyla

günah işleyeceği bilinen bir fâsıka tüysüz çocuk satmak mekruhtur» şeklindeki ifadesinin

anlaşılması ise zordur.»

Zeylaî´nin el-Hazr ve´l-İbâha bölümünde açıkça ifade ettiği husus şöy-ledir: «Arkadan yaklaşan bir

kimseye cariye satmak, lûtîye genç köle sat-mak mekruh değildir. Bundan önce geçen hükümlere

bu uygun düşer/Ba-na göre Hâniye´de yer olan ´bu hüküm Tenzîhî Kerahet olarak anlaşılmalı-dır,

insanın rahatlıkla kabul edebileceği hüküm budur. Çünkü böyle bir kimsenin kötülüğe doğrudan

yardımcı olmamakla birlikte ´böyle bir şeye sebep olduğunda anlaşılmayacak bir durum yoktur. Bu

´konuya el atanı görmedim.»

Şelebî´nin Muhît´e yazmış olduğu haşiye´de şu ifadeler yer almakta-dır:

«Fâsık bir müslüman tüysüz bir köle satın aldığı taktirde, eğer bu fa-sık arkadan yaklaşmayı

alışkanlık haline getirmiş kimselerden ise, onu satmaya mecbur edilir.»

«İfadelerin arasını bulmak için bu iyice bellensin ilh...» Yani Haniye´ de bulunan «kerahetin tenzihi

olduğu» hükmü ile, Zeylaî ve başkalarının «bunu kabul etmeyerek kerahetin tahrîmî olduğunu»

belirtmeleri arasında, çelişki yoktur.

Ben diyorum ki: Böyle bir uygunluk, açıkça görülebilen birşey değildir. Çünkü bundan önce

geçenlerden de anlaşıldığı gibi, tüysüz köle, masiyetin bizzat kendisiyle kaim olduğu kimsedir.

Burada sarihin zikretmiş olduğuna göre >bu konudaki kerahetin tenzihi değil de tahrimî olması

gerekir. O halde Zeylaî´nin ve diğerlerinin sözlerini Tenzîhî Kerâhet´e yorumlamak doğru olamaz.

Zeylaî´nin ve başkalarının sözlerini «tüysüz, masiyetin biz-zat kendisi vasıtasıyla işlendiği kimse

değildir» şeklinde anlamaya imkân yoktur. Halbuki Sarihin biraz "sonra gelecek olan «ateşgede

olarak kullanılacak bir evi satmak caizdir» şeklindeki ifadelerinden, onun Zeylaî ve benzerlerinin

sözlerini böyle anladığı ortaya çıkmaktadır.

«Bir müslümanın kilisenin tamirinde çalışması caizdir ilh...» sözüne gelince; Hâniye´de şöyle

denilmektedir: «Bir kilisede çalışmak ve orayı tamir etmek üzere belirli bir ücret üzerinde anlaşacak

olursa, bunda her-hangi bir sakınca yoktur Çünkü bizzat yaptığı işte masiyetin varlığı söz-konusu

değildir.»

«Ücret karşılığında zimminin şarabını taşımak caizdir.» ibaresine ge-lince; Zeylaî dedi ki: «Bu Bbû

Hanîfe´ye göre böyledir. Ebû Yusuf ve Muhammede göre ise mekruhtur. Çünkü Rasûlullah (s.a.v.),

şarap konusunda on kişiye lanet etmiş ve onu taşıyan kişiyi de bunlar arasında saymıştır. Ancak

Bbû Hanife´nin lehine olmak üzere şu söylenebilir: Ücret akdi, yük taşımak karşılığındadır. Böyle bir


iş ise masiyet değildir. Bu masiyetin se-bebi de değildir. Böyle bir masiyet, hür irade sahibi bir

´kimsenin fiiliyle ortaya çıkabilir. Şarabı içmek, taşınmasının zorunlu ve kaçınılmaz bir so-nucu

değildir. Çünkü şarap bazan dökülmek veya onu sirkeye dönüştürmek için de olabilir. O taktirde

onun, taşımak üzere ücretle tutulması, üzümü sıkmak ya da onu bağından koparmak için tutulması

gibi olur. Bu durumda hadis de masiyet kasdı ile birlikte taşımak hali ile ilgili olarak yorumlanır.»

Nihâye´de şu ifadeleri de ekler: «Bu bir kıyastır. İki imamın söyledik-leri ise istihsân´dır.» Daha

sonra Zeylaî şunları ekler:

«Bu farklı görüşlere binaen, üzerinde şarap taşıması için bineğini ona kiralarsa veya domuz

çobanlığı yapmak üzere ücretle çalışmayı kabul etse, Ebû Hanife´ye göre bu iş için alacağı ücret

helâl olur, Ebû Yusuf ile Muhammed´e göre ise mekruh olur.»

Muhît´te şöyle denilmektedir: «Hıristiyana zünnar, mecûsîye de kalensuve {onlara has özel başlık)

satmak mekruh değildir. Çünkü bu, onları bir çeşit küçültmektir. «Mükâ´ab» diye bilinen elbiseyi

erkeğe satmak, gi-yinmek için olması halinde mekruhtur. Çünkü böyle birşey, haram olan bir

kıyafeti giymek İçin yardımcı olmak demektir. Şayet ayakkabıcı ise, bir kimse gelip ondan

mecûsîlerinkini ya da fâsıklarınkini andıran bir ayak-kabı yapmasını istese; veya terzi olsa ve birisi

gelerek ondan fâsıklarınkini andıran şekilde elbise yapmasını istese, bu gibi kıyafetleri yapması

mek-ruhtur. Çünkü böyle bir iş yapmak, mecusîlere ve fasıklara benzemeye sebeptir.»

«Fakat zimminin şarabını sıkmak caiz değildir. Çünkü masiyet bizzat onunla kaimdir ilh... sözünde

bundan önce söylemiş olduklarına açık bir aykırılık vardır. Çünkü masiyet bizzat onunla kaim

değildir. T.

Bu hüküm aynı zamanda bizim Zeylaî´den naklettiğimiz ve «üzüm sık-mak veya onu koparmak

maksadıyla yanında ücretle çalışmasının caiz ol-duğunu belirten» ifadelere de aykırı düşmektedir.

Burada maksat «üzümün şarap yapılması maksadıyla sıkılması» ol-malıdır. Şayet bu iş, bu

maksatla yapılacak olursa, masiyet olur. O taktirde bu, daha önce gecen «üzüm şırasını satmanın

ve üzüm sıkmak üzere ücret-le çalışmanın caiz olduğu» hükmüne aykırı düşmemiş olur. Bana böyle

geliyor. Düşün.

«Küfe köylerinde ateşgede yapılmak üzere ev kiraya vermek caizdir.» İbaresine gelince; bunun da

caiz olması Ebû Hanîfe´ye göredir. Çünkü icare, evin menfaati karşılığındadır. Bu bakımdan

mücerret teslim edilme­siyle ücret gerekir. Bunda herhangi bir masiyet de yoktur. Aksine masiyet,

kiralayanın yaptığı işlerle ilgilidir. Kiralayan ise, hür bir irade sahibi ol-duğundan, bu masiyetin evin

kendisi ile ilgisi yoktur. Buna göre böyle bir maksatla kullanılacak bir evi kiralamak, istibrâ

:yapmadan cariyesine yak-laşacak veya onunla arkadan ilişki kuracak bir kimseye cariye satmak,

lûtîlik yapan birisine tüysüz köle satmak gibi olur. Bunun caiz olmasının delili şudur: Eğer o evi,

mesken olarak kullanılmak üzere kiralayacak olur-sa, caiz olur. Halbuki mesken olarak kullanacağı

bu evinde ibadet etmesi de kaçınılmaz birşeydir. Zeylaî. Nihâye ve Kifâye´de de onun benzeri var-dır.

Minah´ta dedi ki: «Lûtî´ye tüysüz köle satmanın caiz olduğu konusun-da ifadesi açıktır. Fakat

Fetvaların çoğunda nakledilen, bunun mekruh olduğudur. Muhtasar´da bizim kendisine işaret

ettiğimiz görüş de budur.»

Ben derim kî: Masiyetin bizzat kendisi ile ilgili olmadığı konusunda da ifadesi acıktır. Bu nedenle

daha önce Nehr´den yaptığımız nakilde de belirtildiği gibi, Fetva kitaplarında yer alan hükmün

anlaşılması müşküldür. Çünkü tüysüz köle satmak, ev kiralamak ve üzüm sıkmak arasında bu

bakımdan herhangi bir fark yoktur. O bakımdan musannifin, Sarihlerin zikrettiklerine itibar etmesi

gerekirdi. Çünkü şerhler, Fetvalarda belirti-lenlere tercih edilir.

Evet, Zeylaî´nin belirttiklerinin esasına göre «masiyetin bizzat ken-disi ile kaim olduğu» ile

«olmadığı» arasındaki fark da müşkül hale gel-mektedir. Çünkü silah satmak, gümüşlü mukâ´ab

denilen elbise yapmak ve benzeri şeyler, satın alan kimsenin fiilleriyle masiyet olmaktadır. Bu

ba-kımdan aradaki farkın ne türlü olduğu üzerinde düşünülmelidir. Çünkü ben şahsen arada

herhangi bir fark göremedim. Bu konuda farkın ne ol-duğuna dikkat çeke,ni de görmedim. Evet,

Şârih´in başka kişilere uyarak sunmuş olduğu «gerekçe (talîl) ye» binaen aradaki fark açıkça

görülmek-tedir. Çünkü masiyet bizzat kendisi ile ilgili olmadığı gerekçesiyle üzüm şırasının

satılmasının cevazını ´belirtmiş bulunuyor. Bilindiği gibi, şıra an-cak belirli bir değişikliğe

uğradıktan sonra masiyet sözkonusu olmaktadır. Dolayısıyla o da fitne peşinde olanlara demir

satmak gibidir. Bilindiği gibi demir, değişip başka bir nitelik kazandıktan sonra silâh haline

gelmekte-dir. Bundan açıkça anlaşılıyor ki, tüysüz, -bundan önce de açıkladığımız gibi (masiyetin

bizzat) kendisiyle kaim olduğu kişidir. Düşünülsün.


«Diğer şehirlere gelince, orada onlara böyle bir imkân verilmez ilh...»

Yani kilise, havra yapmalarına, açıktan açığa içki satmalarına ve benzeri şeyler yapmalarına imkân

verilmez,

«Kilise veya havra ilh...» Kilise hıristiyanların, havra yahudilerin iba-det ettikleri mabetlerin adıdır.

Sinan´da: «Kenîse» havra olarak, «bîah» da kilise olarak açıklanmış ve bunu aksi şekilde

açıklayanların yanıldıklarını belirtmiştir. İbn Kemâl.

Fakat Kilise´ye «kenîse» adı da verilmektedir. Nitekim Kâmûs´tan ve Muğrib´den bunun böyle

olduğunu öğrenmekteyiz.

«Mekke´deki evleri satmak caizdir ilh...» İttifakla caiz olduğunu kas-ediyor. Çünkü bu evler, onlara

inşa edenlerin mülküdür. Nitekim vakıf arazide bina yapan bir kimsenin onu satmak hakkı vardır.

İtkanî.

«Arazisini de satmak caizdir.» Kenz´de bunu kati olarak bildirmiştir. Bu görüş iki imamın görüşü

olduğu gibi İmam Ebû Hanife´den gelen iki rivayetten biri de böyledi. Çünkü Mekke arazisi, Mekke

halkının mülküdür. Bunun sebebi ise orada mülkün etkilerinin açıkça görülmesidir. Bu etki ise

Şer´an özel olarak ona sahip olmaktır. Bu bahsin tamamı Minah´ta ve başkalarındadır.

«Şüf´a bahsinde geçti, ilh...» Yine orada şu hüküm de geçmişti: Mek-ke Evlerinde şüf´a vacibtir. Bu

da Mekke arazisinin mülkiyetinin -önceden de açıklandığı üzere- delilidir.

«Dediler ki ilh...» Bunlar Tatarhâniye ve Vehbâniye adlı eserlerin müellifleridir.

«Ebû Hanife dedi ki: ilh...» Ben derim ki: Gâyetu´l-Beyân´da bunun aynı zamanda Ebû Yusuf ile

Muhammed´in görüşleri olduğuna delil olan ifadeler de yer almaktadır. Çünkü İmam Kerhî´nin

Takrîb´inden şu ifadeleri aktarır:

«Hişâm Ebû Yusuf´tan, o da Ebû Hanîfe´den rivayet ediyor: Ebû Ha-nife, Mekke evlerinin Hac

Mevsimi´nde kiraya verilmesini mekruh gör-müştür. Başka bir rivayetinde de bunda bir mahzur

görmemiştir. Ebû Yu-suf da böyle söylemiştir. Hişâm dedi ki: Muhammed bana Ebû Hanife´den

rivayetle şöyle dedi: O, Hac Mevsiminde Mekke evlerinin kiraya verilmesini mekruh görüyor ve

onlara şöyle diyordu: Eğer evlerinde genişlik varsa, on-ların evlerinde kalabilirsiniz. Yoksa onların

evlerinde ´kalamazsınız. Muham-med´in görüşü de budur.»

Buna göre Hac mevsiminde Mekke´deki evlerin ´kiralanmasının kera-heti konusunda fikir birliği

olduğu anlaşılmaktadır. ed-Duru´l-Menteka´da da aynı şekilde şöyle denilmektedir: «Konu ilgili

herhangi bir ihtilaf oldu-ğu belirtilmeksizin, mekruh olduğunu açıkça söylemişlerdir.»

«Bununla fark ortaya çıkmış oluyor» ibaresine gelince; yani keraheti. Hac Mevsimi´ne hamledecek

olursak, satışın caiz olup icarenin caiz ol-mayışının farkı anlaşılmış oluyor. Bu ifade ise

Şurumbilâliye´de mevcut olan ifadeye cevap teşkil etmektedir. Çünkü Şurunbilaliye´de Mekke

ara-zisinin kiralanmasının mekruh olduğunu Zeylaî. Kâfi ve Hidâye´den naklet-tikten sonra şöyle

söyler:

«Satmanın caiz olması ile icarenin (kiraya vermenin) caiz olmaması arasındaki farka bakılsın.»

Hülâsası şudur: Kiralamanın mekruh olması, Hac için gelenlerin o ev-lere ihtiyaç duymalarıdır.

«Uyum da ortaya çıkmış oluyor» ibaresine gelince; kiralamanın mek-ruh olmasını Hac Mevsimi´ne

böyle olmamasının mevsim dışına hamlet-mek suretiyle, Nevazil ile Zeylaî ve başka kitaplarda yer

alan zıt ifadeler arasında uyum sağlanmış oluyor.

«Hz. Ömer (R.A.) de böyle çağırıyordu.» ibaresine gelince; İmamın fetvası gibi sesleniyordu

demektir. T.

«Bineğini iğreti olarak almak ilh...» Eğer binek altında sakatlanacak olursa, iğreti olarak alan

tazminatını ödemez.

«İstihsânen caizdir» sözüne gelince; Çünkü Peygamber (s.a.v.), Hz. Selmân´ın hediyesini henüz

köle olduğu halde kabul etmiş olduğu gibi kitabet yapmış bir cariye iken Hz. Berîre´nin de

hediyesini kabul etmiştir. Sahabeden bir grup, Ebû Esîd´in mevlâsnın henüz köle iken davetine

ica-bet etmişlerdi. Diğer bir neden ise, bu gibi hususlarda zaruret vardır ve ticaretle uğraşan bir

kimse için bu gibi şeyler kaçınılmazdır. Hidâye.

«Yani kölenin hediyesinin kabul edilmesi ilh...» Bununla «kisvesi» ifadesinin mastadın failine izafet

yapılması türünden olduğuna işaret et-mek istemiştir.

«İğidiş edilmiş köleyi çalıştırmak da mekruhtur, ilh...» Çünkü böyle bir iş, halkı iğdiş olmaya (veya


yapmaya) bir çeşit teşviktir.

Gâyetu´l-Beyânkia Tahâvî´den naklen şu ifade vardır: «İğdiş edilmiş-lerin kazancını almak, onları

köle olarak mülkiyete geçirmek ve onları istihdam etmek mekruhtur.»

Hamevî der ki: «Onun kazancının neden mekruh okluğunu tesbit ede-medim.»

Ben derim ki: Muhtemelen onun kazancının mekruh olması, efendisi içindir. Şöyle ki: Efendisi

ondan belirli bir miktar kazanç sağlamasını şart koşar veya ne kadar olursa olsun kazanç

sağlamasını ister. Böyle bir kim-senin kazancı ise, normalde onun istihdam edilmesi ve mahrem

olmayan kadınların yanma girmesi ile olur. Düşün.

Daha sonra ikinci hususu Tecnîs adlı eserde gördüm. Oradaki ifade şu şekildedir: «Çünkü onun

kazancı kadınlarla birlikte olmasıyla meydana gelir.» Bundan dolayı Allah´a hamdolsun.

«Eğer onbeş yaşında ise, kadınların yanına girmesi de mekruhtur, dediler.» ibaresine gelince; evlâ

olan bunu zayıf bir görüş olarak belirt-mesi değil de mutlak olarak «girmesi» demesiydi. Kuhistânî,

burada (zayıf bir görüş olduğuna işareten) «kîl» demekle yetinmiştir. Kuhistânî bunu Kirmânî´den

nakletmiştir. Hadis ve bunun illeti ise, bunun mutlak olarak mek-ruh olduğunu ifade etmektedir. O

halde itimada şayan görüş budur. T. Metinlerden açıkça anlaşılan kuvvetli görüş de böyledir.

«Kadınların yanına ilh...» Misbâh´ta da belirtildiği gibi «hurem» ka-dın anlamına gelen «hurme»nin

çoğuludur. Hamevî.

«Eğer onbes yaşında ise ilh...» Burada yaş kaydının zikredilmesinin nedeni, iğdiş edilmiş kimsenin

ihtilâm olmadığına dair bir görüşün varlı-ğıdır.

METİN

Bakkal fırıncı ve benzerlerine eğer elinde kalırsa helak olacaktır, diye korktuğu buğday veya parayı

borç verip parça parça onunla diledi-ğini almak üzere şart koşarsa, bu mekruhtur. Veya kıtlık,

halinde böyle bir şart ileri sürmezse; fakat peyder pey bu alacakları verecektir diye bulunuyorsa

gene de kerahet vardır. Şurunbulâliye.

Çünkü bu verene yarar sağlayan bir borçtur. O yarar da: malı yok olmaktan kurtarmasıdır.

Eğer bu parayı bahsi geçen kimselere emanet verirse kerahet orta-dan kalkar. Çünkü emanet

verdiği takdirde helak olursa, bakkal, fırıncı ve benzeri kişiler zamin olmazlar. Eğer borç vermezden

önce bu şartı, yani peyder pey alırım şartını koşarsa, sonra borç verirse ittifakla mek-ruhtur.

Kuhistanî ve Şurunbulâliye.

Nerdile oynamak tahrimen mekruhtur. Satranç ta bunun gibidir. İmam Şafiî satrancı mubah

görmüştür. Bir rivayete göre Ebû Yûsuf da satrancın mubah olduğunu söylemiştir. Vehbaniye´nin

sarihi bunu nazmederek demiştir: «Satranç oynamakta bir beis yoktur. Bu şart ile garbın kadısı

Allame Ebû Yûsuf´tan rivayet edilmektedir.»

Evet satrançla kumar oynamasa, ona devam etmese ve onunla oy­nuyor diye bir vacibi ihlâl

etmezse böyledir. Eğer kumar oynar, devam-lılık gösterir veya bir vacibi ihlâl etmeye sebeb olursa

icmâen haramdır.

Her oyun mekruhtur. Çünkü Cenab-ı Peygamber: «Müslümanın her oyunu haramdır; ancak üç

oyunu müstesnadır: 1- Ailesiyle oynaşması 2- Atını eğitmesi, 3- Yayıyla ok atması.»

Kölenin boynuna «ğul» denilen buka´ğı geçirmek de mekruhtur. Bu-kağı köleye kaçmış kölelerden

olduğu tanınsın diye takılıyordu. Fakat zamanımızda kölenin boynuna böyle bir şey takmakta bir

beis yoktur. Zira köleler artık çokça kaçmakta, firar etmektedir. Hele siyahlar ara-sında kaçmak

çokça görülüyor. Nitekim Aynî´nin el-Mecma´ Şerhin´de geldiği gibi muhtar görüştür. Fakat kayıt

vurmak bunun hilâfınadır. Yani daha önce de geçtiği gibi kayıt vurmak helâldir.

Kişi dua ederken «Bİ MEK´ADİ´L İZZİ MİN ARŞİKE» (yani: Arşından oturduğun yer hakkı için) diye

söylemesi mekruhtur. Ebû Yûsuf´tan gelen rivayete göre; eğer ayni kaftan önce getirirse (yani: Bİ

MA´KADİ´L-İZZİMİN ARŞİKE» derse) o vakit bir beis yoktur. Ebu Leys, -bu hususta eser varit

olduğundan dolayı- bunu kabul etmiştir. Fakat en ihtiyatlısı böyle bir şeyi söylemekten kaçınmaktır.

Çünkü bu hususta gelen eser haber vahittir. Hem de kesin bir delile muhalefet eden bir şekilde

gelmiştir. Zi-ra müteşabih ancak kati delille sabit olur. Hidâye.

Tatarhâniye´de el Münteka´ya nisbet edilerek Ebû Yûsuf´tan rivayet edilir. O da Ebû Hânife´den

rivayet ediyor: Hiçbir kimse için Allah´a za-tından, sıfatlarından başka hiç birşeyle çağırmak uygun

değildir. İzin verilen ve emredilen dua Cenab-ı Hakkın şu âyetinden anlaşılan dua şek-lidir.

«En-güzel isim ancak Allah´ındır. Binaenaleyh Allah´ı o isimlerle ça-ğırınız.» (A´râf, 180) Müellif:


Böylece hiç kimse Peygamber´den başka bir kimseye salevât getiremez demektedir.

Kişinin: «Peygamberlerinin, velilerinin, hakkı için buna şunu ver» de-mesi de mekruhtur. Veya:

«Kabe´nin hakkı için bana ver» dese yine mek-ruhtur. Çünkü hiçbir mahlûkun, Yüce Halik üzerinde

herhangi bir hakkı yoktur. Eğer bir kişi başka bir kişiye: «Allah´ın hakkı için veya Allah için şunu

yap!» dese en uygunu onu yapmak ise de; yemine maruz kalan ki-şinin onu yapması lazım gelmez.

Dürer.

El-Muhtarât´ta İbnü´l Mübarek dedi ki: «Bir kişi «Allah´ın veçhile» veya «Allah´ın hakkı ile» birşey

isterse; benim hoşuma giden ona o şeyi vermemektir. Çünkü o Allah´ın tahkir ettiğini tazim

etmiştir.» El-Muhta-rât´ta şu hüküm de yer almaktadır: «Bir kimse Kur´ân´ı okuyup mucibiyle amel

etmezse okuduğundan dolayı sevap alır; tıpkı namaz kılıp isyan •eden bir kimse gibi.»

Bir mesele: Zikir ve dua yaparken sesin yükseltilmesi mekruh mu-dur, değil midir, hususunda

ihtilâf vardır. Bir kavle göre mekruhtur. Bu konunun tamamı Bezzâziye´nin Cinâyât bahsinden önce

gelmektedir.

Badem, üzüm ve incir gibi beşerin gıda maddelerini, yonca ve sa-man gibi hayvanların yiyeceklerini

ihtikâr etmek; -ehline zarar verecek bir memlekette olursa-mekruhtur. Çünkü: «Celbeden

rızıklanmıştır. İhtikâr eden lanetlenmiştir.» hadisi vardır. Eğer zarar vermiyorsa kerahet Yoktur.

Celepleri karşılamak da bunun gibidir.

Hakimin ihtikârcıya kendisinin aile efradının yiyeceğinden fazla olan malını satmasını emretmesi

vacibtir. Eğer hakimin emrine rağmen satmazsa, hâkim bu işten vaz geçirmek için dilediği şekilde

onu tazir ceza-sına çarptırır. Ve hakim onun malını onun hesabına satar. O sahîha gö-re bir

meselede ittifak vardır. Sirâc adlı kitapta: Eğer imam (devlet baş-kanı) bir memleketin ahalisinin

helak olmasından korkarsa, ihtikârcılardan gıda maddelerini alır ve onlara taksim eder. Bolluğa

kavuşacak olur-larsa, alınanların benzerini sahiplerine iade ederler. Bu, bir hacir mese-lesi değil

zaruret dolayısıyla yapılan bir uygulamadır. Kim başkasının malını almaya mecbur kalır ve yemediği

takdirde helak olmaktan korkarsa; mal sahibinin rızası olmaksızın onu yer. Zeylaî bu hükmü

el-İhtiyâr´dan naklederek uygun görmüştür.

Kişi arazîsinden gelen maddeleri depo etmekle itikârcı olmaz. Bu konuda herhangi bir ihtilâf yoktur.

Ama başka bir memleketten celbettiğinde Ebû Yûsuf´tan farklı olarak itikârcı olmaz. İmam

Muhammed´e göre; eğer binaen bu ikinci memleketten getirmesi, adet ise onu depo-lamak mekruh

olur. Tercihe şayan görüş de budur.

Hiçbir hakim (yönetici) gıda maddelerine fiyat koymaz. Çünkü ce-nabı Peygamber: «Sakın

(başkalarının) mallarına fiyat koymayınız. Zira muhakkak şudur ki: fiyat koyan, kabzeden, basteden,

rızık veren Allahtır»

buyurmuştur. Ancak mal sahipleri kıymette fahiş bir şekilde saldırganlık yaptıkları takdirde hakim

(yönetici) ehli reyin istişüresinden sonra narh koyabilir.

İmam Mâlik: Vali kıtlık senesinde eşyaya narh koymakla görevlidir, der. El-İhtiyar´da Fiyatı

koyduktan sonra satıcı, eğer eksik verirse İmamın dövmesinden korkuyorsa müşteri için helâl

olmaz.

Onun kurtuluş yolu şudur: «Sen istediğin şeyle bana sat» diyecek-tir. Eğer ekmeğin ve etin fiyatı

üzerinde İttifak ederlerse bununla bera-ber satan eksik tartarsa; müşteri o eksiği ekmekle geri

alabilir; fakat fitte alamaz. Çünkü etin fiyatı adeten herkes tarafından bilinen birşeydir.

Derim ki: Buna göre; narh koymak, ancak iki temel gıda maddesin-de olur, başkasında olmaz. El-

Attabî ve başkası bunu açıkça söylemiş-lerdir. Lakin şu vardır ki, iki temel gıdanın gayrisini

satanlar, haksızlık yaptıkları ve halk topluluğuna zulmettikleri takdirde; hakim (yönetici) on-ların

sattığı maddelere fiat (narh) koyar. Bu da Ebû Yûsuf´un dediğine binaen böyledir. Zira Ebû Yûsuf

dediğine göre caiz olması uygundur. Bu meseleyi Kuhistanî zikretti. Çünkü Ebû Yûsuf daha

önceden de tekarrür ettiğine (anlaşıldığına) göre, zararın hakikatini nazarı itibare alır. Dü-şün.

İZAH

Kâmus´ta «bakkal» çeşitli gıda maddelerini satan kişiye denir. Bu kelime avamca kullanılan bir

kelimedir. Doğrusu «BEDDÂL»dir dedi.

«Şart koşarsa ilh...» Gâyetülbeyân adlı eserde: Bakkala teslim edi-len mal eğer menfaat aktin

başında şart koşulmuş ise mekruhtur; aksi takdirde değildir. Çünkü borç alan kişi onu

kendiliğinden teberru olarak veriyor. Bu takdirde Rasûlullâh´ın vermiş olduğu rüçhân gibi oluyor.»


«Akid esnasında şart koşmazsa ilh...» Şurunbulâliye´de bu mesele «et-Tecnisve´l-Mezîd adlı eserde

mesele üç vecih üzerine kılınmıştır: A) Borçta borç verirken bunu teberruen veyahut satın almak

suretiyle alacağını şart koşmasıdır. B) Bunu şart koşmaz; fakat bunun karşılı-ğında ona birşeyler

vereceğini biliyor. C) Borç verip alındıktan önce bunu söylemiştir. Binaenaleyh Birinci ve ikinci

vecihlerde caiz değildir. Çünkü menfaat çeken bir borç oluyor. Üçüncü vecihte caizdir. Çünkü böyle

bir menfaat şartı yoktur. Binaenaleyh kişi her aldıkça bu seninle anlaştığımız noktaya binaendir

diyecektir.»

Derim ki: İkinci vecihten gereken ne ise, üçüncü vecihede o gere-kiyor. Binaenaleyh üçüncü

vecihin de ikinci vecih gibi mekruh olması uy-gundur. Ancak üçüncü vechi şu manâya hamlederse

caiz olur: İki taraf ta borç alınıp verildiği zamanda daha önce aralarında bahsi geçen şart-tan yüz

çevirirlerse, bu borcun çekmiş olduğu menfaat borç verenin malı kalır. ,

«Bu ise malının kalmasıdır ilh...» İhtiyaçlarına cevap verir. Eğer elin-de kalsaydı, mutlaka aynı anda

elinden çıkar, kalmazdı. Minâh.

«Kuhistanî ve Şurunbulâliye ilh...» Kuhistanî´nin ibaresinde: Eğer borç verilmezden önce veren ile

alan arasında kendisine şu kadar dir-hem vereceğim, onu peyder pey, parça parça alacağım diye

bir konuşma geçtikten sonra ona borç vermiş ise; ihtilâf olmaksızın böyle bir borç mekruh değildir.»

«Nitekim bu durum El-Muhitte´de böyle beyan edilmiştir.»

İşte bu Şurunbulâliye´de bulunanın üçüncü vechidir. Sen üçüncü ve-cihte olanı da daha önce

bildin. Eğer bizim söylediğimiz şekilde yorum-lanmazsa durumunu anladın. Bununla bilindi ki

sarihin: «İttifakla mek-ruhtur» sözünün doğrusu bazı nüshalarda da mevcut olduğu gibi; mek-ruh

olmadığıdır.

«Nerd ile ilh...» «Nerd» kelimesi Arapçalaştırılmış bir kelimedir. Ona: Nerdeşir denir. Şîr,

el-Mühimmat´ta da geçtiği gibi kendisine bu Nerd oyununun icadediği kiralın ismidir. Zeynül Arab

adlı kitapta nakledilmiş-tir ki: Şîr kelimesi tatlı manâsına gelir; fakat bu tefsir su götürür. Fakihler

demişlerdir ki: Bu oyun, Sasanîlerin ikinci kralı Erdeşîr oğlu Sâbûr´un icadettiklerindendir ve bu

oyun haramdır. İcmâ ile adaleti düşürür.

«Satranç ilh...» Şudirenc´in taribidir. Bu oyunun mekruh olmasının nedeni, bununla iştigal eden

kimsenin bununla dünyevî dikkatinin girme-si, uhrevî meşakkatinin de baş göstermesidir. Bu ise

bize göre haram ve büyük günahlardandır. Onun helâl edilmesinde müslümanların ve İs-lâm´ın

aleyhine şeytana yardım etmek sözkonusudur. El-Kâfî´de hüküm böyle yer almaktadır. Kuhistanî.

«Bir rivayette ilh...» Şurunbulâli Şerh´inde der ki: «Malumunuzdur ki mezhep (yani Hanefî mezhebi)

başka oyunları yasakladığı gibi bununla da oynamayı yasak kılmıştır.»

«Şarkla garbın kadısı ilh...» Ebû Yûsuf ikinci imamdır. Çünkü onun kadılığı şarkla garbın hepsini

kapladı. Zira o Halife Harun Reşid´in kadısı idi. Şurunbulâlî,

«İşte bu ilh...» Eğer satranç üzerinde çok yemin etmez, bu manâlar olmaksızın oynarsa: satrancın

hürmetinde ihtilâf olduğundan dolayı, sat-ranç oynayan kişinin adalet sıfatını düşürmez. Abdül-Ber.

Edebu´I-Kâdî´dan bunu nakletmiştir.

Bir Mesele: Ondörtlükle oynamak haramdır. Ondörtlük ağaçtan ya-pılmış bir parçadır. O parçaya üç

satırlık bir yer oyulur. Oyulan yerlere küçük taşlar konur ve onunla oyun oynanır. Minâh.

Derim ki: Zahir şudur ki, bizim zamanımızda bu oyuna el-Mankale denir. Fakat bizim zamanımızdaki

parçalara iki satır oyma oyulur her satırda yedi tane çukur vardır.

«Her lehv mekruhtur ilh...» Yani le´ib (oyun), lehv ve abes ile iştigal etmek mekruhtur. Binaenaleyh

Le´ib, Lehv, Abes kelimeleri aynı manaya gelir. Nitekim bu durumu Tevilât´ın şerhinde yer almıştır.

Bu itlâk yani «lehv» kelimesini mutlak zikretmek, onun fiilini kapsar.

Raks,-alaya almak, el çırpmak, tanbur tellerine dokunmak, berbutun, rebabın, kanunun, mizarın,

sencin ve bükün tellerine dokunmak (onların) dinlemesini de kapsamaktadır. Çünkü bütün bunlar

mekruhtur. Zira bütün bunlar kâfirlerin tarzı ve kisvesidir. Def mizmar ve diğerlerinin din-lenmesi

haramdır. Eğer ansızın onu dinlerse mazur sayılır. Onu dinle-memek için bütün gücünü sarfetmesi

vacibtir. Kuhistanî.

«Okuyla atmak ilh...» sözüne gelince ok atmak ve yarışmak kaste-dilmektedir. Yani bu okla yarışma

oyunu caizdir. Cevahir´de: «Eğer sa-vaşmak, savaşmak için güç elde etmek hedef ise, koşu

yarışının ruhsatı hakkında eser gelmiştir, deniliyor. Ama bunu sadece bir keyif için ya-parsan

mekruhtur.» Zahir şudur ki bunun benzeri atın eğitiminde ve ok-larla atışta da söylemektir. T.


«Gül takmak ilh...» Kaçmışlığına alâmet olsun diye demirden yapıl-mış bir bukağıyı kölenin

boynuna takmak mekruhtur. İtkanî. Kuhistanî´de şu hüküm yer alıyor: «Mekruh olan ğul büyük bir

çivi ile çivilenmiş ve kölenin başını sallamaktan men eden bir bukağıdır.» Dikkat et!

«Ma´kidi´l-İzz ilh...» Muğrib adlı kitapta: «Ma´kidi´l-İzz» izzetin bağlı olduğu yer demektir, diyor. Böyle

söylemenin mekruh olması; şu nokta-dan ileri geliyor: Onlara Allah´ın izzetinin Arşa bağlı oluş

hissini verme-sindendir. Oysa Arş, sonradan peyda edilmiştir. Sonradan peyda edilmiş olana bağlı

olan ise zarûreten hadis olur. Yani sonradan peyda edilmiş-lerden olur. Cenâb-ı Hâk ise izzetinin bir

hâdise ´bağlı olmasından yüce-dir. Belki onun izzeti kadimdir. Çünkü izzet onun sıfatıdır. Onun

bütün sıfatları kadim ve onun zatıyla kadimdir. O ezelde o sıfatlarla mavsuf ol-duğu gibi; ezelde de

onlarla mavsuftur. Arş ve başkasının hudusiyle ezel-de kemalden olmayan bir şey, onun hakikatine

eklenmiş değildir. Zeylaî.

Hülasası sudur: Bu ibare insana Allah´ın izzetinin Arşa bağlı olduğu vehimini veriyor. Çünkü «min»

kelimesi bütün manâları iptidâi gaye ma-nâsına dönüştürür. Bu manâ ise Allah´ın sıfatların

hiçbirisinde tasavvur edilemez. Çünkü bu manânın verdiği netice şudur ki: İzzet sıfatı hadis olan

Arş´tan neşetetmiştir. Binaenaleyh izzet sıfatı hadis olur. Anla. İşte bununla sıfatın hâdise taalluk

etmesi, sıfatın hadis olmasını gerektirmez. Çünkü sıfat o hâdise bağlı değildir. Tıpkı kudret ve

benzerlerinin vücuda gelenlerle ilgisi gibi. Nitekim Turî bunu böyle açıklamıştır. Evet, işte bu-nunla

bu müşkül kalkmış oluyor. Kalkmasının nedeni şudur: Muhal olan manânın sadece iyhâm edilmesi

dahi, böyle bir kelâmı telaffuz etmenin yasak olmasına kâfidir. Herne kadar bu sıhhatli bir manâ

ihtimalini taşı-yorsa bu böyledir. Bunun için fakihlerin ileri gelenleri; Allah´ın izzeti Ar-şa bağlı

olduğu vehimini verir; bu bakımdan: «Ben Allah diterse mümi-nim» demesi ile ilgili olarak da aynı

şeyi söylemişlerdir. Onlar böyle bir ifade kullanmayı mekruh görmüşlerdir. Her ne kadar burada

teberruken söylemek kasdedilse dahi mekruhtur. Nitekim burada allâme Taftazânî Şerhu´l-Akatd

adlı kitabında İbnü´l-Hümam da Musayere adlı kitabında belirttikleri gibi; farklı bir anlamı

hissettirmesi söz konusudur. Eğer «iz» ile Arşın sıfatı olan «iz» kasdedilirse; bu lafzın

telaffuzundan ilk anlaşı-lan Allah´ın izzeti olacağından Zeylaî´nin sözünün anlaşılması güç olur.

Çünkü Zeylaî´ İzz´i Arşın sıfatı kılarsa bu kelimenin kullanılması caiz olur demiştir. Çünkü Arş

Kur´an-ı Kerîm´de Mecd ve Kerem sıfatlarıyla sıfatlanmıştır. Buna göre «iz» sıfatıyla da sıfatlanır.

Her ne kadar Cenab-ı Hakr heybetin ve kudretinin kemalini izharra muhtaç olması da; Arş´ın,

heybet, kudret ve kemalinin izhar yeri olduğundan hiç kimsenin şüphesi yoktur. Lakin Dürer de,

Minah da bunu böylece kabul etmiştir. Makdisî de böy-lece kabul ederek dedi ki: «Bu tevile binaen

ibaredeki «Min» kelimesi beyaniye manasını ifade eder. Yani: «Senin Arş´ın olan Ma´kidi´l-İzz´in..,»

(anlamıyla) senden isteriz» demek oluyor. Bu yorum, fakihin seçmiş ol-duğu manâya çok güzel

yakışan bir yorumdur.» Düşünülsün.

«Ayn harfinin takdimi ile olsa dahi ilh...» İbaredeki «Maksad» keli-mesi, zahire bakılırsa «Mak´ad»

olmalıdır. Ve şerhlerin nüshalarının ço-ğunda da böyledir. Fakat bazı nüshalarda ayn, kaftan daha

önce gel-miştir. İşte Minâh´ta bu kelime üzerine şerh yapılmıştır. Metinlere uy-gun olduğundan ve

bir de bu ihtilâf yeri olduğundan bu, evlâdır.

Bunun için ikincinin memnu olduğunda şüphe yoktur, çünkü o «Ukûd» kelimesinden gelmektedir.

«Eser dolayısıyla ilh...» ibaresinde gelince; ayrıca rivayet ediliyor ki: .Cenâb-ı Peygamber duasında

şöyle demiş: «Ya Rab şüphesiz ben Arşın-dan izninin ma´kıdıyla; Kitabından rahmetinin doruğuyla

ve en yüce is­minle, en yüce kudretinle ve en tam kelimelerinle senden istiyorum.» Zeylaî.

«En ihtiyatlısı bundan imtina etmektir ilh...» sözüne gelince: Bu söz, nihâye´de Camiussağîr´in

Kadîhân tarafından yapılan şerhine; Temurtaşî´ye ve Mahdûbî´ye nisbet edilmiştir. Müdekkik âlim

İbn-i Emir el-Hâc´ın el-Minye üzerindeki el-Hilye adlı şerhinin on üçüncü faslında bu eserden ve

senedinden söz ettikten sonra şunu söyler: «İbnu´l-Cevzî bunu mevzu hadisler arasında saymıştır.

Sen de önceden bildiğin gibi bu eser sabit değildir. Binaenaleyh bu gibi şeyleri, kesin bir nas veya

kuvvetli bir icmâ´ ile olmadıkça kullanmamak gerekir. Bundan bu şartların ikisi de yok-tur.

Binaenaleyh bu sözü söylemekten imtina etmek gerekir. Mekruhtur, dediği hükmü keraheti

tahrimiye olarak anlaşılmalıdır. Bunun tamamı o şerhte vardır.»

Şerhin «Katiye muhalif olan şeylerde ilh...» sözünden de anlaşıldığı gibi; en ihtiyatlı böyle şeyi

söylememektir. Çünkü bu Hakkı böyle bir şey-den tenzih etmektir. T.

«Çünkü müteşâbih olan ilh...» Yalnız: «Müteşabih» deseydi daha iyi olurdu. Yani yukarıda geçen

dua gibi. T. Yani zahiri Allahın hakkında bir muhali ifade eden sözler.

«Hidâye...» Sarih bu ibareyi Hidâye´den aldığını söylüyor. Ben de: «Bu ibare Minâh´m sahibine ait


bir ibaredir» diyorum. Hidâye´nin ibare-sine gelince onun nassı şudur: «Lakin biz deriz ki: Bu bir

haber-i Vâhid´dir. Binaenaleyh böyle bir şeyden uzak durmak daha ihtiyatlı olur.»

BİR UYARI: Dikkat edilsin; acaba böyle bir itiraz eserlerde varit olan salavat hakkında da söz

konusu mudur Meselâ şu salavât gibi: «Ey Al-lah´ım Muhammed´e ilminin ve hilminin sayısınca,

rahmetinin son nok-tasına kadar, kelimelerinin adedince; Allah´ın kemâli adedince» gibi salâvatlar.

Bunlar insanın vehmine tek olan sıfatın müteaddid olmasını ya-ni birden çok olduğunu; ilim gibi

sıfatlarının bilinen şeyler gibi sonuçlu olduğu vehmini veriyor. Hele: «Senin ilminin ihata ettiğinin

sayısınca» gibi ibarelerle «senin işitmenin kapsadığı kelimelerin adedince» gibi ifa-deler; bu vehmi

daha çok veriyor. Halbuki Allah´ın ilminin nihayeti, rah-metinin nihayeti yok. kelimelerinin sonu

yoktur. Binaenaleyh «Sayısınca» ve onun manâsına gelen ifadeler; adet ve benzeri kelimeler,

bunun hila-fını insanın hatırına getirirler. Ben Allâme Fâsî´nin Delâilu´I-Hayrât adlı kitap üzerindeki

şerhinde bu husustaki araştırmasını gördüm. Orada diyor ki: «Alimler vehme kapılmayan bir

kimsenin yanında vehmi ifade eden veya tevili kolay olan, tefsiri açık bulunan veya sahih bir

manâda kullan-mak yollarının birisiyle tahassüs kesbeden bir ibareyi kullanmanın caiz olup

olmaması hususunda ihtilâf etmişlerdir. Alimlerden bir gurup Resul-u Ekrem´in üzerine getirilen

selâvatın keyfiyetlerinde bir takımını seçmiş-ler ve bu keyfiyetler en üstünüdür demişlerdir. Şeyh

Afifüddin el-Yâfi´î, Şeref el-Bâzî ve Bahâ el-Kattân bunlardandır. Bu sonucunun talebesi Makdisî

ondan bunu nakletmiştir...»

Derim ki: Bizim imamlarının konuşmasının muhtevası şudur ki: Böy-le bir ibareyi kullanmak

memnudur. Ancak Fakîhin tercihine binaen eğer o ifade Resul-u Ekrem´den varit olmuş bir ibare ise

kullanılabilir. Allah Ha-kikati daha iyi bilir.

«Ancak onunla ilh...» O´nun .zâtı sıfatları ve isimleriyle demektir.

«Esma-i Hüsnâ yalnız Allah´ındır. O´na onlarla dua ediniz ilh...» Hafız Ebûbekir bin Arabî,

bazılarından naklederek: «Cenab-ı Hakk´ın bin is-mi vardır» demiştir. İbnu´l Arabî dedi ki: «Bu,

isimlere dair az bir sayıdır. Sahih bir hadiste yer aldığına göre; «Cenâb-ı Hakk´ın doksandokuz ismi

yani bir eksiği ile yüz ismi vardır. Kim bunları sayarsa cennete girer.» Nevevî, Müslim´in Şerhinde

şöyle der: Alimler ittifakla Cenab-ı Hakkın isimleri doksandokuz münhasır değildir, demişlerdir;

buradaki «doksan dokuz» ibaresinden maksat, bunları saymakla cennete girileceğini ha-ber

vermektir.

«Bu isimleri «saymak»tan maksadın ne olduğu hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Buhârî ve

başka muhakkik âlimler bunun manâsı hak-kında şöyle der: Kim ki doksandokuz ismi ezberlerse o

cennete nail olur, demektir. İşte bu en açık tevildir". Çünkü başka bir rivayetle tefsiri daha açık

olarak gelmiştir ki, onda şöyle denilmektedir: «Kim onları ezberler-se.» Bazıları da onları

«sayması»ndan maksat duada onları sayarsalar; bazıları da bu ibareden maksat, onları gözetmeyi

ve iktiza ettikleri manâ-ları yerine getirmeyi en güzel bir şekilde yaparsa demektir; derler. Ba-zıları

da başka manâlar vermişlerdir. Doğrusu birinci manâdır.» Özetle.

«Hiç kimse diğer bir kimseye selât-selâm getirmez ilh...» Yani müs-takil olarak. Ancak Resulullah´a

tabi olarak getirebilir. Mesela: «Allahümme sali ala Muhammedin ve ala alini ve eshabihi (Yarab

Muhammed âline ve esbahına selatu selâm et» demesi caizdir. Haniye. Burada «Peygamber´den

başkasına selavat getirilmez.» sözünden maksat, «meleklerin ha-ricinde kalan kimselere

getirilmez» şeklindedir. Meleklere ise, bağımsız olarak selât getirilebilir. Müellif Garâib adlı eserinde

selâm kelimesi, selât kelimesinin yerine geçer, der. T.

Bîrî´nin Şerh´inin başlangıcında şu hüküm yer almaktadır: «Kim ki meleklerden ve

Peygamberlerden başkasına selât getirirse günahkâr olur. Salat getirmesi mekruhtur.» Doğrusu da

budur. Mustasfa aldı kitabda şu metin yer almaktadır: «Salla Allah yala ali Ebi Evfâ» (Yani: Al-lah Ali

Ebî Evrâ üzerine selavat etsin» hadisi Peygamber tarafından söy-lenmiştir. Salât Peygamberin

hakkıdır. Peygamber başkasının üzerine selâvatı müstakil olarak getirebilir. Peygamberden başkası

ise böyle bir yetkiye sahip değildir. Bu hususta kitabın sonunda kelâmın tamamı ge-lecektir.

«Ancak Peygamber üzerine ilh...» ibaresindeki elif-lâm cins isimdir. Yani bütün Peygamberlere.

Burada melâike´ kelimesinin de eklenmesi uy­gundur. T.

«Peygamberlerinin hakkı için demesi mekruhtur ilh...» Burada Ebû Yûsuf imama muhalefet

etmemiştir. Ama metinde geçen meselede İtkanî´nin ifade ettiği gibi, muhalefeti vardır. Hatta

Tatarhâniye´de geldi-ğine göre; eserlerde bunun caiz olduğuna delâlet eden ifadeler vardır,

denilmektedir.

«Çünkü hiçbir mahlukun halik üzerinde hakkı yoktur ilh...» ibaresine gelince; Allah´a vacib olan bir


hakları yoktur, denilebilir.

Fakat Allah, faziletinden onlar için bir hak kılmıştır. Veya haktan maksat, hürmet ve azamettir. Bu

takdirde şu âyette geçen vesile kabi-linden oluyor. Cenab-ı Hâk âyette: «Ona vardıran vesileyi

arayınız» (Ma-ide, 35) buyurmuştur.

Hısn´de sabit olduğuna göre, tevessül duanın edeplerinden sayıl-mıştır. Bir rivayette şu varid

olmuştur: «Ey Allahım ben servin katında diliyenlerin hakkıyla senden istiyorum. Sana atılan

adımların hakkıyla senden istiyorum. Kesinlikle ben fitneci ve saldırgan olarak çıkmadım.»

T. Molla Ali el-Kârî´nin Nihâye üzerindeki şerhinden nakletmiştir.

Muhtemelki: «Peygamberlerin hakkından maksat, bizim boynumuz´daki onlara iman etmek onları

tazim etmek görevimiz olmasıdır.»

Yakubiye´de şu hüküm yer alıyor: Hak kelimesi mastar olabilir; sıfat-ı müşebbihe değil. O taktirde

manâ: «Peygamberlerin hakkıyetiyle senden istiyoruz,» demek olur. O zaman herhangi bir mani

yoktur. Dü-şünülsün. Yani ibarenin manâsı: Onların hak olmaklığıyla senden istiyo-ruz olur, onların

senin katında müstahak oldukları bir hakkı vardır da ondan istiyoruz, demek değil.

Derim ki: Lâkin bütün bunlar, bu lafızdan insanın zihnine ilk anda gelen ibareye muhalif düsen

ihtimallerdir. Lafız caiz olmayan bir şeyi iham ettirirse; sadece bu, onu kullanmaktan men için

yeterli olur. Ni-tekim bu durumu da önceden söyledik. Binaenaleyh ahad haberlere zıt düşmez.

Bunun için -Allah her şeyi daha iyi bilir- bizim imamlar bu tür. ibarelerin kullanılmasının memnu

olduğunu mutlak olarak söylemişler-dir. Bu manâların irade edilmesi takdirde Allah´dan ´başkasıyla

yemin etme vehmi dahi vardır. Bu da ikinci bir manidir. Düşün. Evet Allame Münâvî, «Ey Allahım,

Rahmet Peygamberi olan Peygamberlerinle sana yöneliyor ve senden istiyorum» hadisinin

şerhinde İzzuddun b. Abdüsselâm´dan rivayet etmiştir ki: Bu sadece Muhammed hakkında söz

konu-sudur. Ve Muhammed´den. başka hiç kimseyle Allah´a ant verdirmek uy-gun değildir. Bu

Resulü Ekrem´in özelliklerindendir. Münâvî der ki: «Sübki dedi ki: Peygamber ile Peygamberin

Rabbine tevessül etmek güzel-dir. Seleften ve haleften İbn-i Teymiyye hariç hiç kimse bunu mekruh

görmemiştir, inkâr etmemiştir. İbn-i Teymiyye ise, kendisinden önce hiç-bir âlimin söylemediğini

söylemiştir.»

Allâme İbn-i Emiri´l-Hac, buradaki özellik davasında diğerleriyle mü-nakaşa etmiştir. Münye

üzerindeki şerhin on üçüncü faslında bunun hakkında uzun uzun konuşmuştur. Oraya müracaat et.

«Eğer birisi, Allanın vechi veya Allah´ın hakkı için bir şey isterse bana göre uygunu ona o şey

verilmemektir ilh...» ibaresine gelince; bu ibare o dilencinin mecburiyeti bilinmediği takdirde

hamledilir. Eğer mec-bur olduğu bilinirse verilir. T..

Derim ki: Bu men hocalarımızın hocası Cerrâhî´nin zikrettiğiyle be-raber düşünülsün. Cerrahî, ricali

sahih ricali olan bir senetle Teberânî´nin katında sabit olan ve Ebû Musa (R.A.)den gelen hadisi

zikrediyor. Ebû Musa diyor ki: «Resulullah´tan dinledim: Kim ki Allah´ın veçhiyle islerse

lanetlenmiştir. Kim ki Allah´ın veçhiyle kendisinden birşey iste-nir, sonra isteyen çirkin bir şey

istemedikten sonra onu men eder ver-mezse, lanetlenmiştir.»

Ebû Dâvud ve Neseî´nin rivayet ettikleri, İbn-i Hibbân´ın tashih ettiği ve Hâkim´in Müslim ve Buharı

şartı üzerinde olduğunu belirttiği ve bun-lardan rivayet edilen ve Resulullâh´a kadar varan hadiste:

«Kim ki Allah´-ın vechi ile isterse ona veriniz» buyurdu. Taberânî: «Allah´ın vechi ile is-teyen bir

kimse lanetlenmiştir. Kimde Allah´ın ismiyle kendisinden bir şey isteyeni men eder vermezse o da

lanetlenmiştir) diye rivayet edilir.

Ancak dünyalıktan başka bir şey istenir veya ihtiyacı yoktur bilin-diği zaman ise veya malını

çoğaltmak için istediği biliniyorsa verilmez. Düşün.

«Kur´an okuyan bir kimse, Kur´ân´la amel etmeyi terkederse günah-kâr olur. Fakat okumasından

sevab alır ilh...» Bununla birlikte ameli terk-ten dolayı günahkâr olur. Çünkü sevap bir taraftan

günah da başka bir cihetten gelir. T.

«Acaba zikir ve dua yaparken sesinin yükselmesi mekruh mudur

Bazı kimseler tarafından evet mekruhtur denilmiştir ilh...» Müellifin «de-nilmiştir» ifadesinden bu

görüşün zayıf olması iş´ar edilir. Halbuki Muhtar ve Münteka´da bunun üzerine durarak dedi ki:

«Allah´ın Rasulünden rivayet ediliyor ki: «Kur´ân okunduğu zaman, cenaze taşıyanda, savaş anında

zikir anında sesin yükseltilmesi mekruhtur. Acaba vecid ve sevgi diye isimlendirdikleri ginâ anında

sesinin yükseltilmesini ne zannedersin İşte bu da mekruhtur. Ve bunun dinde aslı astarı yoktur.»


«Bezzâziye´nin Cinâyât bahsinin az öncesinde bunun tamamı yer almıştır ilh...» sözüne gelince

derim ki: Bezzâziye´nin kelâmı karmakarışıktır. Evvela Kadî´nin Fetevâsı´ndan haram olduğunu

naklediyor. Çün-kü İbn-i Mes´ud, tehlîl ve Resulullâh´a selâvet getiren bir cemaati cami-den

çıkarmış ve onlara: «Sizi ancak bidatçılar olarak görüyorum» buyur-muştur. Bezzâzî bunları

söyledikten sonra şöyle dedi: «Sahîh´te Resulü Ekrem, tekbir getirirken seslerini yükseltenlere

«Nefsinizi yormayınız. Ke-sinlikle siz ne sağır, ne de gaib birini çağırmıyorsunuz. Kesinlikle siz

din-leyen ve gören, yakın, sizinle beraber bulunanı çağırıyorsunuz.» demiş-tir. Bu rivayete göre; o

zaman ses yükseltmekte bir maslahat yoktu onun için olduğu muhtemeldir. Bu rivayete göre de;

Resul-ü Ekrem o zaman harpte idi. Sesin yükseltilmesi bir belâyı celbedebilirdi, Harb ise

aldat-madır. Bunun için Cenâb-ı Peygamber harblerde çıngırak çalmasını nehyetmiştir. Zikirde

sesin yükseltilmesine gelince; ezanda, hutbede, cuma- da ve hacda olduğu gibi caizdir.»

Bu mesele Hayriye´de yazılmış ve Kadî´nin Fetvâsı´ndaki hüküm, za-rar verici sesli okunmaya

hamdedilmiş demiş ve şunu eklemiştir: «Bu konuda birtakım hadisler vardır. Bu hadisler sesli zikir

getirmeyi iktiza ederler. Bazı hadisler de vardır ki onlar da gizli söylemeyi iktiza ederler. Bu iki

gurup hadisin arasını şöyle bulmak mümkündür: Yani bu mesele şahısların değişmesiyle ve

hallerin değişmesiyle değişir. Riyadan korkul-duğu, namaz kılanlar eziyet görecekler ve uyuyanlar

rahatsız olacaklar diye korkulduğunda gizlice söylemek daha efdaldir. Eğer bu maniler or-tada yok

ise; sesli söylemek daha efdaldir. Çünkü sesli söylemek daha fazla ameli iktiza eder. Bir de onun

faydası dinleyenlere de sirayet eder. Zikredenin kalbi uyanır, himmeti tamamen düşünceye yönelir,

kulağını tamamen zikre verir, uykusu kaçar ve neşesi daha da artar.» Özetle.

Tatarhâniye´de ayrıca şu hüküm vardır: «Cenaze kaldırılırken ses-lerin yükseltilmesi mekruhtur

demekle, cenazenin üzerinde ağlamak sı-rasında ses yükseltilmesi kasdedilmiş olması

muhtemeldir. Veya halk na-maza durduktan sonra ölüye yapılan duada sesin yükseltilmesi de

kas-dedilmiş olabilir. Eğer cahiliyet adetinde olduğu gibi muhale benzer şey-lerle ölüyü medh

etmekte ifrat edilmişse de kasdedilmiş olabilir. Ölünün üzerine sena etmenin esası ise, mekruh

değildir.»

İmam Gazâlî, insan oğlunun tek başına zikretmesi ile cemaatin zikretmesini, tek başına ezan okuma

ve cemaatin ezan okumasına benzet-miş ve şöyle demiştir: «Nasıl ki cemaatle olan müezzinlerin

sesleri ha-vanın cürmünü tek müezzinden daha fazla yırtıyorsa; cemaatin zikri de kalbin üzerinde

tesir ve kalın perdeleri kaldırmak bakımından tek kişinin zikrinden daha üstündür.»

«Beşerin kutunu (yani gıda maddelerini) itikâr etmek mekruhtur ilh...» sözüne gelince, ihtikâr

lügatte bir şeyi piyasadan çekilmesi ve pahalılaşması maksadı ile hapsetmektir. İhtikârın Şer´î

manâsı ise: Bir gıda maddesini veya benzerini satın alıp kırk gün pahalılanıncaya kadar onu stok

etmektir. Çünkü Cenâb-ı Peygamber: «Kim ki müslümanların üzerinde kırk gün itikâr yaparsa, (yani

gıda maddelerini piyasadan çe-kerse) Cenâb-ı Hak cüzam hastalığıyla ve iflâsı ile onu vurur.»

buyurmuş-tur. Bir başka rivayette: «Böyle yapan bir kimse Allah´tan uzaklaşmış, Allah´da ondan

uzaklaşmıştır» denilmektedir.

«Kifâye´de bu hadisin manâsı: Allah onu mahrum ve mahcup eder, ihtiyaç anında ona yardım eder,

şeklindedir demiştir. Başka bir rivayet-te ise şöyle buyurulmuştur: «Böyle bir kimsenin üzerinde

Allah´ın, me-leklerin ve bütün insanların laneti vardır. Allah ondan ne Sünnet, ne de farz ibadetleri

kabul etmez.» Şurunbulâliye, Kâfi ve başka kitaplardan nakletmiştir.

Bazıları gıda maddesini bir ay bekletirse; bazıları daha fazla bekle-tirse itikâr olur demişlerdir. Evet

bu süre takdiri, malını satmak veya ta-zir cezasına çarptırmak yoluyla dünya cezası içindir. Günahın

hasıl ol-ması için değildir. Çünkü az bir müddet dahi hapsedersen günah hasıl olur. Bir de bir malın

azalması veya tamamen kıtlığa yol açması arasın-da fark vardır. Allah´a sığınırız. Dürrü Müntekâ.

«Beşerin kutu» dediği görüş, Ebû Hânife ve Muhammed´in görüşü-dür. Kâfî´de olduğu gibi fetva da

bu görüşe göre verilir. Ebû Yûsuf diyor ki: Halk tabakasına zarar veren her şeyin hapsi ihtikârdır.

İmam Muham-med´den gelen diğer bir rivayete göre elbiselerde de ihtikâr vardır. İbni Kemâl.

«Bağdan üzüm, incir ve badem gibi ilh...» sözüne gelince; yani rızıktan olup ta bedeni besleyen her

madde. Velev ki darı gibi bir madde olsun. Ama bal ve yağ buna dahil değildir. Dürrü Müntekâ.

İbarede «kıt» diye geçmekte olan nesne «fusfus» veya «fısfıs» de-nilen maddedir. Bu da hayvanlara

yedirilen yaş otların birikintisidir.

Müellifin «bir beldede» şeklindeki ibaresi beldenin hükmünde bulu-nan rustâk ve köyler de

beldenin hükmündedir. Kuhistânî.

«Belcenin ehline zarar veriyorsa ilh...» sözüne gelince yani belde kü­çüktür böyle bir ihtikâr oraya


zakar verir. Hidâye.

«İhtikâr yapan lanetlenmiştir ilh...» yani iyi insanların derecesinden uzaklaştırılmıştır. Yoksa Allah´ın

rahmetinden uzaklaştırmak manasına gelen lanetin ikinci manâsı burada kasdedilmemektedir.

Çünkü o lanet,ancak kâfirler hakkında olur. Zira kul, büyük günahı işlemeye imandan çıkmaz.

Nitekim bu durum Kirmânî´de de yer almıştır ve Kuhistânî de bu-nu böyle kabul etmiştir. Dürrü

Müntekâ.

«Celebleri karşılamak da bunun gibidir ilh...» sözüne gelince; o memleketin ehline zarar verip

vermemesi hususunda böyledir. Eğer ve-riyorsa böyle bir karşılama mekruhtur eğer vermiyorsa

değildir. Molla Miskîn´de yer aldığına göre bunun sureti şöyledir: Kişi beldeden çıkarak gıda

maddelerini getiren kafileyi karşılıyor. Beldenin haricinde o madde-leri kafileden satın alıyor.

Bundan maksadı ise bu maddeleri götürüp stok etmek ve şimdilik satmamakdır. Kafilenin beldeye

girmesini önlüyor. İşte fakîhler demişler ki; eğer bu kafileyi karşılayan memleketin o maddeler

hususundaki narhını örtbas etmemiş ise, kerahet yoktur. Eğer böyle bir durumda bulunmuş ise,

yani gerçek fiyatları söylemeden malı almış ise, bu iki vecihde de mekruhtur. Hidâye.

«Hakim onun nafakasından fazla malını satmayı emreder ilh...» sö-züne gelince, yani kendisine

Hidâye ve Tebyİn´de belirtildiğine göre ge-nişlik gelecek bir zamana kadar nafaka bırakılır, gerisi

satılır. Şurunbulâlî. Hakim onu ihtikâr yapmaktan nehyeder ona bazı nasihatte bulunur ve ihtikâra

teşebbüs ettiği takdirde onu meneder. Zeylaî.

«Eğer hakimin emrine muhalefet ederek malını satmazsa ilh...» sözüne gelince, Zeylaî dedi ki:

«Hâkime bu kişinin durumu ikinci kez götürüldüğünde yine onun hakkında aynı hükmü vererek onu

tehdit edecek-tir. Üçüncü defa durumu kadıya götürüldüğünde kadı onu hapsedecek-tir ve tazir

cezasına çarptıracaktır.» Bu hükmün benzeri Kuhistanî´de de yer almaktadır. Kifâye adlı eser de,

Câmiü´Sâğîr adlı eserden böyle naklediyor. Dikkat et!.

«Hakim onun aleyhine gıda maddelerini satar ilh...» sözüne gelince; yani kendisi satmaktan imtina

ettiği takdirde hakim cebren bu malı sa-tar. Hidâye´de dedi ki: «Acaba hakim ihtikârcının rızası

olmadan onun malını satabilir mi Bir görüşe göre borçlu bir kimsenin malının satışındaki örf

ihtilâfı, burada da söz konusudur. Diğer bir görüşe göre ittifakla hakim böyle bir kimsenin malını

satabilir. Çünkü Ebû Hânife,umumî bir zararı kaldırmak için o adamın üzerine hacr konmasını

yerinde görmektedir. İşte bu da aynen bunun gibidir.»

«Sahihe binaen ilh...» sözüne gelince, Kuhistânî´de böyle nakletmiş-tir. Bunun benzeri Minâh´ta da

vardır.

«Sirâc´da dedi ki ilh...» sözüne gelince, bunun benzeri Gâyetü´l-Be-yân ve başka kitaplarda da

vardır. Bu söz aynı zamanda daha önce Hidâye´den imâmın: «Bu meselede hacr yoktur.» sözüne

binaen naklettiğimiz nedenden başka bir sahih kavlin ikinci bir nedenini açıklıyor. Düşün.

«İmam (yönetici, devlet başkanı) ihtikârcılardan gıda maddelerini alır ilh...» sözüne gelince; -yani

açıkça anlaşıldığı gibi- onlara ve çoluk çocu-ğuna yetecek kadarını bırakır, gerisini alır demektir. T.

Nitekim daha önce imamın satış emri hususunda da bu geçti.

«Kendi arazisinden gelen mahsulü depolayan ihtikâra olmaz ilh...»

Çünkü bu, onun katıksız hakkıdır. Halkın hakkının bununla ilgisi yoktur. Çünkü kişinin öz malını

satmama hakkı olduğu gibi, tarlasını ekmeye-bilir de. Hidâye.

T. dedi ki: «Burada maksat yani bir kişi ihtikâr yapanın günahı gibi bir günaha girmez, demektir.

Yoksa

Acaba böyle bir kimse malını satmaya icbar edilir mi . Eğer halk ona muhtaç iseler Zahire göre,

icbar edilir. Düşün.

«Başka bir beldeden celbedip getirdiği ilh...» sözüne gelince: Çünkü nasın hakkı aynı memlekette

toplanan ve aynı memleketin sahasına celbedilen her şeye bağlanmıştır. Hidâye.

Kuhistanî dedi ki: «Böyle bir kimsenin satması müstahabdır. Çünkü Timürtaşî´de olduğu gibi,

kerahetten hali değildir.»

«İkincinin hilâfına ilh...» sözüne gelince, «Hidâye´de olduğu gibi öy-le yapmak mekruhtur. İtkanî,

Hidâye´ye itiraz ederek dedi ki: «Fakih bu-nun fetva olmamasının müttefakun aleyh olarak belirtmiş;

Kudurî de Takrîb´de dedi ki: «Ebû Yûsuf, eğer o malı yarım mil uzaktan celbetmiş ise o mal ihtikâr

malı olmaz. Eğer bir rustâktan satın almış, satın aldığı yerde onu hapsetmiş, depolamış ise, o

ihtikâr malı olur.» «İşte bundan an-laşılıyor ki, başka bir memleketten celbettiği mal, ihtikâr malı


değildir. Ebû Yûsuf da aynı görüştedir. Çünkü yarım mü uzaktan celbedilen malda ihtikâr sabit

olmazken; başka bir şehirden celbettiği bir malda nasıl ih-tikâr sabit olabilir Kerhî, Muhtasar´ında

bunu açıkça belirtmiştir.» (Yani ihtikâr yoktur demiştir.)

«Eğer âdeten oradan celbediliyorsa ilh...» sözüne gelince, bu ifade ile beldenin uzak bulunup da

âdet yönünden oradan malı yükleyip ge-tirmek söz konusu olmadığı takdirde verilen hükümden

farklı olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Çünkü bu mala halkın hakkı arasında bir alaka yoktur.

Hidâye´de de böyledir.

«Mülteka ilh...» sözüne gelince sarihi, «Şurunbulâliye´ye uyarak de-diki: «Hidâye´de İmam

Muhammed´in sözü delili ile birlikte tehir edildi. Çünkü onun adeti, seçtiğinin delilini tehir etmektir.

«Hiçbir hâkim narh koyamaz ilh...» sözüne gelince, yani narh koy-ması mekruhtur. Nitekim Mülteka

ve başka yerlerde de böyle tesbit edil-miştir.

«Sakın narh koymayınız ilh...» diye başlayan hadise gelince, hoca-larımızın hocası Şeyh İsmail

el-Cerrâhî bu konudaki meşhur hadisler hak-kında dedi ki: «Necm dedi ki: Bu lafızla Peygamberden

varid olmamıştır. Lakin İmam Ahmed, el-Bezzâr. Ebû Ya´lâ Müsned´lerinde, Ebû Dâvûd, Tirmizî

-sahih olduğunu kaydederek- ve İbni Mâce Sünen´lerinde Enes´-ten rivayet ettiler. Enes (R.A.) dedi

ki: Halk «Ey Allah´ın Resulü fiyatlar çok pahalılandı, bizim için bir narh koy »diye talepte bulundular.

Cenab-ı Peygamber onlara: «Narh koyucu, kabzedici, bastedici, rızk verici Cenâb-ı Hak´tır. Ben

umarım ki Allahın huzuruna hiç kimse ne can hususun-da ne de mal hususunda benden bir zulüm

taleb etmeksizin varayım.» Bu hadisin isnadı Müslim´in şartına uygundur. İbni Hibbân ve Tirmizî de

bu hadisin sahih olduğunu beyan etmişlerdir.»

Hadis´de: «er-Râzık ilh... kelimesi vârid oluyor. Nüshaların çoğunda da böyledir. Fakat başka bir

nüshada «er-Rezzâk» şeklinde varit olmuş-tur. Bu daha önce takdim ettiğimize daha uygun düşer.

«Fahiş bir fiyat ile ilh...» sözüne gelince, Zeylaî ve başkaları «Esas fiyatın iki misline satmak»la

«fahiş»! açıklamışlardır. T.

«Böyle bir takdirde ehl-i reyin istişaresiyle narh koyabilir ilh...» İfadesine gelince; yani narh

koymakta beis yoktur. Nitekim bu durum Hidâye´de böyle yer almıştır, «İmam Mâlik´in vali (yönetici)

narh koyabilir ilh...» sözüne gelince; yani böyle bir narh koymak valinin görevidir. Nitekim bu

durum Gâyetü´l-Beyân´da böyle yer almıştır. İbn-i Kemâl´in zikrettiğine göre İmam Mâlik, narh

koymak için fahiş bir fiyatla satmayı şart koşmamıştır. Böylelikle iki mezhep arasındaki fark ortaya

çıkmış oluyor.

«Eğer satıcı imamın narhından daha az satarsa ilh...» sözüne ge-lince; meselâ imam. bir batmana

bir dirhem fiat vermiş ise; müşteri de satıcıya gelip bir dirhem verse ve «Bununla bana sat» dese, O

da bir batmandan az verirse, demektir. Düşün.

O vakit «müşteri için helâl olmaz ilh...» Yani imamın koymuş oldu-ğu narhla satın almak helâl

olmaz. Çünkü satıcı burada mecbur edilen (mükreh)in durumundadır. Nitekim Zeylaî bunu böylece

zikretmiştir.

Derim ki: Burada düşünmek gerekir. Zira bu sultan tarafından malı müsadere edilmiş ve malının

satışı tayin edilmemiş kimsenin hakkında fukahanın dediklerine benzer. Böyle bir kişi mülklerini

kendiliğinden sa-tarsa bunun alışverişi geçerlidir. Çünkü o satmaya mecbur edilmemiş-tir. Burada

da böyledir. Zira satıcının hiç satmamak yetkisi de vardır. Bu-nun için de Hidâye´de dedi ki:

«Onlardan kim imamın takdir ettiği fiat ile satarsa, sahihtir. Çünkü satış hususunda mecbur

değildir.» Çünkü imam satmayı emretmemiş ancak sattığı takdirde fiyatı şu kadardan faz-la

çıkarmamayı emretmiştir. Bu ikisi arasında fark vardır. Düşünülsün.

«Bunun çıkar yolu «istediğinle sat» demesidir ilh...» kavline gelince: Böyle bir zamanda kişi neyle

satarsa helâl olur. Zeylaî. Bu ibarenin za-hirinden anlaşılıyor ki; eğer satıcı daha fazla bir fiyatla

satarsa dahi he-lâldir. Ve alış veriş geçerli sayılır. Bu görüş Zeylaî´nin ve başkasının: «Ki-şi hududu

aşarak daha fazlasıyla satarsa, hakim onu geçerli sayabilir.» dediklerine ters düşmez. Çünkü

buradan maksat; hakim onu geçerli sa­yar ve fesh etmek demektir. Bunun için Kuhistâni dedi ki:

«Bu caizdir ve hakim de bunu geçerli sayar.» Ama Ebûssuud´un anladığının tersidir, bu. Çünkü

onun anladığına göre; hakim bunu caiz görmedikçe bu ge-çerli sayılmaz.»

«Müşteri ette değil de ekmekte ilh...» sözüne gelince; Zeylaî ve baş-ka âlimler «Müşteri o

memleketin ahalisinden değil ise demektir... Çün-kü memleketlerde adet şudur ki; ekmeğin fiyatları

belli olur. Etin fiyatları ise o ancak bazı kereler belli olur, demişlerdir.» Yani yabancı bir kimse için

bu belli değildir. Nitekim bu hüküm Hâniye´de de yer almıştır. Binaenaleyh aynı memleketin ahalisi


olan bir kimse ister ekmekte ister-se ette kandırılmış ise; eksiğini geri alır. Yani fiyatta eksik

aldığının pa-yına ne düşerse onu geri alır.

Hâniye´nin Alış-verişler bölümünde şu hüküm yer almaktadır: «Bir kişi kasaptan her gün bir dirhem

et alır. Kasap da eti keser ve tartar. Müşteri de zanneder ki bu birbatmandır. Çünkü et o memlekette

bir bat-manı bir dirheme satılmaktadır. Bir gün almış olduğu eti müşteri tartar ve bakar ki bir

batmandan eksiktir. Kasap da «Evet» bir batmandan ek­sik veriyordum» diye onu tasdik ederse

alimler dediler .ki: Eğer bu müş-teri o memleketin ahalisinden ise, fiyattan o eksik kısma (para

olarak) ne tekabül ederse onu alır; etten değil. Çünkü satıcı eksiğin hissesini fiyattan almıştır. Eğer

şehir ahalisinden değil ise ve kasapta bunu bir batman olarak verdiğini kabul etmiyorsa hiçbir şey

geri alamaz. Çünkü memleketteki fiatlar yabancılar tarafından bilinmeyebilir.»

«Her iki kutta (gıda maddesinde) ancak narh vardır ilh...» sözüne ge-lince; yani beşerin kutu ile

hayvanların kutunda.

Çünkü ihtikâr bahsinde narhtan söz etti. Düşün.

«Halka zulmederlerse o vakit, yönetici narh koyar ilh...» sözüne ge-lince; bundan böyle bir işin caiz

olması gerektiği anlaşılır.

«Ebû Yûsuf´un dediğine göre ilh...» sözüne gelince; yani halka za-rar veren her şeyin stok edilmesi

itikârdır. Altın olsun, gümüş olsun ve-ya kumaş olsun. T. dedi ki: «Ebû Yûsuf´un bu görüş ihtikâr

hususundadır. Narh koymak hususunda değildir.»

Derim ki: Evet, doğrudur; lâkin mefhum tarikiyle istimbot veya kıyas yoluyla Ebû Yûsuf´un görüşü

alınır. Ve bunun için de Ebû Yûsuf´un de-diğine binaen dedi; «Ebû Yûsuf böyle diyor» demedi.

Düşün.

Bununla beraber daha önce geçtiği gibi İmam, bu meselede hacr koymaya taraftardır. Zarar

genelleştiği zaman hacr koymayı uygun gö-rür. Nitekim hayasız müfti, iflas mekkarî, cahil doktor

hususunda da du­rum böyledir. Bu genel bir kaziyedir. Bizim meselemiz de bu kaziyeye girer.

Çünkü narh koymak, manen hacr koymaktır. Çünkü narhtan mak-sat, fahiş bir fazlalıkla satmaktan

alıkoymaktır. Buna binaen bu gör-düğüm kadarıyla sadece Ebû Yûsuf´un kavline binaen değildir.

Düşün.

METİN

Bakışla veya celbedip getirmek suretiyle insanlara zarar veriyorsa, burçlarında dahi olsa,

güvercinleri tutması mekruhtur, ihtiyata uygun olan celbedip getirilen güvercini sadaka yermek,

sonra satın alması ve-ya sonra kendisine hibe edilmesidir. Mücteba. Eğer güvercinleri damlar-da

uçurtuyor, böylece halkın avretlerine muttali oluyor veya o güvercin-lere taş ve benzeri serler atmak

suretiyle halkın camlarını kırıyor ise; tezir cezalarına çarptırılır ve en şiddetli bir şekilde bu işten

men edile-cektir. Eğer bir türlü men edilmezse muhtesip (yani devlet tarafından böyle şeyleri

kontrol etmekle görevli olan kişi) güvercinlerini kesecektir. Vehbâniye´de tazir cezası verilmesi

güvercinlerinin kesilmesi vacibtir, di-ye serahat vardır. Ancak bizim kayıt olarak ileri sürdüğümüz

kayıtları da zikretmemiştir.-Bu halkın adetine dayanarak böyle demiş olabilir.

İstinas için güvercin edinmek mubahtır. Tıpkı azad etmek için bir takım kuşları satın alması gibi.

Kim bu kuşları satarsa: «Bu kuşlar onun olsun» desin. Onları azad etmek suretiyle o kuşlar

mülkünden çıkmaz-lar. Bazıları kuşları satın alıp azad etmek mekruhtur. Çünkü malın zayi

edilmesidir demişlerdir. Câmiulfetâvâ.

Muhtârât adlı kitapta: Hayvanının (kulağını kesmek delmek suretiyle onu nişanlayıp) «Kim bu

hayvanı elde ederse bu hayvan onundur» diye hayvanı bırakırsa, o hayvanı alandan geri alamaz. Bu

mesele Haç konu­sunda geçti. Öküze binmek, onu yük yükletmek caizdir. Zorluk verme­mek

dövmemek suretiyle merkebe yük yükletilebilir. Zira hayvana zulmet-mek zımmiye zulmetmekten,

zımmiye zulmetmekse müslümana zulmet-mekten daha şiddetlidir.

Atışta ve ata binmekte müsabaka yapmakta beis yoktur. Katır mer-kep de böyledir. Mülteka ve El

Mecmâ´da da böyle denildi. Musannif ta burada bunu kabul etti. Ancak bu kabulü çeşitli

meselelerde zikrettiğinin hilâfınadır. Dikkat et.

Deve ile yarış etmekte de yaya olarak yarış etmekte de beis yok-tur. Çünkü bunlar cihâdın

sebeblerindendir. Böylece mendup oluyor. Üç imama göre bir para koymak suretiyle yaya olarak

yarışmak caiz değil-dir. Ama para olmaksızın yarış yaparlarsa her oyunda olduğu gibi, mu-bahtır.

Nitekim bu ileride gelecektir. Evet, bu yarışlarda şart koşulan pa-ra helâldir. Mağluptan illâ

alınacaktır, diye şart koşulması hali böyle de-ğildir. Bercendî ve başkaları bunu zikrettiler. Bezzaz


de bunun illetini şöyle açıklamıştır: «Çünkü şart ile hiçbir şey hak olamaz. Çünkü akid ve kabız

yoktur.» Bezzazî´nin bu sözünden anlaşılan şudur: «Akitle bu la-zım olur.» Nitekim Şâfiîler de böyle

diyorlar. Gözünü aç.

Eğer müsabakada mal bir taraftan şart koşulmuş ise, yani iki ki-şiden birisi ben galip gelirsem

birşey yok. mağlup olursam şu kadar para vereceğim demiş ise caizdir. Eğer iki taraftan biri: «Sen

galip ge-lirsen yüz lirayı benden alacaksın ben galip çıkarsam senden alacağım» diye şart

koşulursa haram olur. Çünkü kumar olur. Ancak üçüncü Bir kişiyi yarışa sokarlarsa, atı ikisinin

atına denk ise, atının önde gel-me ihtimali varsa o zaman helâl olur. Eğer böyle değilse helâl olmaz.

Sonra üçüncü kişi onları geçtiği takdirde ikisinden de parayı alacaktır. Eğer onlar üçüncü kişiyi

geçerlerse üçüncü kişi onlara birşey vermez. Onarın aralarında kim geçerse arkadaşından şart

koştuğu malı alır.

Fıkıhla uğraşanlar hakkında da hüküm böyledir. Haklı ise, ona şu kadar verilecek diye şart koşmuş

ise sahih olur. Eğer iki taraftan kim galip gelir ise diğerine şu kadar mal verecektir diye şart

koşarlarsa helâl olmaz. Dürer ve Müctebâ.

Güreşmek bidat değildir. Ancak eğlenmek için olursa mekruh olur. Bercendî.

Şartsız olan yarışa gelince, her konuda bu caizdir. Nitekim daha son-ra gelecektir.´Şafilere göre;

koşmak, kuşlarla, ineklerle yarışmak, ge-miyle, yüzerek çomaklarla, kurşun atarak, taş atarak, elle

kaldırarak,, parmakları birbirine geçirerek, bir ayak üzerinde durarak, elinde tek mi var çift mi var

bunu bilmesine çalışarak, yüzükle oynayarak müsabaka helâldir. Tehlikeli her oyun da maharetli ve

büyük bir ihtimalle sağlam kalacağını bilen kişi için helâldir.

Atıcı için atmak ve yılanı avlamak gibi. Böyle oyunlara bakmak ta helâldir.

«İsrail oğullarından rivayetleri anlatınız.» hadisi, acaip ve gariplikleri yüzde yüz yalan söylediği

bilinmeyen herkesten, delil niyetiyle değilde seyir niyetiyle dinlemek helâldir. Hatta yüzde yüz yalan

söylemesi sabit olandan da dinlenilir. Fakat darb-ı meseleler, mevizeler vermek;

kahramanlık gibi şeyleri öğretmek maksadıyla insanların veya hayvanların dillerinden rivayetle

anlatmak şeklinde olursa helâldir. Bunu İbn Hacer zikretti.

İZAH

«Celbedip getirdi ilh...» Yani güvercinleri başka bir güvercini geti-rirse; fakat sahibinin kim

olduğunu bilmiyor ise; bu güvercini sadaka verecek sonra satın alacak veya kendisine hibe

edilecektir. H.

«Onu kesecektir ilh...» Yani muhtesip keser güvercinleri sonra sa-hibine atar. Şurunbulalî Şerhinde

bunu ifade etti.

«Vehbâniye ilh...» Bunu Hudûd Kitâbı´nda bizim söylediğim kayıtlan koşmaksızın mutlak şekilde

ifade etti. Yani halkın avretlerine muttali ol-mak, camları kırmak şartlarını söylemeden mutlak

olarak: «Güvercinlerini keser» dedi. Vehbâniye sarihi allâme Abdülber: «Mütekaddimlerin

hiçbi-risinin mutlak bir şekilde muhtesib güvercinleri kesecektir dediklerini gör-medim» diyor.

«Umulur ki ilh...» Yani Vehbâniye sahibi bu hükmünü onların adet-lerine dayanarak mutlak olarak

zikretmiştir. Çünkü güvercin uçurtanlar ekseriyetle avretlere muttali olur, camları kırarlar.

«istisnas için olursa mubahtır ilh...» Müctebâ´da işaretle: «Kuşların ve tavukların evde

hapsedilmesinde bir beis yoktur. Fakat onların yem-lerini vermek şartıyla onları mahallenin arasına

bırakmaktansa hapset-mek daha hayırlıdır.» denilmektedir. Kınye´de de işaret ederek: «Bir bül-bülü

kafeste hapsetme ve yemini verse bu caiz değildir.» dendi.

Derim ki: Fakat Allâme Kârîü´l-hidâye´nin Fetâvâsı´nda şu hüküm yer almıştır: «Acaba tek oldukları

halde kuşların hapsedilmesi caiz mi-dir Kuşları azad etmek caiz midir Bunda sevap var mıdır

Mescitlerin haşirlerini dışkılarıyla kirlettiklerinden dolayı kırlangıçları öldürmek ca-iz midir Cevap

olarak dedi ki: Cinsiyet için kuşları hapsetmek caiz, on-ları azad etmekle ise herhangi bir sevap

yoktur. Onlardan ve diğer hay-vanlardan eziyet verenin öldürülmesi de caizdir.»

Derim ki: Kerahetin kafeste hapsedilmeleri için söz konusu olduğu-nu umarım. Çünkü kafese

koymak, hapsetmektir ve azap vermektir. Ni-tekim zikrettiğimizin tümünden de bu anlaşılır ve bu

tevil ile değişik gö-rüşlerin arası bulunmuş oluyor. Düşün.

Bir Uyarı: Cerrahî dedi ki: Vahi hadislerden birisi Dara Kutnî´nin el-İfrâd´ında Deylemî´nin de İbn

Abbâs´tan merfû olarak rivayet ettikleri şu eserdir: «Makâsîs denilen kuşları edininiz. Çünkü onlar

cinleri sizin çocuklarmıza dokunmaktan meşgul ederler.» İbn Ebî´d Dünya Sevrî´den ri-vayet ediyor:


«Güvercinle oynamak Lût, kavminin amelindendir.»

«Kişi onu azad etmekle (güvercin) o kişinin mülkünden çıkmaz ilh...» sözüne gelince, kişi azad

ettikten sonra onu başkasının elinde görürse onu alabilir. Ancak «Kim onu tutarsaonun olsun»

demiş ise; sonra ge-lecek ibareden de anlaşılacağı gibi o vakit geri alamaz.

«Kişi bineceğini bıraksa ilh...» Hülâsa´da zikredildi ki: «Bu meseleyi el-Fetâvâ´da Siyer bahsinde

tekrarlamış ve şu şartı ileri sürmüş: Kişi belli bir kavme: «Sizden kim dilerse onu tutsun» demiş

olmalıdır.» «Ta-tarhâniye´de; «Falan adam benim malımdan neyi elde ederse o onun için helâldir.»

dese o kişi de onun malından alırsa helâl olur. «Kim ki benim malımdan ne alırsa ona helâldir»

sözünde ise; bir kişi herhangi bir şey alırsa helâl olmaz. Ebû Nasr dedi ki: «Helâl olur ve zâmin de

olmaz.» Eğer kişi: «Sen benim malım sana helâldir, dilediğini malımdan al» dese İmam

Muhammede göre; onun malından özel olarak dirhemler ve di-narlar helâl olur.»

«Öküze binmek ve yük yükletmek caizdir ilh...» sözüne gelince; bir görüşe göre bu yapılmalıdır.

Çünkü hayvanların her çeşidi bir iş için yaratılmıştır. Cenâb-ı Hâk´kın emrini bozmaya hiç kimsenin

yetkisiyoktur.

«Ama zorlamaksızın ve vurmaksızın ilh...» sözüne gelince; hayvana gücünün üstünde yük

yüklemez, hayvanın yüzüne ve başına vuramaz. Buna icmâ´ vardır. Ebû Hânife´ye göre hiçbir

şekilde vuramaz; hayvan mülkü dahi olursa. Allah´ın Resulü: «Hayvanlara ürkeklikten dolayı

dövülürse de kaydıkları için vurulmazlar.» Çünkü kaymak, binicinin gemi tümü tutuşundan ileri

gelir. Ürkeklik ise, hayvannı kötü ahlâkından neşet eder. Bundan ötürü hayvan tedip edilir.

Fusûlyu´l-Allâmî.

«Zımmîden daha şiddetlidir ilh...» Çünkü hayvanın Allah´tan başka yardımcısı yoktur. Hadiste vârid

olmuştur ki; «Allah´tan başka yardımcısı olmayan bir mahlûka zulmeden bir Kimsenin üzerinde

Allahın gazabı şid-detlenir.»

Zimmîninki ise, müslümanınkinden daha şiddetlidir ilh...» Çünkü müslüman zâlimin aleyhinde

şiddetli bir şekilde dava açar. Ta ki zalim de onun gibi azaba uğrasın. Halbuki küfürden başka

günahların atıl-masına mani de yoktur. Küfürden başka günahları zalimin üzerine at-masında mani

yok, zâlimi bununla azab görür. Bunu bazıları zikretmiş-tir. T.

«Müsabakada bir beis yok ilh...» Çünkü Cenâb-ı Peygamber: «Mü-sabaka ancak huf´ta nasl´da veya

hâfir´de olur.» Hadîsteki «şebek» ke-limesi yarışı kazanana tayin edilen maldır. Yani bir bedel

karşılığında müsabaka, ancak şu üç sınıfta caiz olur demektir. Hattâbî sahih rivayet «şebek»

şeklindedir, demiştir. «Ebussuud Münâvî´den rivayetle Cerrahî´nin şöyle dediğini naklederler:

«Veya kanatta vardır» fazlalığı, muhaddislerin ittifakıyla hadisten değildir. Tüm muhaddisler bu

kelimenin mevzu olduğunda ittifak etmişlerdir.» diyor.

«Huf»tan kasıt devedir. «Hâfir» attır, «nasl» okun başındaki demir-dir, maksat ok atışıdır.

«Mültekâ´da ve Mecmâ´da hüküm böyledir ilh...» sözüne gelince, bunun benzeri el-Muhtâr, Mevâhib

ve Düreru´l-Bihâr´da da vardır.

«Çeşitli Meseleler´de zikrettiğinin hilâfına ilh...» sözüne gelince, ya-ni müellif Farâiz Kitabının

hemen öncesinde; «Ancak at, deve, ayak ve okla olur» demektedir. Bunu benzeri Kenz ve Zeylaî´de

de vardır. Sarih orada bunu kabul ederek der ki: «Bu dört sınıftan başka, meselâ katır gibi hayvanla

mükâfat şartıyla yarışmak caiz değildir. Ama şartsız ya-rışmak her şeyde caizdir. Bu sözün tamamı

Zeylaî´dedir.» Bunun benze-ri Zahire, Haniye ve Tatarhâniye´de de yer almaktadır. Ebussuud,

Allâme Kasımdan naklederek Mecmâ´daki hükmü reddetmiştir. Şöyle ki: «Hiç kimse merkeplerle

müsabaka olur dememiştir. Çünkü müsabakanın caiz olması cihada teşvik tahrik etmesinden ileri

geliyor. İslâm´da merkepler üzerinde cihâd etmek bilinen birşey değildir.»

Katırı da zikretmeli. Çünkü Şeriat´da binicisinin katırına ganimetten bir pay verilmemiş olduğundan

katıra itibar edilmemiştir. Binaenaleyh katırda da cihada teşvik yoktur. Ancak «Ona pay vermemek,

onunla mü-sabakaya katılmamayı gerektirmez. Çünkü «huf»un payı ganimette yok-tur ama, nassan

«huf»la yani deve ile müsabaka caizdir, denirse mesele değişir.

Ben derim ki: Hülâsa şudur: Hadiste zikredilen «hâfir» geneldir. Bu ke-limenin genelliğine bakan bir

kimse, katır ve merkebi de dahil etmiş olur. Nedenine, illetine bakan bir kimse ise bunları dışarıda

mütalâa etmiştir. Çünkü bunlar cihâd aleti değildirler. Düşün.

«O zaman mendup olur ilh...» sözüne gelince; mendup olması kaste bağlıdır. Eğer güreşmekten

eğlenmek, başkasını yenmekle böbürlen-mek veya seceati bilinsin görünsün diye bir kasti var ise;

zahire göre kerahet vardır. Çünkü ameller niyetlerledir. Mubah bir şey, niyetiyle taate dönüştüğü


gibi, taat de niyetle masiyete dönüşebilir. T.

«Onsuz olmasına gelince ilh...» ifadesine gelince; ifadenin zahirin-den anlaşılıyor ki, bu ibare üç

imamın sözüyle ilgilidir. Daha ilerde gelen itade ise, mezhep ehline göredir. T. Daha önce «Çeşitli

mesele!er»de takdim ettiğimiz de bunun gibidir.

«Her koyun mubah olur ilh...» sözüne gelince; yani biniciliği öğreten cihâda yardımcı olan her

şartsız olarak oyun mubah olur. Çünkü bahsi geçen meselelerde şartın caizliği, hadisle ve kıyasın

hilâfına olarak sabit olmuştur. Binaenaleyh bunlardan başka oyunlar, ancak şartsız yani her-´ hangi

bir mükâfat şart koşulmaksızın caiz olur. Kuhistanî, Mültekâ´dan şunu naklediyor: «Kim savlacan

denilen çomakla oynarsa, maksadı bini-ciliği öğrenmek ise caiz olur.» Cevâhir´de de de şu nakli

yapar: «Savaşmak için güç kazanmak maksadıyla güreşmenin ruhsatlı oluşu hakkında eser

gelmiştir. Eğlenmek maksadıyla güreşirse mekruh olur.»

«Onu hak ettiği için değil ilh...» Mağlup olan kişi şart koşulan para-yı vermez ise, kadı cebren

ondan alamaz. Ve o parayı vermesi için onun aleyhine hüküm veremez. Zeylaî, çeşitli Meseleler´de.

«Bundan anlaşılıyor ki; akit ile şart lazım olur ilh...» Bunun şeklinin nasıl olduğuna dikkat et. Bazen

«akit olmadığından» sözünün manâsı,aktin imkânı yoktur, demektir. Bununla beraber zikredilen

yerlerde mü-kâfat şartının caiz olması, Zeylaî dedi ki: «Bu istihsanen´dir. Kıyasa göre caiz olmaması

gerekir. Çünkü burada mülk edinmek, tehlikeye bağ-lanmış olur. Bu noktadan ötürü katırla

yarışmak gibi, hadisle sabit olan dört sınıfın dışında kalan sınıflarda şart koşulan para bir kişi

tarafından dahi şart koşulursa yine de şartlı müsabaka caiz olmaz.» Düşün.

Bilcümle, meselede sarih bir metne ihtiyaç vardır. Çünkü sarihin > söylediği, muhtemel bir

hükümdür. Müctebâ´da şu nassı gördüm: «Bazı nüshalarda eğer yarışı kazanırsa mal kendisine

helâl olur, eğer mağlûb olan vermekten imtina ederse cebren kendisinden mal alınır.»

Derim ki: Lakin bu hüküm, Zeylaî, Zahire, Hülâsa, Tatarhâniye ve başka meşhur kitaplarda yer alan

hükme muhaliftir. Çünkü onların hep-si daha önce geçtiği gibi, «kişi yarışı kazanmakla o şart

koşulan paraya müstahak olmaz» demişlerdir. Düşün.

«Birtek taraftan olursa ilh...» Veya üçüncü bir kişiden olursa. Yani -yarışanlardan birisi arkadaşına:

«Eğer beni geçersen sana şu kadar para veririm, eğer ben seni geçersem senden hiçbir şey

olmam» veya Emîr iki süvariye veya iki okçuya der ki: «Sizden hanginiz yarışı kazanırsa ona şu

kadar para vardır. Eğer mağlup olursa kendisine hiçbirşey verilme-yecektir.» İhtiyar ve

Gurarü´l-Efkâr.

«İki taraftan şart koşulursa caiz olmaz ilh...» sözüne gelince; kişi ar-kadaşına der ki: «Eğer atın

yarışı kazanırsa sana şu kadar para verece-ğim, benim atım kazanırsa sen bana şu kadar para

vereceksin» Zeylaî. «Eğer senin deven benim devemi geçerse, senin okun benim okumu ge-çerse»

demesi de böyledir. Tatarhâniye.

«Çünkü bu kumar olur ilh...» sözüne gelince; zira «kumar» kelimesi bir defa artıp bir defa eksilen

manâsına ifade eden «kamır»dan türemiş-tir. Kumar´a «kumar» denilmesinin nedeni de, kumar

oynayanın malı di-ğer arkadaşına gider; böylece birisinin malı eksilir, diğerlerinin malı ar-tar. İşte

bu kumar nas ile haramdır. Fakat yarışanların birisi tarafından para şart koşulursa, hüküm böyle

değildir. Çünkü artma ve eksilme, iki-sinin malından (bir anda) mümkün olmaz. Ancak birisinin

malından artı-şın imkânı vardır. Diğerinin malında sadece eksiltme imkânı vardır. Böy-lece bu

kumar olmaz. Çünkü kumarda aynı ihtimalin iki taraf için söz konusu olması gerekir. Zeylaî.

«İkisini geçeceğini vehmediyor (sanıyor)sac ilh...» Hele atı daima mağlup olur veya yüzde yüz galip

gelir şekilde ise bu şekil yarışmak caiz olmaz. Çünkü Resulü Ekrem: «Kim ki iki atın arasına galip

gelmeyeceğin-den emin olmadığı halde bir atı sokarsa, bu hususta bir beis yok. Kesin-likle yarışı

kazanacağından emin olduğu halde iki atın arasına üçüncü bir atı sokan kimsenin hareketi ise

kumardır.» Hadisi Ahmed, Ebû Dâvûdve başkaları rivayet etmiştir. Zeylaî. .

«Sonra bu at o iki atı geçtiğinde ilh...» sözüne gelince, bunun şekli şöyledir: Eğer o iki atı geçerse

beşyüz ondan beşyüz ondan olmak üzere onlardan, bin dirhem alacaktır; eğer onlar geçmezse

onlara birşey ver-meyecektir. Eğer onların birisi diğerini geçerse, birisinin malından onun yüz

dirhem alır. Fakat üçüncü at sahibi onları geçmediği takdirde onlara hiçbirşey vermeyecektir. Eğer

geçerse şart koşulan miktarı onlardan ala-caktır. Şekil almak ve vermek hususunda bunun tam

tersi de olabilir. İkisi kendi aralarında ise! hangisi yarışı kazanırsa şart koştuğu miktarı

arkadaşından alacaktır. Eğer iki at bu üçüncü atı geçerlerse, beraber yarışı bitirirlerse; onların

hiçbirisinin diğerine birşey vereceği yoktur. Eğer muhallil yani üçüncü at, bu iki attan birisiyle

beraber yarışı kazanırsa, sonra Öbür at gelirse o zaman üçüncü atla beraber yarışı kazanan atın


sahibine bir şey düşmez. Belki diğer at sahibi tarafından şart koşulan ona verilecek diye belirtilen

kısmı alır. Eğer iki attan birisi yarışı kaza-nır, ikinci olarak muhallil gelir; sonra iki atın ikincisi

gelirse bu takdirde muhallile yani üçüncü at sahibine hiçbirşey verilmez. Gurer-ül-Efkâr.

Zeylaî dedi ki: «Bunun caiz olmasının nedeni şudur: Üçüncü atın sahibi, hiçbir takdirde diğerlerine

karşı borçlu olamaz. Onun ancak al-mak veya almamak ihtimalleri söz konusudur. Böylece bu

mesele de kumar olmaktan çıkmış oluyor. Tıpkı bir taraftan şart ileri koşulduğu takdirdeki gibi olur.

Çünkü kumar, garameti (yani ödeme yükünü) çek-mek ihtimalinde iki tarafın eşit şansa sahip

olduğu şeydir. Nitekim bunu daha önceden açıklamıştık.»

Tamamlayıcı bir ek: Mesafenin atın koşabileceği kadar; atların her birisinin de yarış kazanma

ihtimali olması şarttır. Zeylaî. Ok meselesin-de ayakla yarışmak meselesinde de böyle demek

uygundur. Düşün. Gu-rarü´l-Efkâr´da Muharrer´den naklediliyor: «Eğer yarış develerle olursa hangi

devenin omuzla önde ise o yarışı kazanmış kabul edilir. Eğer atlar üzerinde olursa hangisinin

boynu önde ise, yarışı kazanmış kabul edi-lir, ayaklara itibar edileceği de söylenmiştir.»

Fer´î Bir Mesele: Tatarhâniye´nin Müteferrikat´ında Sirâciye´den nak-ledilerek denildi ki: «Kıble

tarafındaki bir hedefe ok atmak mekruhtur.»

«Fıkıhla uğraşanlar hakkında da hüküm böyledir ilh...» sözüne ge-lince, yani şu yarış

meselesindeki tafsilât fıkhî meselelerdeki yarışmada da aynen geçerlidir. Güreşte hükmü de bu

tafsilâta binaen böyledir. Gü-reşin caiz olması şu noktadan ileri geliyor: Çünkü onda cihada teşvik

vardır; bir de ilim öğrenmek şart konusudur. Çünkü Din, cihâdla ve ilim-le kaim olur. Buna göre

ilimle cihâda ilgili olan her noktada müsabaka caizdir. Fakat başka noktalarda değildir.

Fusûlü´l-Allamî´de de böyle yer almıştır.

«Eğer savab kim (doğru) söylüyor ise, ona bir mal şart koşulursa sıh-hatli olur ilh...» sözüne

gelince; yani belli ve beraberinde savab olan bi-risi için şart koşulursa sıhatlidir. Yoksa «min»

kelimesi ile umum ifa­desi burada kasdedilmemektedir. Aksi takdirde kendisinden sonra ge­len

meselenin ta kendisi olur. H.

Yani şöyle diyecektir: «Eğer savap senin yanında sabit olursa, sa-na şu şeyi vereceğim. Eğer savap

benimle ise, benim için hiçbir şey yok-tur.» Veya tam bunun aksimi söyleyecektir. Eğer ikisi:

«Savap kimin elinde ise, o arkadaşından şu kadar para alacaktır» dese sıhhatli olamaz. Çünkü bu

şart iki taraftan oluyor. Bu kumar olur. Ancak araların bir muhallil so-karlarsa caiz olabilir. Nitekim

onların kelâmlarından da bu anlaşılıyor. T.

Böylelikle mesele üç vecihli bir mesele olur. Üçüncü kişi için bir mükâfat tayin ediyorlar. Eğer

savap onun dediği ise; (ona mükâfat ve-rilir.) Eğer sevap diğer iki kişinin herhangi birisinin

beraberinde ise üçün-cüden hiçbir şey alınmayacaktır. Düşün.

«Güreşmek bidat değildir ilh...» sözüne gelince: Zira Allah´ın Resulü bir grup kişi ile güreşmiş ve

onları yıkmıştır. Onlardan birisi İbnü´l-Esved El-Cumahî´dir. Bir diğeri de Rükâne´dir. Resulü Ekrem

Rükâne´yi arka arkaya üç defa yıkmıştır. Çünkü eğer güreşte mağlup olursa müslüman olacaktı

şartını koşmuştu. Nitekim bu durum Aliyu´l-Kari´nin Şemail Şerh´ inde yer almaktadır. .el-Cerrâhî

dedi ki: «Resul-i Ekrem´in Ebû Cehil ile güreşmesine gelince; bunun aslı astarı yoktur.»

«Mükâfatsız müsabaka ise, herşeyde caizdir ilh...» Biniciliği öğre-ten ve cihada yardımcı olan her

meselede müsabaka caizdir. Fakat boş vakit geçirmek (lehv) maksadıyla olmayacaktır. Nitekim

fakihlerin kelâ-mından da bu ortaya çıkıyor.

Onlar Resulullah´ın: «Melekler, ok atmak yarışından başka melâhîden olan bir şeyde bir şeyle hazır

bulunmazlar» buyurmuştur. Buna «lehiv» demenin nedeni, sureten lehve benzediğinden ileri

geliyor. Düşün.

«Nitekim bu ilerde gelecektir ilh...» sözüne gelince, yani «Çeşitli me-seleler» de bu mesele

gelecektir, demektir. Biz de bunun ibaresini daha önce takdim ettik.

«Bil-akdâm (ayaklarla» kelimesi «üdde» kelimesine taalluk eder. Ya-ni Şafiî katında müsabaka

ayaklarla ve onun üzerine atfedilen şeylerle de olur. T. dedi ki: «Şu ibareyi burada zikretmenin

nedenini anlamadım. Ancak şu ibare, insana kaideler bunların helâl olmasını gerektirir, veh-mini

veriyor. Halbuki hiç de öyle değildir. Bilakis mezhebin kaideleri, bunların çoğunun haram olan

lehvden olmasını gerektirir. Bir çomakla topa vurmak (savlacan) ve sonradan gelen hükümler gibi.»

Özetle.

Derim ki: Kuhistanî´den daha önce naklettik: «Çomakla oynamak ca­izdir. Bu bir binicilik topudur.

Kuşlarla yarışmanın cevazı ise bize göre tartışılır. Elde ne vardır, oyunun caiz olmasında da durum


budur. Yüzük-le oynamaya gelince; o katıksız bir lehvdir. Sığırla, gemiyle, yüzmekle müsabakaya

gelince; onların kelâmının zahirinden caiz oldukları anlaşı-lıyor. Gülle atmak, taş atmak da tıpkı ok

atmak gibidir. Elle taşı eğdirmek ve onun arkasında gelen hükümler ise; zahire göre eğer kişi

bunlarla kahramanlığı artırmayı ve bedenî alışkanlığı hedef ediniyorsa bunda be-is yoktur.»

«Gülleden» maksat, çamurdan yapılan gülledir. T. Kalaydan yapı-lan gülle de bunun gibidir.

«Elle kaldırmak suretiyle yarışmak» hangisi daha kuvvetlidir diye bilinsin diye yapılır.

«Parmakları birbirine sokmak ilh...» Herkesin kendi parmağı üzerine eli kapatıp onunla müsabaka

yapmak, en kuvvetli kimdir bilinsin diye yapılır. Bana böyle geliyor.

«Elde çift mi var, tek mi var, oyunu da, (Şafiî´ye göre) yüzükle oyna-mak da caizdir ilh...» ifadesine

gelince: Şafiî fakihlerinin bazılarından dinledim: Bunların caiz olması Şafiî katında hesab yani

matamatiksel ka-idelere bağlı yapıldığı zamana dairdir. Nitekim bunu hesap alimleri, bu-nu

özelliğiyle bilme yolunda zikretmişlerdir. Eğer tahmin ile bunu bilme-ye çalışılırsa; o zaman bu

hükmün dışına çıkar.

Derim ki:" Zahire göre bir tahmin de olursa eğer bununla hesap ve matematik öğrenmesine

çalışılmak kasdedilirse; bizim katımızda bu ca-izdir. Satranca gelince; her ne kadar binicilik ilmini

öğretiyorsa da, ha-ram olması bizim katımızda hadisledir. Çünkü bunun gaileleri çoktur. Bir defa

satranca dalan bir insan, çokça onun üzerinde durur. Yani onun menfaati zararına denk gelmez.

Nitekim bunu fakihler daha önce zikret-tiğimizin hilâfına olmak üzere açıkça beyan etmişlerdir.

«Beni İsrailden naklediniz ilh...» ibaresine gelince; bunun bakiyesi «hiçbir beis yoktur» şeklindedir.

Hadisi Ebû Dâvûd rivayet etmiştir. Ahmed bin Menî´in Câbir´den rivayet ettiği bir lafızda şu vardır:

«İsrail oğul-larından naklediniz. Çünkü onların arasında acaiplikler var idi.»

Nesâî sahîh bir senedle Ebû Saîd el-Hudrî´den ve Resul-i Ekrem´den rivayet ediyor ki: «İsrail

Oğullarından rivayet ediniz. Herhangi bir beis yoktur. Benden de rivayet ediniz ve sakın bana yalan

uydurmayınız.» Dik-kat edilirse Resul-ü Ekrem kendisinden olan hadis rivayeti ile israil

oğullarından olan rivayeti bir birinden ayırmıştır. Nitekim Beyhâkî Şafiî´den bunu nakletmiştir.

«Hüccet maksadıyla değil de teferrüc seyretmek maksadıyla hikâye-ler nakledilirse caizdir ilh...»

Teferrüc üzüntüden kurtulmak demektir. Hüccet ise delil ve burhan demektir. Kamus.

«Lakin darb-ı mesel maksadıyla olursa zarar yoktur ilh...» ibaresine gelince; Harî´nin Makamât´ı

gibi. Çünkü zahire göre Makâmât-ı Harîri´de bulunan Hars bin Hemam´dan ve Sürücî´den nakledilen

hikâyelerin aslı astarı yoktur. Ancak bu acip siyak şeklinde bu hikâyeleri meydana ge-tirmiş

bulunuyor ki, Makamât´ı mütaala eden kimseler bunu açıkça gö-rebilirler. Acaba Antara´nın kıssası,

Melik Zâhir´in ve başkalarının kısas-ları da buna girer mi Lakin onun zikrettiği bu mesele, ancak

Şafiî usul-lerine göredir. Bize gelince; Müctebâ´dan nakledilen Fürû´da gelecektir ki; mekruh olan

kıssalar, geçenlere ait olaylardan belli aslı olmayan kıs-salar, yahut onun üzerine arttırılan veya

eksiltilen şeyleri; kısasını süs-lendirsin diye artıp eksiltenlerin kıssalardır. Acaba bizim katımızda

bu caiz midir Onunla darb-ı meseller ve benzerleri kasdedildiği takdirde değil midir, mesele

yazılacaktır.

«İnsanların veya hayvanların dilleriyle ilh...» veya cemadatın dille-riyle, mesela derler ki «Duvar

kazığa: Niçin beni yırtıyorsun demiş. Ka-zık da: «Beni dövenden sor» demiştir.» «Bütün bunları

İbn Hacer zikret-ti.» Yani İbn-i Hacer el-Mekkî el-Minhâc üzerindeki şerhinde bunları zik-retti.

METİN

Cuma gününde tırnakların kesilmesi müstahabtır. Ancak darülharp-de cihad eden kişi için

bıyıklarını gürleştirmek ve tırnaklarını uzatmak müstahab oluyor. Tırnakları cuma namazından

sonra kesmek efdaldir. Ancak fahiş bir şekilde geciktirirse o vakit mekruh olur. Çünkü tırnağı uzun

olan bir kimsenin rızkı dar olur. Hadiste şu hüküm yer alır: «Cuma günü tırnaklarını keseni Allah

onu gelecek cumaya kadar üç gün de faz-lasıyla belâlardan sakındırır.» Dürer. Yine Allah´ın

Resulünden: «Kim ki tırnaklarını muhalif bir şekilde keserse, hiçbir zaman onun gözleri ağ-rımaz»

Yani «Hazreti Ali´nin sözü gibi: «Parmaklarınızı sünnet ve edeple kesiniz. Sağ elin önce, ortanca ile

ufak parmaktan baslar; Sol elde ise önce baş parmak tırnağı kesilir.»

Bunun beyanı ve tamamı Miftâhüsseade adlı kitapta vardır. Gazneviye Şerhi´nde rivâyeta ediyor ki:

«Allah´ın Resulü evvela sağ elinin şehâdet parmağının tırnağını kesti, sonra sırasıyla serçe

parmağına gitti. Sonra sol elin serçe parmağının tırnağını kesti sırasıyla baş parmağa kadar gitti ve

en sonunda sağ elin baş parmağının tırnağını kesti. «Gazali. İh-ya isimli eserinde bunun güzel bir

nedenini arz etmiş fakat ayak tırnak-larında hangisi daha önce kesilir diye bir nakil yoktur. Evlâ


olan onların aralarını hilâllemek gibi tırnaklarını kesmektir.

Derim ki: el-Mevâhibü´l-Ledünniye´de varit olmuştur ki: «Hafız İbn Hacer dedi: Kişinin gerek

duyduğu şekilde kesmesi müstahabtır. Onun keyfiyeti hakkında hiçbir şey sabit olmamıştır. O

tırnakların kesilmesi için Allah´ın Resulünden gelen rivayetle hiçbir gün de tayin edilmemiştir.»

Hazreti Ali´ye nisbet edilen şiir, sonra İbn Hacer´e nisbet edilen ise; bi-zim Şeyhimiz onun bâtıl

olduğunu söyledi.

Haftada bir defa yıkanmak suretiyle bedenin temizlenmesi ve tıraş etmek suretiyle tenasül uzvunun

etrafındaki kılların sıyırılması müstehabtır. En efdali cuma gününde bu işlerin olmasıdır. Onbeş

günde bir de caizdir. Kırk günden sonra yapılmaması mekruhtur. Müctebâ. Müctebâ´-da şu

hükümde yer almaktadır: Bıyıkları dipten tıraş etmek bidattir. Fakat bazıları ´bıyıkların dipten tıraş

edilmesi sünnettir dediler. Ağarmış tüy-leri sakal ve bıyığın arasından alıp çekmekte bir beis yoktur.

Sakalın et-rafından kesmekte de bir beis yoktur. Sakalda sünnet bir kabzedir. Yani bir tutamdır.

Yine Müctebâ´da yer alan şu hüküm vardır: Kadın saçlarını keserse gü-nahkâr olur ve lanete uğrar.

Bezzâziye´de der ki: «Kocasının izniyle dahi keserse hüküm böyledir. Çünkü Allaha karşı olan

masiyette hiçbir mah-luka itaat yoktur. Bunun için erkeğin sakalını kesmesi de haramdır. Etki yapan

manâ kendisini erkeklere benzetmektir.

Ben derim ki: Erkeğin başını tıraş etmesine gelince; Vehbâniye adlı ki-tapta şöyle denildi: «Her

cumada başın tıraş edilmesi müstahâptır. Bazan da caizdir, tabiriyle ifade edilir.»

Bir kişi namaz ve benzeri ibadetlerin ilmini halka öğretmek, öğretse; başkası da onunla amel etmek

için öğrense; hangisi daha üstündür Bi-rincisi efdaldir. Çünkü onun faydası sadece nefsine değil,

başkasınadır da. Rivayet ediliyor ki: «İlmin müzakere edilmesinin bir saati, bir gece ibadetten daha

hayırlıdır.»

Bir müslüman eğer sakalı bitmiş ise şehri bırakıp, ilim öğrenmek için annesinden babasından izin

almaksızın başka yere gidebilir. Bunun tamamı Dürer´dedir. Kişi oruç tutuyor, namaz kılıyor, fakat

eliyle ve diliyle halka zarar veriyor; böyle bir kişinin bu huylarını söylemek gıybet olmaz. Hatta bu

kişiyi kötülüklerden men etmesi için, bu yaptıklarını gi-dip sultana yani hüküm sahibine haber

vermekte de herhangi bir günah yoktur. Fakihler dediler ki: Eğer kişi o eziyet verenin babası onu

eziyet-ten men edebiliyorsa, gidip babasına haber verebilir. Velevki yazı şekliy-le olsa da. Eğer

babasında böyle bir kuvvet yoksa haber veremez. Ta ki aralarına düşmanlık girmesin. Bu meselenin

tamamı Dürer´dedir. Böyle de kişi ihtimam yönünden kardeşinin kötülüklerini söylerse gıybet

olmaz. Ancak gazab yönüyle söylerse gıybet olur yani ona küfretmeyi kasteder-de gıybet olur. Eğer

bir kişi bir köy halkının gıybetini yaparsa, bu gıybet olmaz. Çünkü o bu sözüyle bütün o halkı

kasdetmiyor. Bunların bir kıs-mını kastediyor. O da meçhuldür. Haniye.

Meçhul bir kimsenin gıybeti mubahtır. Çekinmeden çirkin bir işi açık-ça yapan bir kimsenin gıybeti

de mubahtır.

Dünürlük kurmak isteyenlerin arasında kötülüklerini söylemek, İtikadî kötü olan bir kimseden

sakındırmak için de onun gıybetini yapmak mubahtır. Onun zulmünü hakime şikâyet etmek için de

gıybet yaparsa mubahtır. Vehbâniye Şerhi.

Nasıl gıybet açıkça dil ile oluyorsa; fiille de olur. Tarizle de yazıyla da, hareketle de, işaretle de olur.

Göz kırpmakla, elle işaret etmekle de olur. Maksat her ne ile anlaşılıyor ise; o gıybete dahil olur ve o

haram-dır. Hazreti Âişe der ki: «Bizim yanımıza bir kadın geldi. Kadın çıkıp gi-derken ona eliyle kısa

boyludur diye işaret ettim. Allah´ın Resulü bana «Sen onun gıybetini yaptın» dedi.»

Başkasının taklidini yapmak da gıybettendir. Mesela topal topal yü-rümek ve o kişi nasıl yürüyorsa

öyle yürümek, gıybettir; hatta gıybetten daha çirkindir. Çünkü tasvir ve anlatmakla gıybet daha

büyüklesin «Bu-gün bizim yanımızdan geçen bazıları, hayatta gördüklerimizden bazıla-rı» diyerek

anlatmak da şayet muhataba muhayyen bir şahsı bildirmek kastı var ise gıybet olur. Çünkü

mahzurlu olan, ona meseleyi anlatmak-tır; Kendisiyle anlatma yapılan ifadeler değildir. Eğer

muhatap gıybeti yapılan kişinin bizzat kendisini anlamasa caiz olur. Bunun tamamı Vehbâniye´nin

Şerh´inde yer almaktadır.

Vehbâniye Şerh´inde şu da vardır: Gıybet demek, gaib olduğu halde ve işittiği zaman hoşuna

gitmeyen bir sıfatla müslüman kardeşini sıfatlandırmanda.

Ebû Hureyre´de rivayet ediliyor ki: Allanın Resulü buyurdu: «Gıybetin ne olduğunu bilir misiniz »

Sahabe: «Allah ve resulü daha iyi bilir» deyince, Cenâb-ı Peygamber buyurdular: «Müslüman

kardeşini hoşuna gitmeyen bir şeyle onu anman demektir.» Birisi «Ey Allah´ın Resulü, eğer benim


dediğim müslüman kardeşimde var ise hüküm nedir diye sorun-ca şöyle buyurdular: «Eğer senin

dediğin onda var ise, onun gıybetini yapmış oldun. Eğer dediğin onda yok ise ona bühtan (iftira)

etmiş oldun.»

Gıybet yapılan kişinin kulağına gitmezden evvel, pişman olması (onun günahının silinmesine)

kâfidir. Aksi takdirde onu ne şekilde gıybet et-mişse hepsini açıklaması şarttır.

İZAH

«Tırnakları kesmek ilh...» Tırnakları dişlerle kesmek mekruhtur. Çün-kü alaca hastalığı yapar. Kişi

tırnaklarını kestiğinde, saçlarını kısalttığın-da artıkları toprağa gömmesi gerekir. Eğer çöpe atarsa

da beis yoktur. Eğer tırnakları ve saçlarını tuvalete veya banyoya atarsa mekruhtur. Çünkü hastalık

yapar. Haniye.

Dört şey toprağa gömülür: Tırnak, baştan alınan saç, hayız ve kan çaputu. İtâbiye. T.

«Harp esnasında tırnaklarını uzatması müstahabtır. Bıyıklarını uzat-ması gürleştirmesi de böyledir

ilh...» Minâh adlı eserde zikredilmiştir: Hazreti Ömer bize (yani askerî birliklere) yazdı: «Düşman

arazisinde tırnaklarınızı uzatınız. Çünkü o tırnaklar silâhtır.» Zira silah neferin elin-den düştüğü

zaman, düşman da ona yakın ise çoğu kez o düşmanı uzun tırnaklarıyla uzaklaştırabilir. Bu tıpkı

bıyığın kesmesinin benzeridir. Zira bıyık kesmek sünnettir. Fakat gaziler için harp sahasında

gürleştirmek menduptur. Bıyık gürleştirilmeli ki düşmanın gözünde daha heybetli olun-sun. T. dan

özetle.

«Tırnağı namazdan sonra kesmek daha faziletlidir ilh...» Yani nama-zın bereketini alması için.

Müellifin bu sözü, biraz sonra gelecek hadiste zikredeceğimiz hükme aykırıdır.

«Ancak cuma gününe tehir etmiş ise ilh...» Yani tırnaklar cidden uzamış o da buna rağmen cuma

gününe tehir edeyim diye ısrar ediyor-sa bu, mekruhtur.

«Hadis´te ilh...» Zurkânî der ki: Beyhâkî Ebû Cafer el-Bakir´in Müsned´inde rivayet etti: «Allah´ın

Resulü cuma günü´de tırnaklarını keser bıyıklarını kısaltırdı.» Bunu Ebû Hüreyre´den gelen, senedi

zayıf olmasına rağmen muttasıl bir rivayeti desteklemektedir. Şöyle ki: «Allah´ın Resulü cuma günü

namaza gitmezden evvel tırnaklarını keser, bıyıklarını kısal-tırdı.» Hadisi Beyhâkî rivayet etmiştir.

Arkasından şunu ekler: İmam Ahmed dedi ki: «Bu isnadda meçhul olan bir kişi vardır.» Suyûtî dedi

ki: «Hülâsa olarak bu sözlerin delil yönünden ve nakil bakımından en kuv-vetlisi cuma günüdür. Bu

hususta varit olan eserler cidden zayıf değil-dirler. Bununla beraber amellerin faziletleri hususunda

zayıf hadisle amel edilebilir.» Medenî.

Cerrahî dedi: ed-Deylemî zayıf bir senedle Ebû Hüreyre´den merfu bir hadis rivayet ediyor: «Kim ki

cumartesi günü tırnaklarını keserse on-dan hastalık çıkar, ona şifa gelir. Pazar günü tırnaklarını

kesenden fakir-lik çıkar, zenginlik girer. Pazartesi kesenden delilik çıkar, sıhhat girer, salı günü

kesenden hastalık çıkar, şifa girer. Çarşamba günü kesenden vesvese çıkar, korku girer. Ona aynı

zamanda emniyet ve şifa girer. Kim perşembe günü keserse, ondan cüzzam hastalığı çıkar ona

afiyet girer. Kimki Cuma günü keserse ona rahmet girer, günahlar çıkar.»

«Kim tırnaklarını değişik keserse gözleri ağırmaz ilh...» hadisine ge-lince; hadis olarak sabit

olmamıştır. Belki birçok âlimin kelâm arasında geçmiştir. Mesela Şeyh Abdülkadir Geylânî

Gunye´sinde. İbni Kudâme Muğni´sinde zikretmektedirler. Sehâvî dedi ki: «Bunun aslına

rastlama-dım. Fakat Hafız ed-Dimyâtî bazı hocalardan bunu nakleder. İmam Ahmed de bunun

müstahab olduğunu belirtmiştir.» Cerrahî.

Bazıları naklediyor ki: Parmaklarını bu şekilde kesen bir kimseye herhangi bir göz ağrısı isabet

etmediği tecrübe ile sabittir.»

«Yani ilh...» Hazreti Ali´nin sözünde geldiği şekliyle «muhalif olarak kesmek» sözünün

açıklamasıdır.

«Tırnaklarınızı sünnetle ve edeble kesiniz ilh...» Bazı nüshalarda Hazreti Ali´nin bu sözü nesir

olarak, bazılarında da nazım olarak gel-miştir.

Hazreti Ali´nin sözünde geçmekte olan «Havabis» kelimesinin her harfi bir parmağa işarettir.

Sehâvî: «Şu gelecek şiiri söyleyen yalan söylemiştir» der ve şiiri şöy-lece nakleder: «Önce sağ

elinin tırnaklarıyla başla tırnaklarını kesmeye. Serçe ile ortanca parmağın arasında bulunan

hınserle başla ve gözünü aç. İkinci derecede ortanca tırnağı kes; üçüncüde -denildiği gibi- baş

tırnağını kes; dördüncüde serçe parmağını kes ve sağ elinin ve ayağı-nın şehadet parmağıyla işi

bitir; bunda mücadele etme. Sol elin baş par-mağının tırnağıyla başla sonra ortanca tırnağı kes


sonra serçe ile or-tanca arasındaki hınser tırnağını kes; şehadet parmağından sonra ser-çe

parmağını kes. Çünkü bu solun en sonudur. İşte ey genç göz ağır-masından bu eminliktir, bunu tut.

Sakın bununla alay etme; bu, hadistir. Senediyle İmam-ı Murtaza Haydar´dan rivayet edilmiştir.»

«En uygunu parmakları hilâllemek gibi tırnakları kesmektir ilh...» sözüne gelince: Yani evvela sağ

ayağın serçe parmağıyla başlar, sol ayağın serçe parmağıyla işi bitirir.

Hidâye´de Ğârâib´den naklederek dedi ki: «Sağ elle başlamak ve yi-ne sağ elle bitirmek uygundur.

Yani sağ elin şehadet parmağıyla baş-lanır, sol elin tırnakları kesildikten sonra sağ elin baş

parmağının tırna-ğını kesmesiyle bitirilir. Ayakta ise bağın serçe tırnağı ile başlanır sol ayağın serçe

tırnağı ile bitirilir.» Kuhistanî de bunu, Mesudiye´den nakletmiştir.

«Ben derim ki: Mevâhibulledünniye´de ilh...» sözüne gelince; Suyûtî´de bunu böyle söylemiştir:

«İmam İbn Dakîki´l-İd bütün bu beyitleri in-kâr etmiş ve parmakların kesişinde özel bir şekil yoktur,

demiştir. Bu-nun Şeriat´ta aslı astarı yoktur. Böyle kesmenin müstahab olmasına inan-mak caiz

değildir. Çünkü müstahaplık Şer´î bir hükümdür. Mutlaka bir delili olmalıdır. Bu gibi şeyleri

kolaylıkla kabul etmek doğru değildir.» «Hazret! Ali´ye sonra İbn Hacer´e nisbet edilen şiir hakkında

bizim şey-himiz; bu batıldır demiştir» sözüne gelince; söz konusu şiir şöyledir: «Se-nin cumartesi

günü tırnağını kesmekte yiyip bitiren bir hastalık olur. On-dan sonraki günde kesmekte bereket

gider. Fazîletli bir âlim bunla-rın ikisinden sonra yani cumartesiyle başlar. Eğer salı günü tırnak

keser-sen helakten sakın. Çarşamba günü keşişinde kötü ahlâkı iras eder. Per-şembe kesişinde

zenginlik vardır; Kim bunu meslek edinirse ona verilir. İlim ve rızık cuma günü kesişinde çoğalır.

Bunu Peygamber´den rivayet ediyoruz. Onun yolunu izleyin.»

«Eteğini traş etmesi müstahabtır ilh...» sözüne gelince; el-Hindiye´de: «Göbeğinin altından

başlayarak tıraş eder. Nevre denilen tüyleri sa-yılan ilaçla oralarını alması caiz olur. Garâib´de de

böyledir. Eşbâh´ta: «Kadının etek kıllarını yolması sünnettir» denilmektedir.

«Her hafta bir defo su ile bedenini temizlemek müstahabtır ilh...» sözüne gelince; koltuk altındaki

kılların sıyrılması gibi yollarla. Koltuk kıllarının sıyrılmasında traş da caizdir. Çekip yolmak daha

evlâdır. Müctebâ´da bazılarından şu nakledilmektedir: «Yolmak da tıraş da güzeldir.»

Boğazının üzerindeki tüyü tıraş etmeyecektir. Ebû Yûsuf´tan gelen rivayete göre tıraş etmesinde bir

beis yoktur. T.

Muzmârat´da şu hüküm yer almaktadır: «Erkek için kaşlarını ve ken-disini hünsâlara

benzetmeksizin yüzündeki tüyleri almakta herhangi bir beis yoktur.» Tatarhâniye.

«Bedenin temizlenmesini terketmek mekruhtur ilh...» sözüne gelin­ce; tahrimen mekruhtur

demektir. Çünkü Müctebâ´da şöyle denilmekte-dir: «Kırk günden fazlası mazur görülemez; kırk gün

bedeninin temizlen-mesini ihmal eden kişi azaba müstahak olur.»

Ebussuud, İbn Melek´in Şerhu´l-Meşârik´inden naklen şöyle diyor: «Müslim Enes İbn Mâlik´ten

rivayet etti: «Tırnakların kesilmesi bıyıkla-rın kesilmesi, koltuk altlarının sıyrılması için bize vakit

tayin edilmiştir. O da şudur ki: Kırk günden fazla bunu bırakmamalıyız.» Böyle takdirlerden-dir ki,

bunda insan fikrinin herhangi bir dahli yoktur. Hadis merfu gibi oluyor.»

«Sünnet olduğu do söylenmiştir ilh...» sözüne gelince; Mültekâ´da müellif bunu, yani sünnet

olduğunu kabul kabul etmiştir. Müctebâ´nın ibaresi: Tahâvî´ye işaret ettikten sonra şöyledir: «Bıyığı

dipten tıraş et-mek sünnettir.» Mücteba bu sözü Ebû Hânife ve iki arkadaşına nisbet et-mektedir.

Fakat bıyıktan dudağın en yüksek kenarına eşit olacak kadar esmek icmâ ile sünnettir.

«Ağarmış telleri çekmekte bir beis yoktur ilh...» sözüne gelince; Bezzâziye´de bu söz «süs için

olmayacaktır» ifadesi ile kayıtlanmıştır.

Bir Uyarma: Anfike´nin yani alt dudağın iki tarafındaki kılları kopar-mak bidattir. Garâib adlı eserde

böyle yer almaktadır.

Burundaki kılları da çekmeyecektir. Çünkü bu hastalık yapar. Gö-ğüs üzerindeki ve sırttaki kılların

tıraşı edebe aykrıdır. Kınye´de hüküm böyledir. T.

«Sakalda sünnet bir kabza olmasıdır ilh...» sözüne gelince; kişi sakalını kabzasına alır,

kabzasından artakalanı keser. İmam Muhmmed Kitabu´l-Âsâr´da imamdan böyle nakletmiştir.

Muhît´te buna kail olmuş-tur. t.

BİR FAİDE: Taberânî, İbn Abbâs´tan merfû olarak rivayet etti: «Ki-şinin sakalının hafif olması onun

sadetindendir.» Meşhur olmuştur ki sakalın uzunluğu aklın hafifliğine delâlet eder. Bazıları şu şiiri

okudu: «Hio kimse yoktur ki sakalı uzansın da, bu onun heybetine bir şey ek-lesin. Ancak sakalının


artmasından fazla aklından eksilir.»

Bir latife: Hişam bin el-Kelbî´den naklediliyor: Dedi ki: «Hiç kimse-nin hıfzedemediğini ben

hıfzettim. Hiç kimsenin unutmadığını ben unut-tum. Kur´ân´ı üç günde hıfzettim. Sakalımın

kabzeden fazla olanını kes-mek istedim; unuttum onun yukarısından kestim.»

Hiç bir mahlûka hâlikin isyanı konusunda itaat yoktur» sözüne ge-lince; İmam Ahmed ve Hâkim

bunu İmrân bin Hüsayn´dan nakletmişlerdir. Cerrahî.

«Tesir edici mana, erkeklere kendisini benzetmesidir ilh...» sözüne gelince; yani onun haramlığını

etkileyen neden erkeklere benzemeye ça-lışmasıdır. Böyle bir benzemeye çalışmak, caiz değildir.

Nitekim erkekle-rin de kadınlara kendilerini benzetmesi caiz değildir. Hatta Müctebâ´da işaret

ederek denilmiştir: «Kadınların ip eğirdiği şekilde ip eğirmek er-kekler için mekruhtur.»

Başını tıraş etmesine gelince ilh...» sözüne gelince; Zendevîstî´nin er-Ravda adlı eserinde şu

hüküm yer almaktadır: «Bcştaki saçta sünnet ya onu iki tarafa taramak veya tamamını tıraş

etmektir.» Tahâvî de «Ba-şın tıraşı sünnettir.» zikretti ve bu sözünü üç âlime nisbet etmiştir.

Zahî-re´de denildi ki: «Başının ortasını tıraş etmek ve saçlarını kıvırmaksızın salıvermekte beis

yoktun Kıvırırsa mekruh olur. Zira kendisini bir kısım kâfirlere benzetmiş olur. Bizim

memleketimizde ateşe tapanlar saçlarını kıvırmaksızın salıverirler. Fakat şu vardır ki; onlar

saçlarının ortasını tı-raş değil de alınlarının üzerindeki saçları keserler.» Tatarhâniye.

T. dedi: «Saçlarının bir kısmını tıraş etmek ve üç parmak kadar bir kısmını başın etrafında

terketmek mekruhtur.» Garâib´de de böyle vârid olmuştur. Yine Garâib´de şu hüküm de yer

almaktadır: «Seleften ba7i-lan yani bıyıklarının etrafını bırakırlar (yani bıyık bükerler) di.»

«Rivayet edilmiştir ki: Bir saat ilim müzakeresi, bir gece ibadet et-mekten daha hayırlıdır ilh...»

sözüne gelince; Beyhakî, İbn Ömer´den rivâyet ediyor: «Din hususundaki fıkıhtan (bilgi sahibi

olmaktan) daha üstün bir şeyi Allah´a ibadet edilmiş değildir.»

Bezzâziye´de denildi ki: «İlim ve îlkinin talebi, niyet doğru olduğu za-man, bütün hayırlı amellerden

daha üstündür. İlmi artırmakla meşgul ol-mak da niyet sahih olursa şöyledir. Çünkü ilmin menfaati

daha geneldir. Şu şartla ki, ilim talebi kişinin farzların aksatmasın. Niyetin sıhhatli olu-şu, ilimle

mal, mevki kastetmeksizin Allah´ın rızasını kasdetmektedir. Eğer cehaletten çıkmak, halka yarar

sağlamak, ve ilmi ihya etmek niyetindeyse niyeti yine de halistir, denilmiştir. Kur´ân´ın bir kısmını

öğrenmiş ve o arada boş bir zaman bulduysa en faziletlisi fıkıhla meşgul olmaktır. Çünkü Kur´ân-ı

hıfzetmek farz-ı kifâyedir. Öğrenilmesi zorunlu fıkıh bil-gisinin, öğrenilmesi ise farz-ı ayndır.

Hazâne´de dedi ki: «Fıkıh´ın tamamı zorunludur.» Menâkıb´da dedi ki: «Muhammed bin Hasan

insanlar için ezberlenmesi lazım. Haram ve helâl ile ilgili ikiyüzbin mesele ortaya koy-du.» Bizim

daha önce Kitabın Mukaddimesinde naklettiğimize bak!

«Kişi anne ve babasının izni olmaksızın dahi ilim tahsili için gidebilir ilh...» Yani anne-babasının

geçimlerini kendisi sağlamıyor ve zengin ise-ler; onların telef olmalarından korkmuyorsa.

Hâniye´de şu hüküm yer olmaktadır: «Eğer kişi hacca gitmek isti-yorsa babası da buna razı değil

ise, fakîhler derler ki: «Eğer babası onun hizmetine muhtaç değil ise, babasının rızası olmaksızın

hacca gitmesin-de bir beis yoktur. Aksi takdirde babasının izni olmadan gidemez. Eğer anne ile

baba onun nafaka vermesine muhtaç iseler; o da onlara tam bir nafaka bırakmaya muktedir değil

ise veya böyle bir nafakayı bırak-maya muktedir olup, ancak yolun büyük bir ihtimalle korku ve

tehlikesi varsa; bu takdirde gidemez. Eğer yolun büyük bir ihtimalle tehlikesiz ol-duğu sanılıyorsa

gidebilir.»

«Bazı rivayetlerde: Kişi anne ile babasının izni olmadan cihada çı-kamaz. Eğer sadece birisi izin

verirse çıkmaması daha uygundur. Çünkü onların ikisinin hakkını gözetmek farz-ı ayndır. Çihâd ise

farz-ı kifâyedir. Eğer ebeveyni hayatta yok ise, iki dedesi iki ninesi var ise, babanın ba-bası ve

annenin annesi ona çıkma iznini verirse, babanın annesi ile an-nenin babası vermezse o vakit

çıkmasında bir beis yoktur. Çünkü izin verenler ebeveynin yerine kaim olmuşlardır. Eğer iki baba

izin verirse başkasının iznine iltifat edilmez. Tabi bu hüküm cihâd seferinde böyle-dir. Eğer ticaret

seferinde veya hac seferinde ise, ebeveynin izinleri olmasa dahi beis yoktur. Fakat şu şartla ki

onlar onun hizmetine muhtaç olmamalıdırlar. Çünkü hizmetine muhtaç olmadıkları takdirde gitmesi

onların haklarını iptal etmek değildir. Fakat yol, deniz gibi korkulu bir yol ise; ancak onların izni ile

çıkabilir. Velevki onlar onun hizmetine muhtaç değiliseler de. Eğer ilim talebesi ilim için çıkıp gider

aile efradını baka-cak kimseleri olmaksızın terk ederse bu meselede aile efradının hakkı-nı

gözetmelidir.»

«Eğer sakallı ise ilh...» sözüne gelince; bundan anlaşılıyor ki; Dürer´in gelecek kelâmında


«tüysüz"ün hükmü., sakallı olan kişinin hükmü-nün hilâfınadır. Zira eğer sakalının olmaması

hususunda özür sahibi ise. yani köse ise, onun hakkında daima fitneden korkulur. Çünkü bazı

fâsıklar köseyi tüysüze tercih ederler.

«Bunun tamamı Dürer´dedir ilh...» sözüne gelince; Dürer´de dedi ki: «Eğer kişi tüysüz, sakalsız ise

anne ve babası onu seferden men etmeye yetkilidirler. İlimden maksatları ise; şer´î ilimler ve

insanların hayatında yararlı olan ilimlerdir. Kelâm ve benzeri ilimler burada kastedilmemektedir.»

Çünkü gelen rivayete göre İmam Şafiî şöyle demiştir: «Kulun Al-lah´ın huzuruna büyük günahlarla

çıkması, Kelâm ilmiyle çıkmasından daha hayırlıdır.» Madem ki İmam-ı Şafiî zamanında mütedavil

olan Kelâm İlminin hali bu olduğuna göre acaba felsefecilerin hezeyanlarıyla kar-makarışık ve

onların asılsız sözleriyle kapalı bulunan Kelâm hakkında ne demeli »

«Onu onda olan şeylerle gıybet değildir ilh...» sözüne gelince; böyle bir kimsenin sıfatlarını halk

ondan sakınsın, onun orucuyla, namazıyla aldanmasın diye zikretmek gıybet olmaz. Çünkü

Tabarânî, Beyhâkî ve Tirmizî şunu rivayet ettiler:«Siz fâcir bir kimseden söz etmenin gıybet

olacağından çekinir misiniz Onu ondaki sıfatlarla ilan ediniz ki halk on-dan sakınsınlar.»

«Yazı ile dahi olursa ilh...» sözü ile kişinin babasına yazılan yazı kas-tedilmektedir. Sultan da bu

hususta baba gibidir. Eğer yazıyı yazan kişi, adaletle bilinen bir kişi ise Kifâyetu´n-Nehr´de de yer

aldığına göre, «Bu yazıya sultan veya babanın buna itibar etmesi lazımdır. Buradan anla-şıldığına

göre; hâkimin itham edilen kişiyi itham tesbit edilmemiş olsa bile tazir cezasına çarptırmak yetkisi

vardır. Binaenaleyh hazır bulunan kişi tarafından herhangi bir kimse hakkında yazılan bir şeye

binaen hukukullâh ile ilgili ise, onunla amel edilir.» Ta´zîr´den söz ederken bu konu geçti.

«Bunun tamamı Dürer´dedir ilh...» sözüne gelince; Dürer bu sözü Hâniye´den naklediyor. Hâniye´nin

ibaresi şudur: «İki eş arasında, sultan ile raiye ve asker arasında da hüküm böyledir. Emribilmaruf,

onların on-dan imtina ettikleri bilinirse vacib olur.»

«Onun günahı yoktur ilh...» sözüne gelince; en uygunu bu ibareyi hazfetmekti. Veya bir atıf vav´ını

«o gıybet olmaz» cümlesinden önce ge-tirmek gerekirdi. Ta ki metin şerhe bağlanmış olsun.

«O gıybet olmaz ilh...» sözüne gelince; çünkü bu söz gıybeti yapılana ulaştığı zaman üzülmez.

Çünkü bu kişi onun adına şiddetle esef eden elde edemediği için üzülür. Fakat bu da kişinin

ihtimam göstermesinde doğru olması şartına bağlıdır. Aksi takdirde kişi hem gıybetçi, hem

mü-nafık, hem riyakâr, hem de nefsini tezikiye eden olur. Çünkü, müslüman kardeşine hakaret

etmiş, gizlediğinin hilafını ortaya koymuş ve halka da, nefsi içinde başkası içinde bu işten

hoşlanmadığını ilan etmiştir. Kendi-sinin açıkça gıybet etmiyorum deyip salah ehlinden olduğunu

hissettir-mek istemiş, gıybeti konuya önem verdiği için yapıyorum intibaını vere-rek yapmıştır.

Böylece çirkinliklerin çok çeşidini bir araya getirmiş olu-yor. Cenâb-ı Hâk´tan korunmayı talep

ediyoruz.

«O gıybet değil ilh...» sözüne gelince; Muhtâr´da şu hüküm yer al-maktadır: Gıybet ancak belli

olanlar için bahis konusudur.»

«Çünkü gıybet yapan, sözüyle bütün bunları kastetmemektedir.» sözünden anlaşıldığına göre; eğer

bütün bunları kastederse, o zaman gıybet olur. Düşün.

«Meçhul bir kimsenin gıybeti mubahtır ilh...» ibaresine gelince; bil-miş ol ki: Gıybet Kur´ân´ın

nassıyla haramdır. Gıybet yapan bir kişi ölü kardeşinin etini yiyene benzetilmiştir. Çünkü kardeşin

eti yabancının etin-den daha çirkindir. Ölünün eti de dirinin etinden daha çirkindir. Nasıl ki kişiye

kardeşinin eti haram ise. onun namusuna dil uzatmak da haram-dır. Allah´ın Resulü buyurdu ki:

«Müslümanın tamamı diğer bir müslümana haramdır. Kanı, malı ve namusu.» Hadisi Müslim ve

başkaları riva-yet etmişlerdir. Binaenaleyh gıybet ancak zaruret anında ve bu metin ve şerhte gecen

yerlerdeki gibi zaruret kaderi yapılabilir.

Fakîh Ebû´l-Leys´in telifi olan Tenbihü´l-Gâfîlîn adlı eserinde şu hü-kümler yer almaktadır: «Gıybet

dört türlüdür: A- Birinde gıybet küfür-dür. Şöyle ki adama: «gıybet etme» deniyor. O da «Bu gıybet

değildir, der. Çünkü ben bu sözümde doğruyum» işte bu takdirde bu adam kesin delillerle haram

olan bir şeyi helâl kabul ettiğinden dolayı, küfre kay-mıştır. B- Diğer bir şekilde gıybet münafıklıktır.

Meselâ, tanıyan bir kimsenin yanında adamın ismini anmaksızın gıybetini yapıyor. İşte bu kişi

gıybet etmiştir ve kendisini gıybet edici olmayarak göstermiştir. İşte bu nifaktır. C- Diğer bir şekle

göre gıybet, haram bir masiyettir, gü-nahtır. O da muayyen bir kişinin gıybetini yapman ve bunun

masiyet ol-duğunu bilmendir. Bu kişiye tövbe gerektir. D- Diğer bir şekliyle gıy-bet mubahtır. O da

fâsıklığını ilân eden bir kişinin veya bidat sahibinin gıybetini yapmaktır. Eğer halk fâsıktan

çekinsinler diye bir fâsıkın gıybe-tini yaparsa, bu gıybetten sevap alır; çünkü -bu münkeri


nehyetmek kabilindendir.»

Ben derim ki: Mubah olması, gelecek konuların bazılarında da olduğu gibi vacib olmasına ters

düşmemektedir.

«Çirkin bir şeyi açığa vuran ilh...» dan maksat, çirkini işlerken giz-lenmeyen, ona: «Sen şu çirkini

yapıyorsun» denildiğinde hiç etkilenme-yen kişidir. İbni Şıhne Tebyînu´l-Mehârım adlı kitabında

dedi ki: «Böyle bir kimseyi açıkça işlemekte olduğu günahları işliyor diye gıybet etmek caiz olur.

Başka yönlerini söylemek caiz değildir. Allah´ın Resulü (Selât selâm onun üzerine olsun) buyurdu

ki «Kim ki haya peçesini yüzünden atarsa, artık onun aleyhinde söylenen sözler gıybet olmaz.» Kişi

haram-ları gizlice işliyorsa onun gıybeti caiz olmaz.»

Ben derim ki: Halk arasında: «Namazı terkedenin gıybeti yoktur» diye şöhret bulan iddiaya gelince;

eğer bundan maksat onun bu durumundan söz etmek ise, o da açıkça namaz kılmıyorsa bu söz

doğrudur. Aksi takdirde doğru değildir.

«Musaharat (yani dünürlük kurmak) için ilh...» En uygunu burada «Meşveret: yani istişare etmek»

tabirini kullanmaktı. Nikâh meselesinde, yolculuk, şirket, komşuluk emaneti yanına bırakmak ve

benzeri konular-da kişi emin midir değil midir diye istişare edecek olursa; bu konuda nasihat

maksadıyla kişi hakkında bildiklerini söyleyebilir.

«Halkı sakındırmak için kötü itikade sahip olanın ilh...» Yani bir bidat sahibi olup, bidatini gizler,

anada sırada elde ettiği insanlara ifşa eder kimse ise; eğer bidatini açıkça işliyorsa o açıkça fâsıklık

yapanın hükmüne dahil olur. Yani gıybeti yoktur. Düşün. En uygunu burada «tahzir» tabirini

kullanmaktı. Ta ki itikadın kötülüğünden sakındırmayı ve metinde namaz kılıyor, oruç tutuyor, halka

zarar veriyor şeklindeki ifa-deleri de kapsamış olsun.

«Hakime zulm dolaylıyla şikâyet etmekte de (gıybet yoktur) ilh...» sözüne gelinse; «falan şu şeyle

bana zulmetti» diyecektir ki, hâkim hak-kında adaletle hükmedebilsin.

BİR EK :

Bu beş meseleye altı mesele daha eklenir. O altı meselede ikisi me-tinde geçti. Birincisi, zalimi

durduracak güçte olan bir kimseden yardım istemek, «ikincisi ihtimam vererek onu zikretmektir.

Üçüncüsü, fetva is-temektir. Tebyînü´l-Mahârım´da dedi ki: «Müftüye; falan adam bana şöyle

zulmetti ondan kurtuluş yolu nedir diyecektir. En sağlamı şudur: Kişi diyecektir ki: Babası veya

oğlu veya halktan birisi kendisine şöyle şöyle zulmetmiş bir kimsenin hakkında ne dersin Fakat

bu kadarını sarahaten söylemek mubahtır.»

Çünkü müftü, onun tayin etmesiyle beraber, mübehem geçmesinde anlamayacağı şeyleri

anlayabilir. Nitekim İbn Hacerde böyle söylemiştir. Müslim ve Buhârî´nin ittifakla rivayet ettiği bir

hadis şu şekildedir: «Ebû Süfyân´ın hanımı Hind (Allah kendisinden razı olsun) Allah´ın Resulüne

dedi ki: Ebû Süfyân cimri bir kişidir. Bana ve çocuğuma kâfi gelecek miktarı vermiyor. Ancak ondan

bilmediği halde aldığım mal vardır. Al-lah´ın Resulü buyurdu: «Sana ve çocuklarına normal bir

şekilde kâfi ge-leni al.»

Dördüncüsü, bir köleyi satın almak isteyen kişiye o kölenin ayıbını söylemek ve açıklamak. Mesela,

onun hırsız veya zâni olduğunu müşte-riye söyler. Eğer müşterinin satana kalp para verdiğini

görürse; «Şun-lar karışık paralardır bundan sakın» diyebilir.

Beşincisi; tarifi kasdetmektedir. Yani adam topal gibi, şaşı gibi bir lakapla bilinmekte ise, öyle

diyebilir.

Altıncısı; hadis râvilerden, şahitlerden, müelliflerden ceh edilmiş ya-ni zayıf sayılmış kişileri zayıf

saymak. Bu caizdir; hatta Şeriatı korumak için vâcibtir.

Böylece vacib olan gıybet yeri onbire çıkmış oldu. Onları şu şiirim-le derlemiş bulunuyorum:

«İnsandan hoşuna gitmeyen bir şekilde sözetmek haramdır. Ancak on meselede ve bunlardan

sonra bir meseleden helâldir: (1) Zalimin zulmünü söyle, (2) Şeririn şerrini, (3) Mecruhları ceh et, (4)

Açıktan günah işleyeni belirt, (5) Meçhul bir kimseyi bilinen laka-bıyla belirt, (6) Kasden bir kimseye

hile yapmayı ortaya koy, (7) tarif et, (8) Fetva istemem de böyledir, (9) yardım istemek de, (10) Men

edicinin katında yardım istemek de böyledir. (11) Muannit -bir kimsenin zulmün-den de sakındır.»

«Gıybet, fiile de olur ilh...» sözüne gelince; hareket gibi, işaret gi-bi göz kırpma ve ileride gelecek

benzerleri gibi.

«Tarizle de olabilir ilh...» Meselâ bir şahsın sözü geçiyorken: «Bizi şu ayıplardan kurtaran Allah´a

hamdolsun» der. İşte bu, «sarih ola-rak» ifadesinin karşılığıdır.


«Yazı ile de olabilir ilh...» Çünkü kalem iki dilden birisidir. Şir´at´te: «yazı» kelimesi yerinde «kinaye»

kelimesi kullanılmıştır.

«Hareketle de olabilir ilh...» Mesela, bir insan bir başkası yanında hayırla anılırken; O da «Onun iç

yüzünü bilmiyorsunuz» kabilinden ba-şını sallarsa, gıybet olur. Düşün.

«Remizle ilh...» Kamûs´ta remiz, dudaklarla, gözlerle, kaşlarla, ağız-la, dille veya elle işaret etmek

demektir.

«Gıybet ölü olsa dahi müslüman kardeşinin kulağına gittiği zaman hoşuna gitmeyen şeyle

vasıflandırmanda ilh...» Zımmî bir kimse de müslümanın hükmündedir. Çünkü bizim lehimize ne

varsa onun da lehine­dir; aleyhimize ne varsa, onun da aleyhinedir. Musannifin «müstemin»;

bahsinde; «bu kişi bir sene yanımızda kalıp kendisine cizye yüklendikten sonra eziyetten kaçınılır;

müslüman gibi onun da gıybeti haram olur.» ifa-desi daha önceden geçmişti. Bu ibarenin

zahirinden anlaşıldığına göre, harbî bir kâfirin gıybeti söz konusu olmaz.

«Gaib olduğu halde ilh...» şeklindeki ibareye gelince; bu kayıt yani «gaiblik» kaydı, gıybet

kelimesinin lügavî manasından alınmıştır. Zira ge-lecek hadiste ayrıca zikredilmemiştir. Zahire

göre, eğer kişi müslüman kardeşinin hoşuna gitmeyeni yüzüne söylerse gıybet olmaz, ona küfür ve

hakaret olur. Bu da öncelikle haramdır. Çünkü gıybetten daha fazla müslümanı rahatsız eder. Hele

gıybet, gıybeti yapılanın kulağına gitmez-den önceki halinden daha şiddetlidir. Bu aynı zamanda

Cenâb-ı Hâk´ın: «Nefislerinizi işaretle ayıplamayınız» buyruğunun iki tefsirinden biridir. Bazıları

gıybeti tarif ederken şunu söylemiştir: «Gıybet kişide bulunan ayıpları arkasından söylemektir.»

Bazıları da: «Onun yüzüne söylemek-tir» diye tarif etmişlerdir.

«Ebû Hureyre´den gelen hadis ilh...» Müslüm Sahîh´in´de ve bir baş-ka grup da rivayet etmişledir.

«Bu kişinin hoşuna gitmeyen ilh...» isterse bedenindeki, nesebinde-ki, ahlâkındaki, fiilindeki,

sözündeki veya dinindeki bir eksiklik olsun. Hatta elbsesinde, evinde veya bineğinde olan bir

eksiklik de gıybet olur. Nitekim bu Tebyînu´l-Meharim´de böyle yer almaktadır. T. dedi ki: «Dik-kat

et, eğer akıllı olmayan çocuğun hakkında, akıllı olduğu takdirde ho-şuna gitmeyen bir şey söylerse

ve o çocuk aynı anda o sözlerle eziyet duyacak akrabalarından bir kimse yok ise, bu gıybet olur mu

olmaz mı » İbn Hacer´: «Çocuğun ve delinin gıybeti haram kesinlikle haramdır» de-miştir.

«O zaman ona bühtan etmiş olursun ilh...» Yani büyük iftirada bu-lunmuş olursun. Zira bühtan sözü

edildiğinde şiddetinden insanı hayrete düşüren bir bâtıldır. Şir´at Şerhin´de de hüküm böyle yer

almaktadır. Ay-nı Şerhte şu hüküm de vardır: «Gıybeti dinleyen reddetmedikçe gıybetin günahından

kurtulmaz. Eğer gıybet yapanın şerrinden korkarsa kalbiy-le inkârda bulunacaktır. Eğer kalkıp

gitmeye gücü var ise veya konuşma ile konuyu değiştirebilecekse bunu yapmazsa yine günahkâr

olur. İhya´ da da hüküm böyledir.»

Varit olmuştur ki: «Gıybeti dinleyen gıybet yapanlardan birisidir» buyruğu ile; «Kim ki, gıyabında

müslüman kardeşinin namusunu korur-sa, Allah´ın onu ateşten kurtarmasına hak kazanır.»

buyruğu varit olmuş-tur. Bu son hadisi İmam Ahmed Hasen bir senedle ve bir başka ce-maat

rivayet etmişlerdir.

«Eğer gıybet daha gıybeti yapılanın kulağına varmazdan evvel ilh...»

Bu ibare hadisin bir parçası değildir. Başlı başına bir sözdür.

Alimlerden bazıları dedi ki: Gıybet eden adamın sözü, gıybeti yapı-lanın kulağına gitmezden önce

tövbe ederse, gıybeti yapılandan helâl-lik dilemeksizin tövbesi faide verir. Eğer gıybet tövbeden

sonra gıybeti yapılanın kulağına varırsa, bu. kişinin tövbesi iptal olmaz denildi. Belki Cenâb-ı Hâk

ikisini de affeder. Birincisini tövbesinden ötürü, ikincisini de başına gelen meşakkatten ötürü

affeder. Bazıları da: «Böyle bir kim-senin tövbesi askıdadır; eğer gıybeti yapılan gıybet kulağına

gitmezden önce ölürse gıybetçinin tövbesi sıhhatlidir. Eğer gıybet ölümden önce kulağına varırsa

gıybetçinin tövbesi sahih değildir. Bilakis kişi gidip gıy-betini yaptığı kimseden helâllik istemeli,

bağış talebinde bulunmalıdır. Eğer kişi bir bühtanda bulunursa, kimlerin yanında konuşmuşsa

onlara gidip nefsini yalanlaması da gerekir.» Bunun tamamı Tebyînu´l-Mehârim adlı kitapta yer

almaktadır.

«Aksi takdirde gidip ona gıybetinin hepsini açıklaması şarttır ilh...» Yani istiğfar ve tevbe ile birlikte

ona konuşmalarını açıklayacak ve özür dileyecek ki, o da onu affetsin. Önce gıybeti yaptığı kişiyi

mübalağalı bir şekilde övecektir. Kendisini ona sevdirmeye çalışacaktır. Ve onun kalbini hoşnut

edinceye kadar buna devam edecektir. Eğer kalbi buna rağmen hoşnut olmazsa, onun o özür

dilemesi ve sevgiyi oluşturmaya çalışması bir iyilik olur. Ahirette o iyilikle gıybetin kötülüğünü


karşılar. Özür dilerken de ihlâslı olmalıdır. Ama aksi takdirde bu ikinci bir günah olur. Belki de

hasmının onun ´boynunda ahirette ´bir alacak hakkı da kalmış olur. Çünkü eğer hasım, bilse ki bu

gıybetçi adam özür dilemesi de sa-mimi değildir, ondan razı olmaz. Bu durumu İmam-ı Gazâlî ve

başkaları söylediler. Yine Gazâlî şöyle dedi: «Eğer ortaklıktan çekilir veya ölürse, iş işten geçti

demektir. Ve bu durum ancak çok haseneler yapmak sure-tiyle telâfi edilebilir. Ta ki kıymette bu

haseneler o gıybete karşılık olarak alınsın. Gıybeti yapılana gıybeti tafsil etmesi de gerekir. Ancak

eğer taf-sil etmek gıybeti yapılana zarar verirse, o zaman tafsilden vaz geçe-cektir. Mesela kişinin

gizlemeye çalıştığı bir ayıbını söylemek olmaz. An-cak üstü kapalı olarak bu konularda ondan

helâllik talebinde bulunur.»

Molla Ali el-Karî Mişkât Şerhi´nde dedi ki: «Acaba: Ben senin gıy-betini yaptım, hakkını helâl et

demek kâfi gelir mi Yoksa gıybette ne kullanılmış ise onu açıklaması mı lazımdır Alimlerimizden

bazıları: Gıy-bet konusunda ancak kişinin gıybeti bitmesiyle gıybet affedilir. Eğer ona bildirmek

fitneyi kabartacağı bilinirse o zaman onun için Allah´dan af talebinde bulunacaktır. Meçhul hakları

ibra etmek, biz Hanefîlerin ka-tında caiz olması buna delildir. Gıybeti yapılanın gıybet yapanı ibra

et-mesi müstahaptır.»

El-Kınye´de şu hüküm yer almaktadır: «Özür için hasımların el sı-kışması helâllik dilemektir.»

Nevevî´de der ki: Tahâvî´nin Fetâvâsı´nda şunu gördüm: «Gıybet konusunda pişmanlık ve istiğfar;

gıybet, gıybeti yapılanın kulağına varmış olsa bile kâfidir. Varislerin helâl etmesine de itibar

edilmez.»

METİN

Bir selâm vermek, hediye vermek, yardımda bulunmak, beraberce oturmak, beraberce konuşmak,

latife yapmak, ihsanda bulunmak sure-tiyle dahi olsa sıla-i rahim vacibtir. Zaman zaman

akrabalarını ziyaret edecek ki, sevgisi artsın. Hatta akrabalarını her cuma haftada bir defa veya ayda

bir defa ziyaret edecektir. Onların ihtiyaçları varsa geri çevirmeyecektir. Çünkü ihtiyaçları geri

çevirmek hadiste: Sıla-i Rahm´i kesmekten sayılmıştır: «Cenab-ı Hâk, sıla-i Rahim yapana yakın

olur; kesen- den daha uzak olur.» Başka bir hadiste: «Sıla-i Rahim ömrü arttırır» denilmektedir.

Bunun tamamı Dürer´dedir.

Müslüman, zimmet ehline eğer onların yanında görülecek bir ihti-yacı varsa, selâm verir. Aksi

takdirde selâm vermesi mekruhtur. Sahih de budur. Nitekim müslümanın zimmi ile müsafahası da

mekruhtur. Sa-rihin nüshalarında böyledir. Metinlerin çoğunda da böyledir. Ancak me-tinlerde

selâm verir lafzı varit olmuştur. Ben onu bu şekilde tevil ettim. Fakat metinin bazı nüshalarında

selâm vermez ibaresi vardır. Bu en doğ-ru ve en güzelidir. Anla.

Buhârî Sarihi Aynî: «İslâm´ın hangisi daha hayırlıdır » sorusuna karşı Cenab-ı Peygamber: «Yemek

yedireceksin, tanıdığın ve tanımadı-ğın kimselere selâm vereceksin» hadisi ile ilgili olarak şunları

söyler: «Bu genel ifade Müslümanlara mahsustur. Bir müslüman birinci planda kâ­fire selâm

vermez. Çünkü şu hadis vardır: «Yahudi ve Hıristiyanlara se-lâm vermek hususunda ilk başlayan

siz olmayınız. Onlardan herhangi bi-risi ile yolda karşılaşırsanız onu yolun en dar kısmına

sıkıştırın.» Hadis-1 Buhârî rivayet etmiştir. Fâsık bir kimse de başka bir delille bu genelden tahsis

edilir, yani ayrılır. Kendisi hakkında şüphe olan bir kimse ise, asıl olan genellik üzere baki

kalmasıdır; yani selâm verir. Ta ki özelliği sabit oluncaya kadar. Şu zikredilen hadis İslâm´ın

başlangıcında idi ve arayı bulmak maslahatı içindi, sonra nehy vârid oldu. demek mümkün-dür.»

Hıfzedilsin.

Eğer bir Yahudi, Hıristiyan veya bir mecusî bir müslümana selâm verirse onu almakta herhangi bir

beis yoktur. Lakin «Ve Aleyke»den baş-ka bir ifade kullanmayacaktır. Hâniye´de de hüküm böyle yer

almıştır. Eğer bir zımmîye tebcil maksadıyla selâm verirse küfre girmiş olur. Çün-kü kâfiri tebcil ve

tazim etmek küfürdür. Eğer bir mecusîye tebcil niye-tiyle: «ey üstâz» dese küfre girmiş olur.

el-Eşbâh´da da hüküm böyle yer almaktadır. el-Eşbâh´da şu hüküm de vardır: «Eğer bir zımmîye

Allah se-nin bekanı uzatsın» derse kalbinde «belki müslüman olur» diyorsa veya «zelil olarak

haracı müslümanlara verir» diyorsa bu sözde bir beis yok-tur.»

Dilencinin selâmını reddetmek vacib değildir. Çünkü o selâm için değildir. Hutbe okunduğu zaman

selâm verenin selâmını almak da va-cib değildir. el-Eşbâh´da şu hüküm de yer alıyor: «Bir insanın

evine gel-diğinde selâm vermezden önce içeri girmeye dair izin istemesi gerekir. Sonra girdiğinde

evvelâ selâm verecek sonra konuşacaktır. Eğer bir hüküm hususunda ise evvela selâm verir, sonra

konuşur. Eğer: «Ey Zeyd sana selâm olsun» derse başkası selâmı alsa, Zeyd´in boynunda selâmı

almak görevi kalkmaz. Eğer: «Ey falan» dese veya muayyen bir kişiye işaret ederse, başka birisi

selâmın cevabını verirse selâm alınmış olur. Cevap vermekte aksıran cevabını vermekte kişiye


duyurmak vacibtir şarttır. Eğer kişi sağır ise iki dudağının kıpırdanmasını ona gösterecektir.»

Ben derim ki: Mubteğâ´da: «Eğer aklı eren bir çocuk selâmı alırsa diğer-lerinin boynunda selâmın

cevabı sakıt olur, demektir. Çünkü akıllı bir çocuk az da olursa farzı ikâme eden kimselerdendir.

Çünkü onun kes-mesi helâldir. Bazıları çocuğun selâm almasıyla selâm alınmış olmaz, dediler.»

El-Müctebâ´da şu hüküm yer almaktadır: «İhtiyar bir kadının cevap vermesiyle de selâmın cevabı

diğerlerinden düşer. Genç bir kadının, ço-cuğun, delinin cevap vermesi cevabı iskat eder mi etmez

mi konusunda iki görüş vardır.» Taciye´nin zahirinden, sakıt olmamasının tercih edil-diği

anlaşılmaktadır.

Tek kişiye dahi cemaat lafzıyla selâm verecektir. Selâmın cevabı da böyledir. Cevabı veren bir kişi

«Ve berekâtuhu» kelimesinden fazla eklemeler yapmayacaktır. Selâmın cevabı ile aksıranın

cevabını vermek fevridir, yani hemen olmalıdır.

Yazılı Selâmın cevabını vermek de, selâmı almak gibidir. Eğer baş-kasına: Falan adama selâm

söyle» dese ona selâmını söylemesi vacib olur.

Fâsık kişiye selâm vermek eğer alemî bir fâsık ise mekruhtur. Aksi takdirde mekruh değildir. Yemek

yiyen gibi hakikaten cevap vermekten aciz olana veya namaz kılan, okuyan gibi Şer´an âciz olan

kimseye se-lâm vermek de mekruhtur. Eğer buna rağmen selâm verirse cevabı müs-tahak olmaz.

Biz namazı ifsâd eden şeyler konusunda bunun mekruh oluşunu yir-mi küsur yerde söyledik. Ve

dedik ki: Selâmın cevabı, «selâmun aleyküm» şeklinde vacib değildir. Eğer kişi bir eve girerse ve o

evde hiç kimseyi görmezse: «Selâm bizim ve Allah´ın sâlih kullarının üzerine ol-sun» diyecektir.

İZAH

«Sıla-i rahim vaciptir ilh...» Kurtubî Tefshi´nde: Sıla-ı rahim vacib oluşunda ve onu kesmesinin

haram olduğunda ümmetin icma ettiğini naklediyor. Çünkü bu hususta Kitab ve Sünnetten kesin

deliller vardır. Tebyînu´l--Mehârîm´de dedi ki: «Sılası vâcib olanların kimliği hususunda ihtilâf

etmişlerdir. Bazıları demiştir ki: «O, muharrem olan her yakının akrabalığıdır.» Başkaları da: «İster

muharrem olsun isterse olmasın bü-tün akrabalardır.» dediler.»

İkinci görüş, metin ifadesinde mutlak zikredilmesinin zahirinden an-laşılmaktadır. Nevevî, Müslim

Şerhi´nde şöyle der: «Bu en doğrusudur. Bunun doğruluğuna birçok hadislerle istidlal etti. Evet

akrabaların dere-celeri değişik olur. Mesela anne ile baba diğer mühimlerin hepsinden daha

öncedir, der. Diğer mahremler ise, diğer akrabalardan daha şehid-dirler. Hadislerde

Tebyînu´l-Maharim´de beyan edildiğine göre bütün bunlara işaret vardır.

«Bir selâmla dahi olursa ilh...» Tebyînu´l-Maharim´de şöyle der: «Eğer akrabaları başka yerde iseler,

mektup göndermek suretiyle onlara sıla-i rahim yapacaktır. Eğer onlara gitmeye gücü yetiyorsa

gitmek ef-daldir. Eğer anne ile babası varsa ve onlar gelmesini istiyorlarsa mektup kâfi değildir.

Onun hizmetine muhtaç olurlarsa da durum böyledir. Ba-badan sonra büyük kardeş baba

yerindedir. Dede de -ne kadar yukarı-ya giderse gitsin- baba yerindedir. Büyük kız kardeş de teyze

de sıla-i rahim konusunda anne yerinde sayılırlar. Bazı görüşlere göre amca baba gibidir.

Bunlardan başka diğer akrabalar ise, onlara mektup veya hide-ye göndermek kâfi gelir.» Bunun

tamamı Tebyînu´l-Maharrim´dedir.

Sonra, bilmiş ol ki sıla-i rahimden maksat, onlar sana sıla-ı rahim yaptıkları zaman sen de onlara

karşılık yapacaksın demek değildir. Çün-kü bun karşılıklı iyilik denilmektedir. Asıl onlar sana sıla-ı

rahim yap-masalar dahi onlara sıla-ı rahim yapacaksın. Zira Buhârî ve başka mu-haddisler şunu

rivayet ettiler: «Karşılık veren kişi, Sıla-i rahim yapan de-ğildir. Sıla-i rahim, sen onun rahmini

kestiğin halde yine de onu bitiş-tirmeye çalışan kimsenin yaptığıdır.»

«Onları aralıklı ziyaret edecektir ilh...» İbaredeki «ğıbben» kelimesi bir şeyin neticesi demektir.

Ziyaret konusunda bu kelime, haftada bir de-fa demektir. Şir´a´nın Şerhinde: «ğıbben» kelimesi, bir

gün ziyaret et-mek bir gün ziyaretsiz bırakmak demektir. Bunda bir nevi zorluk oldu-ğundan dolayı

müellif «ğıbben»in yorumunda en kolay kısmını seçti. Her hafta, veya her ay akrabalarını ziyaret

edecektir. Nitekim bazı rivayet-lerde böyle rivayet olmuştur.

«Sıla-ı rahim ömrü artırır ilh...» sözüne gelince; «rızkı artırır» riva-yeti de vardır. Zira Müslim ve

Buharı şu rivayeti yaparlar: «Kim rızkının genişlemesini ve ecelinin tehir edilmesini istiyorsa sıla-i

rahim yapsın.»

Fakih Ebû´l-Leys Tenbihü´l Gafilin adlı kitabında dedi ki: «Ömrün ar-tışında ihtilâf vardır. Bazıları

zahirinden anlaşıldığı gibi artar, dediler. Ba-zıları da artmaz, çünkü Cenâb-ı Hâk: «Onların ecelleri

geldiğinde gecik-me olmaz» buyurmuştur. O zaman hadîsin manâsı ölümünden sonra da sevabı


ona yazılır demektir. Bazıları da dediler ki: Eşyalar bazan Levh-ı Mahfuz´da şartlı olarak yazılır.

Meselâ: «falan adam sıla-i rahim yapar-sa onun ömrü şu kadar senedir. Yapmazsa daha kısa şu

kadar senedin», gibi. Umulur ki dua etmek, sadaka vermek, sıla-i rahim yapmak bu tür-den olsun.

Binaenaleyh hadis âyete ters düşmez.»

Şir´at´ın Şerhi´nde Meşârık Şerhi´nde nakledilerek dedi ki: «Veya de-nilir ki: Maksat, burada onun

rızkına bereket verilir. Onun güzel anısı ondan sonraya kalır. Bu da tıpkı hayat gibidir. Yahutta şöyle

denilir: Ha-disin başlangıcı Sıla-ı rahmi mübalağalı bir şekilde teşvik etmek sededindedir. Yani eğer

rızkı genişleten ,eceli genişleten bir şey var ise, kesin-likle o da sıla-ı rahimdir.»

Zahir, üçüncü görüştür. Çünkü Tenbîh´te Dahhâk´tan o Müzahim´ den yüce Allah´ın: «Allah

dilediğini siler, dilediğini tesbit eder.» Âyetinin tefsirinde şunu rivayet eder: «Bir kişi sıla-i rahim

yapar; ömründen de üç gün kalmışken; Cenab-ı Hâk onun ömrünü otuz seneye kadar artırır. Bir

başka kişi sıla-ı rahmi keser, onun ömründen de otuz sene kalmış; Cenab-ı Hâk onun ecelini üç

güne çevirir.»

«Bunun tamamı Dürer´dedir ilh...» ibaresine gelince; Dürer´de dedi ki: «Her kabile ve her aşiret

Hakkı yüceltmek hususunda başkalarına kar-şı yardımda bir tek el gibi olurlar.» Bunun da tamamı

Şir´at ile Tebyînu´l-Mahârim´dedir.

«Müslüman ehl-i zimmet üzerine selâm eder ilh...» sözüne gelince, dikkat et, acaba «sizin üzerinize

selâm olsun» tabirini kullanmak caiz mi-dir. Eğer zımmî bir tane ise, zahire göre müslüman kişi bir

tek zımmîye se-lâm verdiği zaman, müfret (tekil) kelimesini kullanacaktır. Çünkü onun se-lâmının

cevabında kullanılan ifadeden bu böylece anlaşılır. Düşün. Fa-kat Şir´aî´de şu hüküm yer

almaktadır: «Kişi zimmet ehline selâm verdiği zaman: «Selâm hidâyete tabi olanların üzerinde

olsun» desin. Onla-ra mektup yazdığı zaman da böyle yazacaktır.»

Hatta Tatarhâniye´de şu ifade yer alır: «İmam Muhammed dedi ki: Bir yahudiye veya bir Hıristiyana

bir ihtiyaç için bir mektup yazarsan, onda «selâm hidâyede tabi olanların üzerinde olsun» diye yaz!»

«Eğer ona bir ihtiyacı var ise ilh...» sözüne gelince; yani bundan anlaşılan, bir zimmîye ihtiyacı

varsa, ona vardığında selâm verebilir. Tatarhâniye´de dedi ki: «Çünkü selâm vermenin zimmîye

yasaklanması tazim etmek için olması halindedir. İhtiyaç için selâm verdiğine göre tazim söz

konusu değildir.»

«Doğrusu budur ilh...» sözüne gelince; anlaşılan; tafsilat olmaksızın selâm vermekte beis yoktur.

Bu da Hâniye´de bazı meşayihlerden nakledi-lerek zikredilmiştir.

«Nitekim müslümanın zimmi ile müsafaha etmesi de mekruhtur ilh!..»

sözüne gelince; yani müslümanın herhangi bir ihtiyacı söz konusu de-ğilse. Çünkü Kınye´de:

«Gaiplikten sonra dönüş yaptığında, eli sıkılmadığı takdirde rahatsız olacaksa hıristiyan

komşusunun elini sıkmakta, müslüman için beis yoktur» denilmektedir. Düşün.

Acaba hıristiyan zımmî, aksırdığı zaman Allah´a hamd ettiğinde müs-lüman onun cevabını verebilir

mi Hamevî dedi ki: «Zahire göre vere-mez.» Lâkin ileride: «O elhamdülillah dediği zaman

müslüman ona Allah sana hidayet etsin tabirini kullanacaktır» ifadesi gelecektir.

«Metinlerin çoğu ilh...» sözüne gelince; bununla şerhsiz metinleri kast ediyor. «Metinler» diye çoğul

ifade kullanması, şahıslar itibariyle-dir. Yoksa maksadı yalnızca «Tenvir metnidir.

«Ve selâm lafzı ile verir ilh...» metin ve şerhinde de musannifin hat-tı ile bu şekildedir.

«Ben onu böylece tevil ettim ilh...» İhtiyaca bağlı olmakla kayıtlan-dırdım. Böylelikle metnin doğru

olanla uyumlu olmasını sağlamaya ça-lıştı.

«Bazı nüshalarda selâm vermez tabiri vardır ve en güzeli de budur ilh...» ibaresine gelince; çünkü

bu hususta aslî hüküm selâm vermemek-tir. Selâm verilmesinin caiz olması, ârizî bir ihtiyaçtan ileri

geliyor. En sağlamlığı umulur ki şu noktadan ileri geliyor: Kişi hiç selâm vermezse hiç mahzura

girmez. Fakat mutlak bir şekilde selâm verirse o zaman mahzura girebilir. Düşün.

Hadiste İslâmın hangisi hayırlıdır ilh...» Yani hangi hasleti daha ha-yırlıdır, demektir. Hadisteki

«selâm okuyacaksın» manâsını ifade eden «Tekra´u» kelimesi «ikrâ» kökünden değil de «Kur´ân»

kökünden gelmek­tedir. T.

«Yahudi ve Hıristiyanlara siz önce selâm vermeyiniz, hadisi dolayı-sıyla ilh...» ifadesine gelince:

Nüshaların çoğunda şu fazlalık vardın «On-lardan herhangi birisine yolda rastlasanız onu yolun en

darına sıkıştırı-nız.» Hadisi Buharı rivayet etmiştir.

«Fasık bir kimse de bu hükmün dışında tutularak tahsis edilir ilh...» sözüne gelince; Yani alenen


fâsıklık yapıyorsa. Aksi takdirde ona selâm vermekte kerahet yoktur. Nitekim bu daha sonra

gelecektir.

«Hakkında şüphe ettiği kimseye gelince ilh...» Eğer kimse müslü-man mıdır, değil midir diye şüphe

ederse, aslolan umumu üzere bırak-malıdır. Yani müslümandır deyip selâm vermektir. Acaba salih

midir, fâsık mıdır diye bir şüphe olursa, bu şüpheye itibar edilmez. Bilâkis müs-lümanlar hakkında

daima hayırlı zan yapılır. T.

«Umumu üzerinde bırakılır ilh...» sözüne gelince; çünkü Resul-ü Ek-rem (S.A.)´ın «Tanıdığın ve

tanımadığın kimseye selâm et!»-buyruğundan anlaşılan budur. T.

«Hadis ilh...» Umumu ifade eden-birinci hadis, zimmîyi de kapsar.

«İnsanların kalplerini telif etmek maslahatını gözeterek ilh...» Dil ile onları kendisine meylettirmek

onlara İslâm´a girmek maksadıyla ih-san etmek, demektir.

«Sonra nehy vârid olmuştur ilh...» İkinci hadiste, demektir. Yani Al-lah İslâm´ı azîz kıldıktan sonra

artık onlara maslahat için selâm vermek ihtiyacı kalmadı.

«Selâmın cevabını vermekte beis yoktur ilh...» sözüne gelince; İnsa-nın zihnine ilk gelen selâm

vermektir. T. Fakat Tatarhâniye´de şu hüküm yer almaktadır: Zımmîler selâm verdiklerinde onun

cevabını vermek uy-gundur. İşte biz bu hükme yapışırız.»

«Lakin «ve Aleyke» kelimesinden fazla bir şey söylemiyecektir ilh...» Çünkü o bazen ölüm

manâsına gelen «sam» kelimesini selâm yerinde kullanılır. Nitekim yahudilerden biri Peygambere

bu kelimeyi kullanmış-lardır. Resul-ü Ekrem de o yahudiye «ve aleyke: senin üzerine de olsun»

demiştir ve böylece onun bedduasını onun üzerine reddetmiştir.

Tatarhâniye´de İmam Muhammed´in şöyle dediği kaydedilmektedir: «Müslüman zımmîye senin de

üzerine olsun» diyecek ve onunla selâmı kasdedecek. Çünkü Allah Resulü´ne ref edilen bir hadis

vardır ki, şöyle buyurmuşlardır: «Onlar size selâm verdiklerinde onların selâmına cevap veriniz.»

«Eğer tebcil maksadıyla zımmiye selâm verirse, küfre girer ilh...» Minâh´ta dedi ki: «Tebcil ile

kaydetti. Çünkü o, tebcil niyetiyle değil de doğru olan hedeflerden birisinin tahakkuku için selâm

verirse, küfür ol-madığı gibi bunda beis de yoktur.»

«Eğer kalbiyle niyet ederse ilh...» Yani: «Bu adam belki müslümar olur» diye kalbiyle niyet edip

selâm verirse kerahet ortadan kalkar. Ama hiç bir şey niyet etmezse kerahet vardır. Nitekim bu

hüküm Muhît´te yer almaktadır. el-Birî de benzerlerinden alarak, «mekruh değildir» dedi. Fa-kat nas

olduktan sonra nassa dönüşten başka hiçbir çıkar yol yoktur, Zahire göre «zımmi» ifadesi kayıt

değildir. T.

«Bir insanın evine vardığında, selâmdan önce izin istemesi vacib-tir ilh...» sözüne gelince:

Fusûlu´l-Allâmî´de şu hüküm yer almaktadır: «Eğer aile efradının huzuruna girerse evvelâ selâm

verecek, sonra ko-nuşacaktır. Eğer başkasının evine varırsa evvelâ girmek için üç defa izin

isteyecektir. Ve her defasında: «Ey ev halkı selâm sizin üzerinize olsun; (ismini alarak) falan adam

girsin mi » diyecek ve biraz duracak-tır. Yani her izin isteyişinden sonra yemek yiyen bir kişinin

yemeğini bitireceği, abdest alan bir kişinin abdestini alacağı, dört rekât namaz kılan bir kişinin dört

rekât namazı bitirinceye kadar duracaktır. Kendi-sine izin verildi mi girecektir. Aksi takdirde kin,

buğuz, düşmanlık gütmeksizin dönüp gidecektir. Hane sahibi kendisini davet eden bir kim-seye izin

istemek vacib değildir. Eğer hanenin içinden: «Kim o » diye çağrılırsa, «benim» demiyecek; çünkü

bu bir cevap teşkil etmemekte-dir. Şöyle diyecektir: «Falan kişi girsin mi » diyecektir. Eğer

kendisine: «Hayır» denilirse; hiçbir düşmanlık gütmeksizin dönüp gidecektir. .İzinle haneye

girdiğinde evvelâ selâm verecek, sonra eğer dilerse konuşacak-tır. Eğer içinde hiç kimsenin

olmadığı bir eve girerse: «Selâm bizim ve Allah´ın sâlih kullarının üzerine olsun» diyecektir. Çünkü

melekler onun selâmının cevabını vereceklerdir. Eğer evin haricinde adama rastlarsa evvelâ selâm

verecek, sonra konuşacaktır. Allah´ın Resulü buyurdular: «Selâm kelâmdan öncedir». Eğer

selâmdan önce konuşulursa karşıdaki adam ona cevap vermez. Çünkü Allah´ın Resulü: «Kim ki

selâmdan önce konuşursa ona cevap vermeyiniz» buyurmuştur. Cemaatin bulunduğu ye-re

girildiğinde cemaate selâm verecektir. Onlardan ayrıldığı anda da se-lâm verip ayrılacaktır. Kim ki

böyle yaparsa cemaatin kendisinden sonra işleyeceği hayırda onlara ortak olur. Cemaatle karşılaşır

sonra onlar-dan ayrılırsa ve bu aynı günde birkaç defa tekrar ederse; aralarına bir ağaç veya duvar

bile girse selâmını yenileyecektir. Çünkü selâm rah-meti gerektirir. Selâm ile İslâm ahdini

yenilemeyi yani hiçbir mümine ne namusuna, ne malında dokunmayacaktır şeklindeki ahdi

yenilemeyi ni-yet edecektir. Bir mümine selâm verdiği zaman onun üzerine o müminin namusu ve

malı haram olur. Bir mescide girdiğinde bazı kimseler namaz kılıyorsa, bazıları da kılmıyorsa selâm


verecektir. Eğer selâm vermezse sünneti terketmiş sayılmaz.»

«Eğer ey falan dese veya muayyen bir kişiye işaret ederse selâmın cevabı düşer ilh...» Yani bu

lafızla. Fakat Hâniye´nin ifadesi şöyledir: «Bir kişi bir kavmin içinde oturuyorken başka bir kişi

gelerek ona selâm ve-rerek : «Ey filan adam selâm senin üzerine olsun» dese, bunlarin bir kıs-mı

da o adamın yerine ona cevap verseler; kendisine selâm verilen ada-mın boynundan selâmın

cevabı sakıt olur. Bazıları da demişlerdir ki : «Eğer ikisinin ismini, söylerse; meselâ: «Esselamü

aleyke ya Zeyd» de­se ve Zeyd´in yerine Amr ona cevap verirse; Zeyd´in cevap vermek göre­vi

kalkmaz.» Eğer isim vermeden: «Selâm senin üzerine» dese ve bir ki-şiye işaret ederse, başka bir

kişi selâmın cevabını verirse, işaret edilen kişiden selâmın cevabını vermek görevi düşer.»

Hülâsa´da ve başka kitaplarda bu tafsilatı kesin olarak bildirmiştir.

«Hepsinin boynundan selâmın cevabı kalkar ilh...» Çünkü selâm hepsinedir. Çünkü bir cemaate

selâm kasdıyla bir tek kişiye hitap eder-cesine hitab edebilir. Hindiye.

Tebyînu´l-Meharim adlı kitapta: «Eğer bir cemaatte selâm verir, o cemaat değil de başka bir cemaat

ona cevap verse, o kendisine selâm verilen cemaatten selâma almak görevi kalkmaz.» T.

«Selâmın cevabında karşıdaki adam duyurmak şarttır ilh...» Nite-kim selâm ve aksırmanın

cevabının verilmesinde duyurma şartı aranır. Tatarhâniye.

«Eğer sağır ise ona iki dudağının hareket ettiğini gösterecektir ilh...» Şır´anın Şerh´inde dedi ki:

«Bilmiş ol ki, onlar dediler ki: Selâm vermek sünnettir. Onu işittirmek müstahabtır. Onun cevabı ise

Farz-ı kifayedir. Onun cevabını karşıdaki adama duyurmak vacibtir. Eğer onun duyurmayacak

şekilde cevap verirse, bu farzı kifaye selâm verilen kişiden selâm almak görevi sakıt olmaz. Hatta

deniliyor ki: Selâm veren sağır ise se-lâmın cevabını veren kişiye dudaklarını kıpırdatmak ve ona

bunu göster-mek görevi düşer. Öyle ki eğer o sağır olmasaydı işitebilecekti.»

«Çünkü çocuğun kestiğinin helâl olması bunun delilidir ilh...» Kes-mekte besmele farz olmakla

beraber çocuğun besmele çekmesi kâfi geldiğine göre; çocuk bazı farzları yerine getiren

kimselerden olmuş olur. Yani bu işe ehil olur. Çocuklara selâm vermek hususunda ihtilâf

edil-miştir. Bazılarına göre selâm verilmez, bazılarına göre selâm vermek da-ha efdaldir. Fa kırı:

«Biz bu görüşü alırız dedi. Tatarhâniye.

Kadına selâm vermek ve aksıran kadının «elhamdülillah» demesine cevap vermeye gelince; Nazar

ve Kadının bedenine dokunma faslı´nda bununla ilgili sözler söylendi.

«Tek kişiye cemaat lafzıyla selâm verilir ilh...» Çünkü her kişinin beraberinde iki de Hafaza Meleği

vardır. Binaenaleyh her kişi üç kişi demektir. Tatarhâniye.

«Selâmın cevabını veren: «Ve berakâtuhu» kelimesinden fazlasını eklemez ilh...» sözüne gelince;

Tatarhâniye´de dedi ki: «Selâm veren için en efdali «Esselâmu aleyke ve rahmetullâhî ve

berakâtuhu (selâm sizin üzerinizde olsun. Allah´ın rahmeti ve bereketi de sizin üzerinizde olsun)»

demektir. Veberekâtühü´dan sonra birşey eklemek uygun değildir. Cevap veren de: «Ve

aleykümüsselâm ve rahmetullahi ve berekâtühü» diyecek­tir.»

Yani «vav»ı ekleyecektir. Eğer «vav» harfini söylemese de kâfi gelir.

Eğer selâm veren kişi, «Selâmun aleyküm» veya «Esselâmu aleyküm» dese cevap veren bir kişiye

bu iki surette de yani: «Selâmun aleyküm» veya «Esselâmu aleyküm» demek imkânı vardır. Fakat

elif-lâm´lı yani «Esselâmu...» demesi daha uygundur.

«Selâmın cevabı İle aksıranın cevabı fevridir ilh...» İbaresine gelin-ce; bu ibarenin zahirinden

anlaşılıyor ki: Özür olmaksızın bu cevabı tahir etmek, tahrimen mekruhtur. Bilahere cevap vermekle

günah kalkmaz. Ancak günah tövbe ile kalkar. T.

Tebyînu´l-Mehârim adlı kitapta şu hüküm yer almaktadır: «Aksıranın cevabını vermek çoğunluğun

görüşüne göre farz-ı kifâyedir. Şafiî´ye göre sünnettir. Zahirîlerin bazılarına göre farz-ı ayndır.

Allah´ın Resulü Sallallahu Aleyhi vesselem buyurdular: «Cenab-ı Hâk aksırmayı sever fakat

esnemeyi karih görür. Kişi aksırdığı zaman Allah´a hamdederse, dinleyen her müslümanın ona

cevap vermesi görevi-dir.» Hadis-i Buhari rivayet etmiştir. Hadisdeki «Teşmît» kelimesi, hayır ve

bereketle dua etmek demektir. Aksıran bir kimsenin böyle bir duaya müstahak olması, ancak

Allah´a hamdetmesi takdirinde olur. Allah´a hamdetmezse duaya müstahak olmaz. Çünkü aksırmak

Allah´dan gelen bir nimettir. Aksırdıktan sonra Allah´a hamdetmezse Allah´ın nimetinin şükrünü eda

etmemiş oluyor. Nimete karşı nankörlük yapan bir kimse ise duaya müstahak olmaz. Aksırdıktan

sonra: «Elhamdülillah» veya «Elhamdülillâhirabbilâlemîn» veya: «Elhamdülillah! âlâ küllî halin»


de­mekle yükümlüdür.

«Fakat aksırana dua eden kişinin ne diyeceği hususunun da ihtilâf etmişlerdir. Bazı kimselere göre:

«Yerhamukellâh {Allah sana rahmet ey-lesin)» diyecektir. Diğer bazılarına göre: «Elhamdülillâhi

taalâ (hamd yüce Allah´a mahsustur)» diyecektir. Aksıran kendisine dua eden kişiye (ikinci kez) şu

cevabı verecektir: «Yehdikellâh (Allah sana hidayet etsin)» Eğer aksıran kâfir ise; buna ramen

Allah´a hamdederse, onu dinleyen ve dua etmekle mükellef olan: «Allah sana hidâyet eylesin»

manâsını ifade eden «Yehedîkaliâh» ibaresini söylecektir. Aksırmak tekrarlanırsa üç de-faya kadar

ona hayırla dua eder. Üçü geçtikten sonra sükût eder.

«Kadîhân dedi ki: «Üçten fazla aksırırsa, her defasında Allah´a hamdedecektir. Onun yanında

bulunan da her defasında ona dua ederse gü-zel olur.»

«Aksıranın kendisine dua edene: «Ğâfarallahu li veleküm (Allah be-ni de sizi de af eylesin)» veya:

«Yehdîkumullâhu ve yuslihu bâlekûm (Al-lah size hidâyet eylesin ve sizin kalbinizi ıslâh eylesin.)»

demesi uygun-dur. Bundan başkasını demiyecektir. Aksıran kişinin en uygunu hamdı yaparken

sesli yapmasıdır. Ta ki yanında bulunan kişiye bunu duyur-sun, ki oda ona dua etsin. Eğer aksırana

dua edene hazır olanlardan ba-zıları cevap verirse, bütün cemaatin yerine geçmiş olur. En faziletlisi

cemaatten her birisinin ona dua etmesidir. Çünkü hadisin zahiri bunu gerektirir. Denildi ki: Bir kişi

aksırdığında hamd ettiği işitilmese; Onun yanında bulunan «Eğer Allah´a hamd etmiş isen, Allah

sana rahmet ey-lesin» diyecektir. Duvarın arkasından Allah´a hamdederse onu dinleyen herkese

ona dua etmek vâcib olur.»

Fusûlu´l-Allâmî de şu hüküm yer almaktadır: «Dinleyen bir kişinin aksırandan daha önce hamd

getirmesi menduptur. Çünkü şu hadis var-dır: «Kim aksırandan daha önce Elhamdülillah dese o

kimse şeves, leves ve allevus denilen hastalıklardan emin olur.»

«Seves» baş ağrısı, «leves» karın ağrısı, «allevus» de diş ağrısı diye tefsir edilmiştir.»

Teberanî Evsafında Hz. Ali´den merfû olarak ^u hadisi rivayet edi-yor: «Kimin yanında birisi

aksırırsa aksırandan önce elhamdülillah dese böğründen herhangi bir şikâyet duymayacaktır.»

İbn-i Asakir rivayet ediyor: «Kim aksırandan önce elhamdülillah dese, Allah onu böğür ağrısından

korur. Ve dünyadan çıkıncaya kadar ondan herhangi bir kötülük görülmeyecektir.»

el-Muğrib adlı lügat kitabında hadiste sözü geçen «seves» diş ağ-rısı, «leves» kulak ağrısı

«allevus» ise bronşittir, denilmektedir.

Şir´at´ta dedi ki: «Kişi aksırdığı zaman başını eğecektir. Yüzünü ka-patacaktır. Mümkün olduğu

kadar sesini alçaltacaktır. Çünkü aksırmayı sesli yapmak ahmaklıktır. Hadiste şöyle

buyurulmaktadır: «Konuşma anında aksırmak adaletli bir şahittir.» Aksıran insan «eb» veya

«eşhab» demiyecektir. çünkü bu şeytanın ismidir.»

«Selam yazılı mektubun selamına cevap vermek vacibtir ilh...» Çün-kü gaibten gelen mektup, hazır

kişiden gelen hitap gibidir. Müctebâ. Halk bu işten gafil bulunmaktadırlar. T.

Ben derim ki İlk zihne gelen şudur: Maksat, mektuptaki selâmın cevabını vermenin vacib

olduğudur. Mektuba cevap vermek değildir. Lakin Suyûtî´nin el-Camiüssağîr´inde şu hüküm yer

almaktadır: «Mektubun cevabını vermek tıpkı selâmın cevabını vermek gibi haktır.» Şari-hi

el-Münâvî der ki «Bir kişi sana bir mektupta selâm yazarsa, o mektupta sana ulaşırsa lafızla veya

mektupla o selamın cevabını vermen vacib olur. Şâfiîlerden bir grup bunu açıkça söylediler. Aynı

zamanda bu, İbn-i Abbas´ın da görüşüdür.»

Nevevî der ki: «Eğer bir şahısa başka bir şahıstan bir kağıtta selâm gelirse, onu derhal

cevaplandırmak vacib olur. Selâmı tebliğ edene de Neseî´nin rivayet ettiğine göre cevaplandırmak

müstahabtır. Mektubun cevabını vermek daha iyi olur. Eğer terkederse kin gütmeye sebep ola-bilir.»

Bunun için şair şu şiiri söylemiştir: «Dost dostuna yazdığı zaman onun cevabını vermek ittifakla

vacibtir. Çünkü kardeşler karşılaşmadıkları zaman mektuptan daha güzel bir ilişki olamaz.»

«Falana selâm söyle dediği zaman gidip o selâmı söylemek vacib olur ilh...» sözüne gelince; çünkü

bu emaneti sahibine vardırmak kabilindendir. Zahire göre bu vücub hükmü, selâmı götürenin razı

olmasına bağlıdır. Düşün.

Sonra Münâvî´nin Şerhin´de İbn-i Hacer´den nakledilerek şu ibareyi gördüm: Tahkik şu ki: Elci eğer

«ben selâmı götürürüm» diye iltizâm et-miş ise, o zaman emanete benzemiş oluyor. Aksi takdirde

vedia oluyor.» Yani onun boynunda gidip de tebliğ etmek vacib değildir. Nitekim ve-diada hüküm

böyledir.


Şurunbulâlî dedi: «Buna göre kendisine: Selâmını Resulullâh´ın hu-zuruna götür, diye emredenin

selâmını tebliğ etmek gerekir.» Yine «Şu-runbulâlî dedi ki: «Selâmı getirene de cevap vermek

müstahaptır. Senin de üzerine selâm olsun, onun da üzerinde selâm olsun, diyecektir. Bu-nun

benzeri musannifin Tühfetu´l-Akrân adlı kitabında da vardır. İbn-i Abbas´tan bunun vacib olduğu

rivayetini ayrıca ekler.»

Lâkin Tatarhâniye´de dedi ki: «İmam Muhammed bir hadis rivayet etti. Buna göre «kim bir insana

başkasının selâmını getirip tebliğ ederse, selâm alan önce tebliğ edene cevap vermek, sonra hazır

olmayana cevap vermek zorundadır.» Bu ibarenin zahirinden, vacib olduğu hükmü anla-şılıyor.

Düşün.

«Eğer alenen fasık ise selâm vermesi mekruh olur ilh...» sözüne ge-lince; daha önce Aynî´den

nakledilen ibarenin tahsîsi içindir.

Fusûlu´l-Allamî´de şu hüküm yer alıyor: «Yalan söyleyen, durmadan alay eden, fuzulî ve manâsız

konuşan yaşlıya, halka küfür edene, mah-rem olmayan kadınların yüzlerine bakana selâm verilmez.

Alenen fısk iş-leyene, tagannîde bulunana ve güvercin uçurtana bunların tövbe ettik-leri

bilinmedikçe selâm verilmez. Masiyet içinde bulunan bir kavme, sat­ranç oynayanlara Ebû

Hânife´ye göre onları meşgul etmek niyetiyle se-lâm verebilir. İmameyne göre bunlara selâm

vermek mekruhtur. Çünkü bunlar selâma lâyık değildirler.»

«Yemek yiyen kişi gibi ilh...» sözüne gelince; bu sözün zahirinden anlaşıldığına göre lokmayı

ağzına koyduğu ve çiğnediği hale mahsustur. Lokmayı ağzına koymazdan evvel veya çiğnedikten

sonra ona selâm ver-mek mekruh değildir. Çünkü o, selâmın cevabını vermekten aciz değil-dir. Bu

hükmü Şâfiîler açıkça belirtmişlerdir. El-Küfderî´nin Vecîz adlı eserinde şu mesele yer almaktadır:

«Yemek yiyen bir topluluğun yanın-dan geçen, eğer kendisi muhtaç ise ve onların da kendisini

çağıracağını biliyorsa selâm verebilir. Aksi takdirde selâm vermeyecektir.» Buna gö-re; -sözü gecen

durum dışında- yemek yiyene mutlaka selâm vermenin mekruh olması gerekir. T.

«Eğer selâm verirse sevaba müstahak değildir ilh...» sözüne gelin-ce; ´derim ki: Bezzâziye´de şu

hüküm yer almaktır: «Eğer tilâvet halinde selâm verirse, tercih edilen görüşe göre selâmın cevabını

vermek vacib-tir. Ama hutbe, ezan ve fıkhı tekrar etmek halinde mesele değişir.»

Eğer buna rağmen bu durumlarda selâm verirse günahkâr olur. Tatarhâniye.

Tatarhâniye´de şu hüküm de yer almaktadır: «Sahih şudur ki, bu yer-lerde selâmın cevabı verilmez.»

Karî (Kur´an okuyan) hususunda doğru hüküm hakkında ihtilâf var-dır. Ebû Yûsuf´a göre kıraati

bitirdikten sonra, veya âyetin tamam olma-sında, cevap verecektir. İhtiyâr´da şu ifade vardır: «Kadı

mescidin bir ke-narında hüküm vermek üzere oturduğunda, hasımlara selâm vermez. Ha-sımlar da

Kadı´ya selâm vermezler. Çünkü kadı hüküm vermek için otur-muştur. Selâm ise ziyaretçilerin

hediyesidir. Binaenaleyh kadı ne için oturmuşsa onunla meşgul olmalıdır. Eğer onlar selâm vermiş

ise onların cevabını vermek kadı´ya vâcib değildir. Bu hükme binaen; talebelerine fıkıh, veya Kur´an

öğretmek üzere oturmuş bir kimseye birisi girip de selâm verirse, o selâmın cevabını vermeyebilir.

Çünkü o öğretmek için oturmuştur selâmın cevabını vermek kadı´ya vâcib değildir. Bu hükme

binaen; talebelerine fıkıh, veya Kuran öğretmek üzere oturmuş bir kim-seye birisi girip de selâm

verirse, o selâmın cevabını vermeyebilir. Çün-kü o öğretmek için oturmuştur selâmın cevabını

vermek için değil.»

«Mim´in cezmiyle ilh...» En uygunu mim´in sükûniyle demesiydi.

T. dedi ki: «Es-selâmu Aleyküm» diyenin cevabının vâcib olmayışının sebebi; Arapça terkiple gelen

Sünnete muhalefet etmiş olduğundandır. Sanki «elif-lâm» ile te´nin arasını cem edip: «Es-selâmu

Aleyküm» diye-ne de cevab vermenin vâcib olmaması bunun gibidir. Musannıf mim cezmeli

okunursa vâcib değildir,» dediğine göre; eğer elif-lâm´sız olarak kelimeyi tenvinli okursa «selâmun

aleyküm» dese -nitekim meleklerinde Cennet Ehlin´e selâmları böyledir- o takdirde selâmın cevabı

vâcib olur. Öyleyse onun iki sigası vardır. Ve bu daha önce Tatarhâniye´den naklettiğimizin

zahiridir. Zahiriye adlı kitapta şunu gördüm: «Selâm lafzı bütün yerlerde «Es-Selamu aleyküm» veya

tenvinle «Selâmun aleyküm»dür. Bu iki kelimeden başka câhillerin kullandıkları kelimeler selâm

olmaz.»

Şurunbulâlî Musafaha hakkındaki risalesinde dedi ki: «Aleykesselâm kelimesiyle söze başlarız.

Aleykümüsselâm diye de selâm verilmez. Çünkü Ebû Dâvûd, Tirmizî ve başka hadis kitaplarında

sahîh senetlerle Câbir bin Süleym (R.A.) dan şöyle rivayet edilmiştir: Ben Allah´ın resu-lüne vardım

ve «Aleykesselâmu ya Resullah» dedim. Cenab-ı Peygam-ber: «Sakın aleykesselam deme. Çünkü

aleykesselâm kelimesi ölülere verilen selâmdır.» Tirmizî: «bu hadis hasen sahîhtir» demiştir.


Bundan anlaşılıyor ki: «Aleykesselâm» şeklinde selâm verenin cevabını iade et-mek vacib değildir.

Çünkü Allah´.n Resulünün böyle selâma cevap ver-diği değil; bilâkis böyle dememekten menettiği

hükmü vârid olmuştur. Bu, İmam Nevevî´nin zikrettiği üç ihtimalden birisidir. Bunun selâm

ol-madığı tercih edilir. Aksi takdirde Cenab-ı Peygamber, evvelâ selâmın cevabını verecekti, sonra

ona selâmı öğretecekti. Nitekim namazını iyi kılmayana gereken cevabını vermiş, sonra ona

namazın nasıl kılınaca-ğını öğretmiştir. Eğer kişi bir «vav» ziyade ederek «ve aleykümüsselâm»

şeklinde dese, yine cevaba müstahak olmaz. Çünkü bu sîga, selâm ver-meye elverişli değildir.

Binaenaleyh Şafiî imamlarından el-Mittevelli´nin söylemiş olduğu gibi selâm olmaz.»

Ben derim ki: Tatarhâniye´de Ebû Ca´fer´den rivayet edildi: Ebû Yûsuf´un bazı talebeleri, çarşıdan

geçerken «Selamullahi Aleyküm» der-miş. Orta bu hususta soru soruldu. Dedi ki: «Selâm vermek

esenlik di-lemektir. Ona cevap vermek farzdır. Onlar bana cevap vermeseler emri bil ma´rûf vacib

olur. Selamullahu Aleyküm´e gelince bu duadır. Bunun cevabını vermek gerekmez. Bana da bir şey

lazım gelmez. Bunun için ben bunu seçtim.»

Ben derim ki: Bu daha önce geçenle beraber şunu ifade ediyor-. Se-lâmın cevabının vacib olması

ancak. «Esselâmu aleyküm» veya «selâmun aleyküm» şeklinde başlanırsa olur. Daha önce dedik

ki: Bu iki selâma karşılık cevap veren: «Selâmun aleyküm» veya «Esselâmu aleyküm» tar-zında

cevap verebilir. Bunun ifade ettiği şudur: Başlangıca elverişli olan yani selâm vermeğe elverişli

olan siğa cevaba da elverişli olur. Lakin başlangıçtaki ve cevaptaki siygaların hangisi daha

üstündür, bunu daha önceden öğrenmiş bulunuyorsun.

BİR EK:

Tatarhâniye´de dedi ki: «Arkadan gelen kişi sana selâm verecektir. Yürüyen oturana, binen

yürüyene, küçük büyüğe selâm verecektir. İki kişi karşı karşıya geldiklerinde hangisi daha önce

selâm verirse, o daha üstündür. Eğer ikisi beraber selâm verirse her birisi arkadaşının selâ-mına

yeniden cevap verecektir. Hasan dedi ki: Az çoğa selâm verecek-tir.»

Yine Tatarhâniye´de şu hüküm yer almaktadır: «Selâm sünnettir. Ya-yanın yanında genel yolda veya

çölde geçen bir biniciye emniyet telkin etmek için selâm vermesi farz olur.»

el-Bezzâziye´de şu hüküm yer almaktadır: «Şehirden gelen köyden gelenle karşılaştığında selâm

verecektir. Bazıları da köylü şehirden ge-lene selâm verecektir dediler.»

Tebyînu´l-Mahârîm adlı kitap dedi ki: «Nevevî demiştir: Bu edep bir yolda rastlaştıkları zaman

böyledir. Bir kişi oturanın yanına varırsa, va-ran her halükârda selâm verecektir. İsterse büyük,

isterse küçük, ister az ister çok olsun. Tabarânî´de de böyledir.»

T. dedi ki: «Kaideler buna uygun düşmektedirler. Hangisi ecir yönün-den daha efdaldir, konusunda

ihtilâf edilmiştir. Bazıları cevabı veren da-ha efdaldir, bazıları selâm veren daha efdaldir der. Muhit.»

Eğer kişi bir tek mecliste ikinci kez selâm verirse ikinci selâmın ce-vabını vermek vacib değildir.

Tatarhâniye.

Tatarhâniye´de şu rivayet yer almaktadır: «Amr bin Şuayb´ten o da babasından, o da Resulullah´dan

rivayet ediyor: «Bir meclise vardığınızda, kavme selâm veriniz. Meclis´ten dönüş yaptığınızda yine

onlara selâm vererek ayrılınız. Şüphesiz ki dönüş anındaki selâm birinci selâmdan da-ha

faziletlidir.»

«Eve girerse kimseyi görmezse selâm bizim ve Allah´ın sâlih kulları-nın üzerine olsun der ilh...»

sözüne gelince; böylece beraberindeki me-leklere ve hazır bulunan cinlerden olan salihlere ve

başkalara selâm et-miş oluyor. Fakihler dediler ki: Biz neyle mükellef isek, cinler de onunla

mükelleftir. Onların bu dediklerine göre; Selâmın cevabını vermek cin-lere vacibtir. Ancak bu

vacibin mesuliyetinden selâm verene duyurmak suretiyle çıkabilirler. Fakat ben bunun hükmünü

görmedim. Bazen denildi ki: Onlar insanların gözlerinden gizlenmekle emrolundular. Çünkü onlar

ve insanlar arasında ünsiyet ve mücaneset yoktur. Onun zahiren reddi, ilân kabilindendir. Düşün. T.

Ben derim ki: Biz «Esselamu aleynâ ve âlâ ibadillâhi´s-sâlihin» sigasının, dinleyene cevap vermenin

vacib olduğu sigalardan olduğunu teslim etmiyoruz. Çünkü burada bir hitap yoktur. Aksi takdirde

bunu dinleyen insanlara da cevabı vacib olur. Bunun ise sarih bir nakle ihtiyacı vardır. Zahir böyle

bir nakil olmadığıdır. Binaenaleyh cinler üzerinde öncelikle vacip olamaz. Bu sîga sadece

teşehhütte olduğu gibi. mücerret dua için-dir. Daha önce geçtiği gibi, bazı Ebû Yûsuf´un

talebelerinin ihtiyar ettiği sigada olduğu gibi. Düşün.

METİN

Camide dilenen bir kimseye sadaka vermek mekruhtur. Ancak dile-nen insanların omuzlarından


atlamıyorsa o vakit sadaka verilir. Muhtar ve seçilmiş kavle göre böyledir. Nitekim İhtiyar´da ve

Mevâhiburrahmân metninde böyledir. Çünkü Hazreti Ali namazda iken yüzüğünü sadaka vermiş ve

Cenab-ı Hâk onu bu sadakasından dolayı «Rükû halinde olduk-ları halde zekâtı verirler» mealindeki

âyetle övmüştür.

Allah katında isimlerin en sevimlisi Abdullah ve Abdurrahmân´dır. Ali, Reşid gibi müşterek isimlerin

verilmesi de caizdir. Ancak bizim hak-kımızda, Allah´ın hakkında irade edilenden başkası irâde

edilir. Fakat bizim zamanımızda onun gayrısıyla isim vermek daha evlâdır. Çünkü avam bazan

çağırma anında onu tasgir (küçültme) ederler. Sirâciye´de hüküm böyle yer almıştır. Sirâciye´de:

«İsmi Muhammed olanın Ebûlkâsım künyesiyle künyelenmesinde beis yoktur. Çünkü Resul-ü

Ekrem´in «Benim ismimle isim veriniz, fakat benim künyemle künyelenmeyiniz» hadisi nesh

edilmiştir. Çünkü Hazreti Ali oğlu Muhammed Hanefiyye´ye Ebû´l-Kâsım künyesini vermişti.

Kişinin babasını hanımın da kocasını ismiyle çağırması mekruhtur.

Yine Sirâciye´de geçtiğine göre: camide konuşmak mekruhtur. Cena-ze arkasında, tuvalette, cima

halinde de konuşmak mekruhtur. Ebû Leys şunu da ekledi: Bostanda Kur´an okunurken de

konuşmak mekruhtur. Mülteka´da el-Muhtâr´a tabi olarak şu da eklendi: Öğüt esnasında sesi

yükseltmek böyledir. Peki «vecd» adını verdikleri şarkı söylemek hak-kında zannın ne olabilir

Arapça´nın diğer dillerden üstünlüğü vardır. Arapça cennet ehlinin dilidir. Onu öğrenen veya

başkasına öğreten ecir alır. Hadiste: «Arapları üç hasletten dolayı seviniz. Çünkü ben Arab´ım,

Kur´ân Arapçadır. Cen-net ehlinin dili de cennette Arapçadır.»

Aynı eserde şunlar da yer alır: Kabirleri sıvamak muhtar kavle gö-re mekruh değildir. Bazıları

mekruhtur dedi. Pezdevî dedi ki: Eseri kayıp olmasın ve hafife alınmasın diye yazıya ihtiyacı var ise,

üzerine yazı da yazılır. Musannif bunu akrabalar için vasiyet konusunun sonunda zik-retmiştir. Biz

de bunu cenazeler bahsinde daha önce zikrettik.

Bir öfkeden veya bir mali sıkıntıdan dolayı ölümü temenni etmek mekruhtur. Ancak bir masiyete

girmek korkusundan olursa o vakit mek-ruh değildir. Yani dinî bir endişe dolayısıyla değil de

dünyevî bir endişe dolayısıyla ölümü temenni etmek mekruhtur. Çünkü hadiste: «Yerin altı sizin için

üstünden daha hayırlıdır» buyurulmuştur. Hülâsa.

Çocuğa inci takmakta bir beis yoktur. Baliğin durumu da böyledir. Vehbâniye Şerhin´de Münye´ye

nisbet edilerek böyle denildi: «Tarsûsî, yakut, zümrüt gibi diğer taşları da inciye kıyas etmiştir.

Ancak İbni Vehbân bu hususta Tarsusîyle münazaa etmiştir. Yani bunların kıyas edile-bilmesi için

açık bir nakle ihtiyaç vardır, demiş; Cevhere´de, incinin ha-remliği kesinlikle kaydedilmiştir.»

Ben derim ki: Musannif Münye´deki hükmü, İ. Azam´ın sözüne, el-Cevhere´deki sözü de İmameyn´in

sözüne hamlederek; «Fakihler imameynin kavlini tercih etmişlerdir.» dedi. Binâenaleyh Kâfî´de şu

yer al-maktadır: «İmameyn´in sözü bizim memleketin örfüne daha yakındır, onunla fetva verilir.»

Sonra musannif dedi ki: «Buna binaen mezhepte erkekler için inci ve benzerinin kullanılması

mutemed´e göre haramdır. Çünkü bunlar kadınların süs eşyalarındandır.»

Çocuğun velisinin çocuğa halhal veya bilezik giydirmesi mekruhtur. Kızın ve erkek çocuğun

kulağını delmekte -istihsânen- herhangi bir beis yoktur. Mütelkâ.

Ben derim ki: Acaba burna takılan hızma caiz midir O hükmü gör-medim.

Altından veya gümüşten yapılan bir kaleme yazmak veya altın ve gümüş hokkadan mürekkep alıp

yazmak erkek içinde (dişi için) de mek-ruhtur. Sirâciye´de böyledir, dedi. Bundan sonra şöyle dedi:

Silahı altın veya gümüş suyu ile kaplamakta beis yoktur. Atın sırtına vurulan eyerleri, ağızlarına

vurulan gemleri ve kuyruklarına geçirilen kolonyaları Ebû Hânife´ye göre altın ve gümüşle

süslemekte bir beis yoktur. Ama Ebû Yûsuf´a göre caiz olmaz.

Zeyd´in bir cariyesi vardır. Bekir: «Zeyd beni bunu satmakta vekil kıldı» dedi. Bekir´in doğru

söylediği zannı galip ise Amr için bunu vekilden satın almak da bununla cinsî ilişki kurmak da

helâldir. Nitekim bu hüküm daha önce geçti. Eğer zamanın çoğuna göre Bekir yalan söylüyor-sa

kabul etmez ve ondan cariyeyi de satın almaz. Eğer «bu başkasının malıdır» diye ona söylemezse o

zaman onu satınalmakta herhangi bir beis yoktur. Tıpkı zifaf odasına kadınlar tarafından «Senin

hanımındır» diye sokulan kadın ile cinsî ilişki kurmasının helâl olması gibi.

«Kocam beni boşadı iddetim de bitti» veya «ben falanın cariyesi idim, beni azad etti» diyen bir

kadının nikâh edilmesi eğer onun doğru söyle-diğine kanaat getirirse helâldir. Meselenin tamamı

Hâniye´dedir.

Ben derim ki: Özü şudur: Kadın kendisine muhtemel bir emri söy-lediği zaman eğer kadına güvenir


veya kalbine kadının doğru söylediği vaki olursa, onunla evlenmekte bir beis yoktur. Eğer kabul

edilemeye-cek bir emir söylerse ondan bunun açıklamasını istemedikçe onunla evlenemez.

İZAH

«Ancak halkın omuzlarından atlamıyorsa ilh...» Yani namaz kılanla-rın önünden geçmiyorsa

birşeyler verilmesi caizdir.

İhtiyâr´da dedi ki: «Eğer namaz kılanların önünden geçiyorsa halkın omuzlarından atlıyorsa ona

vermek mekruhtur. Çünkü ona vermek, hal-kın eziyeti hususunda ona yardım etmek demektir. Hatta

denildi ki: Di-lenciye camide verilen böyle bir kuruşun yetmiş kuruş kefareti olamaz.»

T. dedi ki: «Camide dilenciye vermenin kefareti, çoğu kez halkın omuzlarından atlayıp eziyet

vermesinden dolayıdır. Eğer camide saflar arasında bir aralık var ise, dilenci de oradan gidiyorsa,

halkın omuzlarından atlamıyorsa ona sadaka vermekte kerahet yoktur. Nitekim bu mef-humundan

böyle anlaşılır.»

«Hz. Ali namazda olduğu halde vermiştir ilh...» Yani namazda ca-mide idi. Evet bu kayıt takdir

edilirse delil tamam olur. Veya en üstünü olan namazda vermek caiz olduktan sonra, mescitte

vermenin caiz ol-ması daha evlâ olur. T.

«İsimlerin en sevimlisi ilh...» sözüne gelince; Bu, Müslüm, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve başka

muhaddislerin İbn Ömer´den merfû olarak rivayet ettikleri bir hadisin lafzıdır. Münâvî der ki:

«Abdullah mutlak bir şekilde en efdal isimdir. Hatta Abdurrahman´dan da efdaldir. Bu iki isimden

son-ra isimlerin en efdali Muhammed´dir sonra Ahmed´dir sonra İbrahim´dir.

Yine Münâvî başka bir yerde dedi ki: «Abdurrahman ile Abdullah´a onlar gibi alan isimler de ilhak

edilmiştir. Abdurrahim ve Abdülmelik gi-bi. Bu iki isimle isimlenmenin efdal olması, kullukla

isimlenmeyi irâde etmekten dolayıdır. Çünkü Araplar daha önce kişiye Abdüşems (güne-şin kulu),

Abdüddar (evin kulu) şeklinde isim verirlerdi. Binaenaleyh bu hadis, Muhammed ve Ahmed isimleri,

Allah katında bütün isimlerden da-ha sevimlidir, hükmüne muhalif düşmez. Çünkü Cenab-ı Hâk,

Peygambe-ri için ancak katında en sevimli olan ismi seçmiştir. Bu doğrunun ta ken-disidir. Onu

mutlak manâya hamletmek caiz değildir.»

Varit olmuştur ki: «Bir kişiye Cenâb-ı Hâk bir erkek çocuk verir o da ona Muhammed ismini verirse,

o kişi de onun çocuğu da cennette olurlar.» İbn-i Asâkir Ümâme´den merfu olarak rivayet etmiştir.

Suyûtî de-di ki: «Bu hadis bir konuda vârid olan en uygun hadistir. Onun isnadı da Hasendir.»

Sehâvî dedi ki: «Onların: «İsimlerin en hayırlısı kendisinden kulluk manâsı veya hamd manâsı

anlaşılan isimdir» sözüne gelince; bunu bil-miyorum.»

«Ali ismini vermek caizdir ilh...» sözüne gelince: Tatarhâniye´de Sıraciyden nakledilerek yer alan

hüküm şöyledir: «Allahın Kitabı´nda bulu-nan el-AIi, er-, el kebir, el-Bedi gibi isimleri çocuğa

vermek caizdir. «Bu-nun benzeri Minahta yine Siraciyeden nakledilerek varit olmuştur. Bunun

zahirinden: Elif Lam´lı dahi olursa isim olarak çocuğa verilmenin caiz ol-duğu anlaşılır.

«Fakat bizimle Allah arasında müşterek olan isimlerle isim verdir-memek zamanımızda daha evlâdır

ilh...» sözüne gelince; Ebu´l-Eys dedi ki: «Acemlerin, yani arap olmayanların Abdurrahman ve

Abdurrahim is-mini vermesi hoşuma gitmiyor. Çünkü onlar bu isimlerin ne demek ol-duklarını

bilmiyorlar. Ayrıca bunları küçülterek kullanıyorlar.» Tatarhâniye.

Bu durum bizim zamanımızda çokça yaygındır. Çünkü Abdurrahim Abdulkerim veya Abdulaziz

isimli insana çağırarak mesela Rahayyim, Kureyyim, Uzeyyiz derler. Abdulkadir isimli insanı da

Kuveydir şeklinde çağırırlar. Bunu kasten yaparsa kâfir olur.

Münye´de şu hüküm yer almaktadır: «Kim Esmayı Husnadan birisine izafe edilen Abdulaziz ve

benzeri isimlerin sonuna tasgir (küçültme) eda-tını eklerse ve bunu kasten yaparsa, kâfir olur. Eğer

ne dediğini bilmi-yorsa, kasti de yapmamış ise küfrüne hüküm edilmez. Kendisinden bu sözü

dinleyenin ona bunu öğretmesi vacibtir.»

Bazıları da ismi Abdurrahman olana Rahmün derler. Türkmenler gi-bi bazıları da Muhammed´e

Hamdo, Hasan´a Haso derler. Dikkat et, aca-ba onlar için bu iki ismi terketmek evlâdır denilebilir mi

«Ben im künyemle künyelendirmeyiniz ilh...» sözüne gelince çünkü yahudiler Resul-ü Ekrem

döneminde «Ya Ebelkâsım» diye bağırıyorlar, Cenab-ı Peygamber de dönüp onlara baktıklarında

«Biz seni kastetme­dik» derlerdi. T.

«Bu hadis nesn edilmiştir ilh...» sözüne gelince; umulur kî nehyin Peygamber´in vefatıyla daha

önceki yasağın illeti ortadan kalkmış ola- bileceği dolayısıyladır.


Bir Ek: Cenab-ı Hâkk´ın ibadet lafzıyla kendisine nisbet etmediği Peygamberi´nin zikretmediği,

müslümantarın kullanmadığı bir ismi evlâ-dına vermek hususunda çok söz edilmiştir. En uygunu

böyle bir ismi çocuğa vermemektir.

Rivayet ediliyor ki: Herhangi birinizin bir çocuğu dünyaya gelir ve ölürse, ona isim vermezden önce

onu defn etmesin. Eğer erkek ise ona erkek ismini verecektir. Eğer dişi ise kız ismi verilecektir.

Eğer erkeklik ve kadınlık durumu bilinmiyorsa hem erkekler için hem kadınlar için kul-lanılabilen bir

isim verecektir. Eğer kişi küçük oğiuha Ebû Bekir künye-sini verirse ve bunu da bozarsa, bazıları

böyle yapması mekruhtur, de-diler. Fakat fakîhlerin çoğunluğu bunu mekruh görmezler. Çünkü halk

bununla tefe´ülü kastetmektedirler. Tatarhâniye.

Allah´ın Resûiü çirkin ismi güz-el isimle değiştirirdi. Meselâ bir kişi adı Esram Resulullah´a geldi

onu Zur´a ismini verdi. Adı Mudtacı olan başka bir kişi geldi Cenab-ı Peygamber ona el-Münba´is

ismini verdi. Ömer´in Âsiye adında bir kızı vardı. Cenab-ı Peygamber onun ismini Ce-mile ile

değiştirdi.

Erkek çocuğa Yasar, Rebâh, Necâh Eflah, Bereke gibi isimler veril-mez. Çünkü bir´insanın: «Senin

yanında Bereke(t) mi » demesine karşı "Hayır» demen uygun bir söz değildir. Diğer isimler de

böyledir. Çocu-ğuna Hakîm, Ebu´l-Hakem, Ebû İsa, Abdü Filân tarzında isimler de ver-memelidir.

Tezkiye manâsını ifade eden er-Reşîd, el-Emin gibi bir isim de ver-memelidir. Fusûlü´l-Allâmî´de

nedeni şöyle açıklanır: Çünkü el-Hakem Al-lah´ın isimlerindendir. Binaenaleyh (baba anlamına

gelen «eb» kelimesi-ni bu isme veya İsa ismine izafe etmek uygun değildir.

Ben derim ki: Musannifin filân´ın kulu» diye de verilmez sözünden Abdünnebi isminin

verilemeyeceği anlaşılır. Münâvî, Demîrî´den şöyle dedi-ğini naklediyor: «Abdünnebî ismini vermek

teşrif niyetiyle olursa caizdir. Ekseri ulemâ bu ismin verilmesinin memnu olduğu görüşündedirler.

Çün-kü burada gerçekten Peygambere kulluk anlaşılabilmesinden korkulur. Ni-tekim Abdüdâr adını

vermek de caiz değildir.»

«Tezkiye-yi nefis için olan isimler de olmaz.» sözünden anlaşıldığına göre Muhiyiddin Şemseddin

gibi içinde yalan olmakla beraber tezkiye olan isimlerin verilmesi mubahtır. Mâliki âlimlerden

bazıları bu tür isim-lerin memnu olduğu hususunda eser telif etmiş Kurtubî, Esma-yı Hüsnâ

Şerhi´nde bunu açıkça belirtmiş ve bazıları da bir şiir yazarak şöyle de-miştir: «Dini görürüm şu kişi

onun Fahr´i olmuş (adı: Fahreddin olanı kastediyor) şu kişi ona yardımcı olmuş (Nasîruddin ve

benzeri isimleri kastediyor.) Allah´dan utanıyor artık din; lakapların bu denli çoğalmasın-dan.

Halbuki bu adları taşıyanlar münkerâtın yaylasında eşek gibi otlu-yorlar. Dini. onlarla aziz olmaktan

tenzih ediyorum ve biliyorum ki, böyle isimlerin insanlara verilmesinde büyük günâh vardır.»

İmâm Nevevî´den nakledildiğine göre; kendisine Muhyiddîn lâkabı-nı veren kişilerden pek

hoşlanmaz ve şöyle dermiş: «Beni Muhyiddin diye* çağıran kişiyi helâl etmem.»

Arif billâh şeyh Sinan da Tebyînu´l-Mehârim adlı kitabında buna mey-letmekte ve isimleri böyle

olanların başına kıyameti koparmakta, «bu Kur´ân-ı Kerîm´de yasaklanan tezkiye´ye yani nefsi

övmeye giriyor» demek­tedir.

Müderrisler için Türkçe «Efendi, Sultanım» ve benzeri kelimeler gibi kullanılmakta olan sözler

yalandan sayılır. Bunları söyledikten sonra şu-nu ekler: «Eğer denilirse ki bunlar mecazdırlar, özel

isimler gibi olmuş-lardır. Böylece tezkiye yani övme manâsını ifade etmekten çıkmıştır.» Cevap

olarak deriz ki: «Bu sözlerinizi görülmekte olan durum reddet-mektedir. Zira bu adamların birisini

esas ismiyle çağırdığınız zaman öz isimleriyle seslenenlere kırılırlar. Anlaşılıyor ki tezkiye manâsı

bu keli-melerde halen vardır. Sahabelerin büyükleri ve başkaları özel isimleriyle çağırılıyorlar ve

çağıranlara kızdıkları da nakledilmemiştir. Eğer özel ismiyle çağırmakta, ilim tezimini, ilim ehlinin

yüceltilmesini terketmek söz konusu olsaydı, sahabeler kendilerini özel isimleriyle çağıranları bu

iş- ten men edeceklerdi.» Özetle.

Konuyu bu şekilde uzun uzadıya açıklamış bulunuyor. Oraya müra-caat uygun olur.

«Kişinin babasını, karının da kocasını ismiyle çağırması mekruhtur ilh...» Bunun yerine tazimi ifade

eden bir lâfız kullanmalıdır. Mesela «Efendim» ve benzeri. Babanın evladı, üzerinde, kocanın da

hanımı üzerin-de hakkı büyüktür. Bu, tezkiyeden de olamaz. Çünkü tezkiye, çağırılan-la ilgilidir.

Yani çağrılan kişi tezkiyeyi ifade eden bir kelime ile kendisini isimlendiriyor. Buna karşılık

çağrılandan istenilen ve derece bakımından üstün olan kişiye karşılık edebini takınmak söz

konusudur, burada.

«Mescitte konuşmak mekruhtur ilh...» sözüne gelince; Hadiste varit olmuştur ki: «Mescitteki söz,


ateşin odunları yediği gibi insan oğlunun hasenelerini yer bitirir.» Zahiriye ve başka kitaplarda: «Bu

mescitte ko-nuşmak maksadıyla oturduğu zamana mahsustur.» İtikâf babında bu ko-nu geçti.

Bunlar mescitte konuşulan helâl şeyler konusunda olması ha-lindedir. Haram konusunda değil.

Çünkü konuşulan konu haram ise, gü-nah bakımından daha dehşetli ve korkunçtur.

«Cenazenin arkasından konuşmak da mekruhtur ilh...» Yani sesini yükselterek konuşursa. Onun

hakkında konuşma da müsabaka konusun-dan biraz öncesinde geçti.

«Helada konuşmak da mekruhtur ilh...» Çünkü helada konuşmak Cenab-ı Hâkk´ın öfkesini gerektirir.

«Cima halinde de konuşmak mekruhtur ilh...» Çünkü cima gizli ol-ması gereken bir haldir. Resul-i

Ekrem de cima halinde edebî emretmiş-tir. T. Şir´a´da nakledildi ki: «Cima halinde çok konuşmamak

sünnetten-dir. Çünkü çocuğun dilsiz olması bu halde çok konuşmaktan ileri geli-yor.»

«Öğüt verirken de konuşmak mekruhtur ilh...» Yani sesini yüksel-terek konuşmak mekruhtur.

Tatarhâniye´de dedi ki: «Burada vaizin vaaz ederken sesini yükseltmesi kasdedilmemektedir. Ancak

burada vaaz edi-lirken, zikredilirken bazılarının «la ilahe illallah» veya Resulullahın ismi geçtiğinde

selâvatı sesli getirmek suretiyle seslerini yükseltmeleri kas-tedilmektedir.»

«Ya vecd diye isimlendirdikleri tağannî anında seslerini yükseltme-leri nasıldır ilh...» Yani tağannî

anında sesini yükseltmek kastediliyor. Bu konuların tümü üzerinde daha önceden durmuş

bulunuyoruz.

«Arapları üç şeyden dolayı seviniz ilh...» Hadis cemaat siygasıyla birçok nüshalarda böyle vârid

olmuştur. Camiu´s-Sağir ile diğer hadis kitaplarında olana da uygundur. Fakat bazı nüshalarda

«ben severim» veya «sen arabı sev» anlamında okunabilecek şekilde sonu «vav»sız vâ-rid

olmuştur. Cerrahî dedi ki: «Bu hadisin senedinde zayıflık vardır. Arap-lar/ sevmeye dair birçok

hadis vârid olmuştur. Onların tümünü bir araya getirirsek, hadis hasen olur. Hatta bir grup bu

hususta başlı başına telif-ler yazmışlardır. Bunlardan birisi Hafız el-İrakî´dir. Diğeri de bizim

dos-tumuz el-Kâmil es-Seyid Mustafa el-Bekrî´dir. Bu hususta yirmi defterlik bir eser telif etmiştir.»

Bu hadisten maksat Arapları Arap olduklarından dolayı sevmeye teş-viktir. Bazan iman ve faziletten

dolayı arapların fazla sevilmesi gerekir. Bazen onların küfür ve nifaklarından meydana gelen arizî ve

buğuzu ge-rektiren durumları da vardır. Bunun tamamı Münâvî´nin Şerh´inde yazılmıştır.

«Cennet ehlinin dili de arapçadır ilh...» ibaresine gelince; Câmiu´s-Sağir´de «dil» yerine «kelâm»

gelmiştir. Yani cennet Ehlinin Kelâmı Arap-çadır.

«Dünya korkusundan dolayı ölümü temenni etmek mekruhtur ilh...»

sözüne gelince; Hülâsa´da ibare şöyledir: «Bir kişi maişetinin darlığın-dan ötürü veya düşmanının

öfkesinden dolayı ölümü temenni ederse bu, temenni mekruhtur. Çünkü Resûl-i Ekrem: «Sakın

herhangi biriniz ba-şına gelen bir zarardan ötürü ölümü temenni etmesin» buyurmuştur. Eğer

zamanının bozulmasından, günahların çokça ortaya çıkmasından ve ken-disi de günaha girmekten

korktuğundan ötürü temenni ederse sakıncası yoktur. Çünkü Resul-ü Ekrem´den buna benzer bir

rivayet gelmiştir. Bu-yurdular: «Yer yüzünün içi size yer yüzünün üstünden daha hayırlıdır.»

Ben derim ki: Birinci hadis, Sahih-i Müslim´dedir: «Sakın herhangi bi-riniz kendisinin basına gelen

bir zarardan dolayı ölümü temenni etmesin. Eğer illâ ölümü temenni etmesi gerekiyorsa şöyle

desin: «Ey Rabbim, ha-yat ´benim için hayırlı olduğu müddetçe beni diri bırak; fakat benim için

vefat hayırlı olduğu zaman da canımı al!»

«İbni Vehbân Tarsusî´nin bu görüşünü tartışmıştır ilh...» ibaresine gelince aynı şekilde şöyle der:

«Çünkü deliller bu gibi şeyleri takmanın cevazı konusunda tearuz etmektedirler.» Yani

çarpışmaktadırlar. Fakat İbn-i Şıhne bu görüşünü şöyle red etmiştir: «Bu safsata bir sözdür; bu-nun

herhangi bir delilini bilmiyoruz. O taşları çocuğa takmanın yasak olması hususunda bir şey varit

olmamıştır.»

Ben derim ki: Bazen deniliyor ki: «Cenab-ı Hâkk´ın«Oradan giyindiği-niz süs eşyasını

çıkarıyorsunuz» âyetinin tefsirinde, «inci ve mercanı çı-karıyorsunuz» denilmektedir. Buna göre bu

âyet, bunları kullanmanın ca-iz olduğuna delildir. Sunarın kullanılmasının caiz olduğuna şu ayet de

delâlet eder: «Size yer yüzünde olanın tamamını halketti.»

Yasak meselesine gelince, Kadınlara benzetme noktasından ileri ge-liyor. Çünkü bu inciler,

yakutlar, zümrütler kadınların süs eşyalarıdır. Ebû Dâvûd, Nesaî ve İbni Mace ve Hâkim´in rivayet

ettiği ve Hâkim´in aynı zamanda: Bu Müslim´in şartı üzere sahihtir, dediği bir hadis var-dır: «Allah´ın

Resulü kadının elbisesini giyen erkeğe, erkeğin elbisesini giyen kadına lanet okumuştur.»


Lâkin inci de öncelikle bunun kapsamına girmiş oluyor. Çünkü ka-dınların inci ile süslenmesi diğer

taşlardan daha fazladır. Binaenaleyh yani taşlar arasında fark görmek buna uygun düşmez. Düşün.

«Cevhere´de incinin erkek çocuk için kullanılmasının haram olduğu-nu kesin olarak belirtilmiştir

ilh...» Sirâc´da da hüküm böyledir. Çünkü inci kadınların süs eşyasındandır.

«Minye´de yer alan hükmü musannif Ebû Hânife´nin kavline hamlet-miştir ilh...» Bunu Zeylâî´nin

sözünden alarak giyim konusunda zikretti.

«Sonra; Cevhere´deki hükmü de İmameynin kavline hamletmiştir ilh.». Yani inci gerdanlık giymek

süs takınmak demektir. Metin sahipleri Ey-man (Yeminler) kitabı´nda bunu kabul etmişlerdir. Eğer

«Bir daha hiç bir süs eşyasını giymeyeceğim» diye yemin eder sonra da inci takarsa, ken-disine

keffaret düşer. Çünkü örfe göre bunlar süs kabul edilmektedir.

«Buna göre mezhepte incinin ve benzerinin giyilmesi erkekler için haram olur. Çünkü kadınların

takılarındandır ilh...» Fakat derim ki: Buna binaen haramlığa itibar etmek tartışılır. Çünkü

İmameynin kavlini tercih etmek, süs olması hususundaki görüşlerini tercih etmek oluyor. Ancak

yeminlere örfe itibar edilir. Örfün bunu süs eşyası saymasına gelince; kişinin herhangi bir süs

eşyasını giymeyeceğini yemin etmesinde kefaret olduğunu ifade eder. Erkekler için bunun giyilmesi

haramdır, anlamına gelmez. Zira her süs eşyası erkekler için haram değildir. Çünkü erkek-ler için

mesela yüzük takmak helâldir. Dört parmak kadar altın tellerle örülmüş elbiseyi giymek, altınla

süslenmiş kılıcı ve kemeri taşımak da helâldir. Evet, haram olmanın, illeti görülen: bunlar kadınların

süsündendir, bu nedenle burada kadınlara benzeme vardır bundan dolayı da ha-ramdır

kullanılmasın. Nitekim biz bunu daha önce söyledik. Düşün.

«Velinin çocuğa halhal denilen baldır bileziğini, veya kol bileziğini takması mekruhtur ilh...» sözüne

gelince; Yani erkek çocuğa bunları ta-karsa mekruhtur. Çünkü bunlar kadınların süsündendirler. T.

«Kızın ve tıflın (erkek çocuğun) kulağını delmekte beis yoktur ilh...»

ifadesine gelince, zahire bakılırsa «tıfıl» kelimesinden erkek çocuk kasdedilmektedir. Oysa

çocukların kulağınnı delinmesi küpeyi takmak için-dir. Küpe de kadınların süslerindendir. Erkekler

için helâl değildir. Bütün kitaplarda genel olarak yer alan hüküm ve bizim de daha önce

Tatarhâniye´den naklettiğimiz hüküm şudur: «Küçük kızların kulağını delmekte bir beis yoktur»

el-Hâvi el-Kudsî´de şu ek de vardır: «Erkek çocukların kulaklarını delmek caiz değildir.» Öyle ise

musannifin ibaresindeki: «ve´ttıflî» ibaresinin önündeki «vav»ının düşürülmesi uygun olurdu.

«Ben bunu görmedim ilh...» sözüne gelince; derim ki: «Eğer bu şey, bazı memleketlerde olduğu

gibi kadınların süs için kullandıklarından ise küpe için kulağı delmek gibi oluyor. T.

Şâfiîler bunun caiz olduğunu açıkça belirtmiştir. Medenî.

«Erkekler ve kadınlar için altın ve gümüşten yapılmış kalemlerle yaz-mak mekruhtur ilh...» ibaresine

gelince; biz Hâniye´den bundan daha ge-nel olan hükmü naklettik. O da şudur: «Süs dışında kalan

altın ve gü-müş kaplardan yemek, içmek, yağlanmak ve akitler hususunda kadınlar-da erkekler

gibidirler.»

«Zeyd´in bir cariyesi vardır ilh...» Amr da bu cariyenin Zeyd´e ait ol-duğunu biliyorsa veya Bekir

bunu Amr´a söylemişse Amr bu cariyeyi Bekir´den satın alabilir.

«Eğer zannının çoğu Bekr´in doğru söylediği noktada ise ilh...» Bu tafsilât Hidâye ve başka

kitaplardan da anlaşıldığına göre; eğer bu du-rumu güvenilir bir kimse kendisine haber verirse

bahis konusudur. Yu-karıda kabul etmesi şu nedenden ileri geliyor: Çünkü muamelelerde ha-ber

verenin önceden geçtiği gibi adaleti lazım değildir. Çünkü bu konu-da ihtiyaç olduğundan; zannın

çoğu, yakînin yerine geçer.

«Satan onu bu başkasının malıdır diye haber vermezse ilh...» Yani satın alan da bunu bilmese dahi.

Hidâye´de dedi ki: «Eğer daha öncesinin olduğunu biliyorsa, onun ikinciye intikal etmesini

bilinceye kadar satın alamaz.» Zeylâî´de: «onu ikincinin birinciye vekil olduğunu bilinceye ka-dar

satın alamaz» eki vardır.

«Ondan o malı almakda beis yoktur ilh...» Fâsık dahi olursa. Çünkü elde bulundurmak mülkün

delilidir. Zahir yani belirgin delil olduktan son-ra, zannın çoğuna itibar edilmez. Ancak onun benzeri

bir insan böyle bir şeyi mülk edinemez ise, o zaman bundan kaçınması, satın almaması

müstahaptır. Bununla beraber eğer satın alırsa Şer´î delili kabul ettiğin-den dolayı alış verişi

sıhhatlidir. Eğer satıcı köle ise onu sonradan satın alamaz. Çünkü kölenin mülkü yoktur. Eğer satıcı

köle ise sormadan sa-tın almaz. Çünkü kölenin mülkü olamaz. «Efendim bu konuda bana izin

vermiştir» dese ve güvenilir biri ise, sözü kabul edilir. Aksi takdirde zan-nın en çoğuna itibar edilir.


Eğer bu hususta herhangi bir görüşe vara-mıyor ise, mani olduğundan dolayı onu satın alamaz.

Mutlaka delil la-zımdır. Hidâye veya başkası.

«Bunun tamamı Haniye´dedir ilh...» sözüne gelince; Hidâye´de de bu kitabını Alış-Veriş faslında öyle

olduğu yazılmaktadır.

«Eğer kendisine müstenker bir iş söylerse onu istifsar etmedikçe ka-bul etmez ilh...» Meselâ, bir

kişi evlendikten sonra, kadın: «Benim nikâ-hım fasid idi» yahut «Benim kocam islâmdan başka bir

din üzeredir.» dese onun sözünü kabul etmek imkânı da, onunla evlenmek imkânı da yoktur. Çünkü

o müstenker bir işi haber vermiştir. Üç talâkla boşanmış bir ca-riye birinci kocasına: «Ben senin

için helâl oldum (hülle yaptım)» dediği zaman, birinci kocasına onunla evlenmek «ne şekil bana

helâl oldu » diye istifsar etmedikçe helâl olmaz. Çünkü sadece ikinci kocanın nika-hıyla kadın

birinci kocasına helâl olur mu, hususunda âlimler ihtilâf et-mişlerdir. Çünkü bazıları: «ikinci

kocanın sadece nikâh etmesiyle birinci kocasına helâl olur.» demişlerdir. Umulur ki kadın da bu

görüşe istina-den bu sözü söylemiştir. Onun için kadından onun istifsarı lazımdır. Bu meselenin

tamamı Fetih´tedir.

METİN

FER´İ KONULAR : «Şâfiînin kavline gelince» diye yazarsa, Ebû Hanife´nin cevabını da yazmalıdır.

Müftü «Bu kişi yemini kabul edilir.» diye yazdığı zaman, «hüküm ba-kımından tasdik edilmez» diye

de yazmalıdır. Ta ki kadı onun yeminini bozmuş olduğuyla hükmetsin.

Kur´ân´ı, ezanı güzel bir sesle tercî etmek, güzeldir. Eğer orada faz-ladan harf eklemezse. Eğer

fazladan harf eklerse, hem okuyana hem de dinleyene kerahet vardır. Kişinin Kur´ân okuyana:

«Güzel yaptın» de-mesi, eğer onun sükutu için ise güzel bir sözdür. Eğer «O kıraati güzelleştirdin»

anlamında olursa kişinin küfründen korkulur.

Hakkın zaferi için ilmi münazara etmek, ibâdettir. Fakat şu gelecek üç hasletten birisi için münazara

etmek haramdır. 1 - Bir müslüman mağlup etmek, 2 - İlmini ortaya koymak, 3 - Dünya veya mal veya

halkın katında makbul olmak için...

Vaaz ve öğüt vermek için minberler üzerinde hatırlatmak yani öğüt vermek, nebiler ve mürsellerin

Sünneti Seniyesidir. Riyaset için mal ve kabul için genel bir kabul için yapıyorsa yahudi ve

hıristiyanların sapıklığındandır.

Kur´ân´ı bilinen bir okuyuşla ve şaz okuyuşla bir defada okumak el-Havî el-Kudsî´de yer aldığına

göre mekruhtur.

Erkekler için saclarını ve sakallarını harpte değilse dahi kınalamak en sıhhatli görüşe göre

müstahaptır. Fakat en sıhhatli görüş, Allah´ın Resulünün böyle birşey yapmadığı olur... Siyah ile

boyamak mekruhtur. Bazıları da mekruh değildir dediler. Mecmau´l-Fetâvâ. Bütün bunlar

Mu-sannifin Minâh´ından nakledilmiştir.

Kendisinden yararlanmayan kitaplardan Allah´ın, meleklerin ve pey-gamberlerin ismi silinir gerisi

yakılır. Akan bir suya olduğu gibi atılma-sında da beis yoktur. Veya defnedilir. Peygamberlerin

cesetlerinin def-nedilmesinde olduğu gibi bu daha güzeldir.

Mekruh olan kasasa gelince: kişinin kavme belirli ve bilinen asılları olmayan şeyleri söylemesi

veyahut kendisinden hiçbir nasihat alınma-yan şeylerle halka vaaz etmesidir. Veya aslında eksiklik

veya fazlalık yapmasıdır. Fakat latif ve ince ibarelerin süslenmesi için şerhin fayda-ları için

fazlalıklar eksiklikler yaparsa bu güzeldir.

Efdal olan, naibe (zaruret için toplanan vergi) hususunda mahalle-sinin sakinlerine ortak olmasıdır.

Fakat bizim zamanımızda bu naibenin çoğu zulümdür. Binaenaleyh onu nefsinden uzaklaştırma

imkânına sahip olan bir kimse, böyle yaparsa güzellik yapmış olur. Eğer verirse o vakit istemeyerek

acizliğinden vermiş olsun.

Hak sahibinin hakkının cinsinden başka malı almak yetkisi yoktur. Fakat İmam Şafiî haksızın

malından hakkı kadar -ister cinsinden olsun ister olmasın- almayı caiz görmüştür. İmam Şafiî´nin bu

görüşü daha geniştir.

Bir öğretmen talebelerinden sergilerin parasını istese o parayı toplasa; bir kısmıyla sergi alıp bir

kısmını da kendisine bıraksa; tasarrufta yetkisi vardır. Çünkü o paralar çocukların babalarından

ona temlik edil-miştir.

İZAH

«Şâfiînin kavline gelince diye yazarsa ilh...» sözüne gelince; burada sözle sormak yazı gibidir. Diğer


mezhep sahipleri de İmam Şafiî gibidir.

«Ebû Hanîfe´nin cevabını yazması gerekir ilh...» Bu, fakihlerin: «Ki-şi mezhebinin doğru olduğunu,

hatâ ihtimalinin bulunduğunu; başkasının mezhebinin ise hata olup doğru ihtimalinin bulunduğu»

şeklinde inan-masından ileri geliyor. Bu hüküm: «Daha üstün varsa onun altındaki bir insanı taklit

etmek caiz değildir.» kaidesine dayanır. Fakat hakikat şudur ki; böyle birşey caizdir. Bu inanç

müctehit hakkındadır. (Yani müctehid kendisinin doğruyu bulduğunu, hata ihtimali • bulunduğuna,

başka müctehidin hatalı olduğunu doğruyu bulmuş olmak ihtimalinin bu-lunduğuna, inanmalıdır).

Tâbi mukallid için bu inanç gerekmez. Çünkü mukallid, feri meselelerde müctehidlerden herhangi

birisini taklid etmek-le kurtulur. Mukallidin üzerinde tercih vacib değildir. Bunun benzeri, üstad

Abdulgani en-Nablûsî´nin: Hülasâtu´l-Tahkîk fî Beyânı Hukmi´t-Taklîd adlı eserinde yer almaktadır.

Müftü: «Bu kişi diniyle yemine verdirir dediği zaman» yani bunu ya-zarsa; meselâ, kendisinden

yemin edip istisna yapan ve yeminini hiç kim-seye duyurmayan bir kişinin hali sorulursa, cevap

olarak: Bu kişi kendi-siyle Rabbı arasında keffarete çarpılmaz.» diyecektir. Bu cevabın arkasın-da

«Fakat, hüküm yönünden doğrulanmaz» diye yazılmalıdır. Çünkü ka-dıların çoğu bizim

zamanımızda cahildirler. Çoğu kez hakim, «bu adam madem din yönünden tasdik edilmiştir; hüküm

yönünden de tasdik edilir.» diye zannedecektir.

«Kur´ân ve ezanı güzel sesle tercî etmek güzeldir ilh...» sözüne ge-lince; en uygunu tağannî sözünü

kullanması idi. Çünkü «tercî» lügatta «tekrarlamak» demektir. Muğrib´de müellif dedi ki: «Ezandaki

tercî de bundandır. Çünkü müezzin evvelâ şehadet kelimelerinin ikisini sesini al-çaltarak getirir.

Sonra onları sesini yükselterek tekrarlar.

Zahîre´de şu ifadeler vardır: «Eğer lahinler kelimeyi bozmuyorsa, tagannî yapılan harfleri meydana

getiren uzatmaları, bir harf iki harf ola-cak hale getirmiyorsa; yalnızca sesin güzelleştirilmesi için

yapılıyorsa ve kıraatin güzelleştirilmesi hedef edinilmiş ise; o zaman namazın fasid ol-ması

gerekmez. Bu biz Hanefîler katında namazda da namazın haricin-de de müstahabtır. Eğer kelimeyi

bozuyorsa, no azı ifsad eder; çünkü bu, yasaktır. Med´in ancak, med, havaî ve illetli < harflerde

yapılması ca-izdir.»

Kıraati ses ile güzelleştirmek hususunda birçok hadisler vârid olmuş-tur. O hadislerden birisi

Hâkim ve başka muhaddislerin Câbir´den şu la-fızla rivayet ettikleri hadistir: «Kur´an-ı seslerinizle

güzelleşiriniz. Çünkü güzel ses, Kur´â´nın güzelliğini arttırır.»

«Eğer harf ilâve ederse ilh...» Yani eğer kelimenin manâsını değiş-tirecek tarzda ise mekruhtur, yani

haramdır.

«Ve böyle bir kimsenin hakkında küfürden korkulur ilh...» Çünkü böyle bir kimse haram olduğu

üzerinde icmâ olunan bir haramı hasen kılmıştır. T. Umulur ki, bu kişi yüzde yüz kat´î şekilde kâfir

olmaz. Çünkü onun bunu tahsîn etmesi Kur´ân´ın anlamını değiştirmekten dolayı değil, belki nağme

ile okuyup bir çeşit neşe verdiğinden dolayıdır. Düşün. Bi-zim zamanımızda halk için haram

tağannîde bulunan kişilere: «Allah mü-barek kılsın, Allah nefeslerini güzelleştirsin» demek de buna

yakındır. Eğer tağannisinden dolayı ise, bu dinlemekle beraber ayrı bir masiyettir. İşte bu durumda

küfre düşmekten korkulur. Bu noktaya dikkat kesilme-lidir.

«Dünya veya mal veya insanların yanında kabul için yaparsa yahu-di ve hıristiyanların delâletinden

olur ilh...» Havî el-Kudsî´nin ibaresi şöy-ledir: «Mal veya mal benzeri veya kabul benzeri bir iş için

yaparsa» Minâh´da da ibare böyledir.

«Şart kıraat ilh...» on kıraatin dışında kalan kıraattir. T.

«Bir defa da okursa ilh...» Sadece şaz kıraat ile yetinmesinde ke-rahet vardır, demesi evlâ olurdu.

Bunun namazda kâfi gelmeyeceğini ve namazı ifşa de de etmeyeceğini daha önce belirtmiş idik. T.

«el-Hâvî el-Kudsî´de böyledir ilh...» ibaresi; yani «Kur´ân-ı tercih´le okumak» meselesinden buraya

kadar geçen bütün ifadeler; Hâvî el-Kudsî´de vardır.

«Saçlarını ve sakalını kınalaması müstahabtır ilh...» sözüne gelin-ce; erkeklerin ellerine, ayaklarına

kına yakması mekruhtur. Çünkü kendisini kadınlara benzetmiş oluyor.

«En sıhhatli görüş, odur ki Resul-ü Ekrem bu işi yapmamıştır ilh...»

Çünkü Cenâb-ı Peygamber´in kınaya ihtiyacı olmamıştır. Zira vefat etti-ği zaman saçında ve

sakalında yirmi taneden az beyaz kıl vardı. Hatta Buhari ve başka hadis kitaplarında olduğu gibi

onyedi tüy vardı. Ebû Bekir Sıddık´ın hem kınayı hem de ketem denilen kınamsı maddeyi kul-landığı

varid olmuştur. Medenî.


«Siyah boya ile mekruhtur ilh...» Yani harpten başka anlarda. Zahî-re´de müellif dedi ki:«Taki

düşmanın gözünde dona korkulu ve heybetli olsun diye harb için siyaha boyanmak ittifakla

övülmüş bir harekettir. Eğer kadınlar için süslü görünmek için ise mekruhtur. Meşayih umumî

olarak kanaattedirler. Bazıları da «Kerâhetsiz olarak caizdir» demişler-dir. Ebû Yûsuf´un şöyle

söylediği rivayet ediliyor: «Nasıl kadının süslen-mesi hoşuma gidiyorsa, onun için benim de

süslenmem onun hoşuna gi-der.»

«Kendileriyle faydalanılmayan kitaplardan Allah, melekler ve pey-gamberler ismi silinir, yakılır ilh...»

sözüne gelince bu meseleler buradan şiirlerin geleceği noktaya kadar hepsi el-Müctebâ´dan

alınmıştır. Nitekim ileride Müctebâ´ya nisbet edilecektir.

«Peygamberde olduğu gibi ilh...» İbaresine gelince; Nüshaların çoğun-da böyledir. Fakat

bazılarında el-Eşbâh´da olduğu gibidir. Ancak Müctebâ´nın ibaresi «Defnetmek, Peygamberler ve

veliler öldükleri zaman olduğu gibi, burada da daha güzeldir. Bütün kitaplar çürüdüklerinde

ken-dilerinden artık yararlanılamaz hale geldiklerinde de hüküm böyledir.»

Yani onları defnetmek kitapların tazmini helâldar etmek değildir. Çünkü insanların en üstünleri olan

Peygamberler defnedilirler.

Zahîre´de şu hüküm yer almaktadır: «Mushaf, yırtılır ve artık okun-ması mümkün olmayacak hale

gelirse, ateşle yakılmaz. İmam Muhammed buna işaret etti ve biz bu hükmü alıyoruz. Ama onu

defnetmek mekruh değildir. Uygunu onu tâhir bir parça beze sarmaktır. Ona laht de yapı-lır. Çünkü

eğer yer ortadan yarılarak koyulursa, o vakit toprak üzerine yıkılır. Onun üzerine toprak atmak ise

bir nevi hakarettir. Ancak üzerine bir tavan gibi bir şey yaparsa, hakaret söz konusu olmaz. Dilerse

onu bir abdestsizin eli, toz ve herhangi pislik varamayacaktır. Bunu temiz bir yere koyar. Allah´ın

Kelâmını tazim etmek için yapmalıdır.»

«Mekruh olan kasas da belli aslı olmayan şeyleri halka söylemek ilh...» sözlerine gelince; asi

kendiliğinden sabit olmayan bir şeyi artır-mak veya eksiltmek. Kelâmın aslını bazı şeyleri

kendiliğinden artırıyor ki, bunlar sabit değildir veya menkul ve sabit olan bir şeyin anlamını

değiştiriyorsa; demektir.

«Nâibe´yi defetmek imkânı var ise güzel olur ilh...» sözüne gelince; bu sözü mutlak şekilde nakletti

ve böylece naibesini başkasının boy-nuna atacak ise; atacağı şekli de kapsamış olur. Oysa

Kınye´de şu hü-küm yer almaktadır: «Bir cemaatin üzerine haksız bir vergi bir (cibâye) konulsa

bazıları hissesini diğerlerine yükletmemek şartıyla onu nefsin-den def etmeye kadirse, defetsin.

Eğer hissesini diğerlerinin boynuna at-mak suretiyle kendini kurtarıyorsa evlâ olan onu nefsinden

atmamasıdır.» Müellif Allah rahmet eylesin dedi ki: «Burada bir işkâl vardır. Çünkü bu kişinin bu

vergiyi vermesi zâlimi zulmünde desteklemektir. Sonra Serâh-sî zikrediyor ki: «Cerîr ile oğlu halkla

beraber vergiyi vermeye iştirak etmişlerdir. Bunu kendi nefsinden uzaklaştırdıktan´sonra yapmıştır

Son-ra şöyle dedi: «İşte bu, o zamanda idi. Çünkü o zamanın vegisi, taate bir yardım idi. Bizim

zamanımızdaki vergilerin çoğu zulüm tarikiyle olur. Binaenaleyh onu nefsinden def etme imkânına

sahip olan herkes için bu defetmesi daha hayırlıdır.»

«İmam Şafiî caizdir ilh...» sözüne gelince; Hacr Kitabı´nda daha ön-ce söyledik ki: «Bunu almamak

onların zamanına mahsus bir şey idi. Bugün ise fetva almanın caiz olması şeklindedir.»

«İmam Şafiî´nin görüşü daha geniştir ilh...» sözüne gelince; çünkü bu kişinin hakkını almasının tek

yolu olmuştur. Böylece kişinin hakkı, su-retten gasıpta itlafta olduğu gibi malî olmak durumuna

geçmiş oluyor. Müçtebâ.

Müctebâ´da şu hüküm de yer almakta: «Kişi borçlusuna ait dinar-ları bulsa ve kendisinin alacağı ise

dirhemler olsa, o altınları alabilir. Çünkü semeniyette (yani para birimi olmakta) cinsleri birdir.»

«Çünkü çocukların babaları o parayı öğretmene temlik etmişlerdir ilh...» Bunun böyle olmasının

delili de şudur: Onlar parasının satın alı-nan maldan geri kalanını kendilerine geri vereceğini

düşünmezler ve bu-nunla beraber çoğu kez bilirler ki aldığı para fazla gelecektir. Hülâsa adet

muhakkemdir. Anla.

METİN

Cariyesinin gözü önünde nikâhlı hanımıyla ilişki kurmasında beis yoktur. Fakat bunun aksi olmaz.

Kıymetsiz bir eşyayı yerde bulsa onunla yararlanmakta bir beis yok-tur. Eğer eşya kıymetli ise.

bulan da zengin ise onu sadaka verecektir.

İçinde mushaf olan bir evde cinsî ilişki kurmakta bir beis yoktur. Çünkü bu genel bir durum

olmuştur.


Müslüman bir kadın eyer üzerine binmez. Çünkü bu hususta hadis vardır. Bunu oyalanmak için

yaparsa bu böyledir. Eğer harb, hac, dinî veya dünyevî bir maksatla binmek mecburiyetinde ise

binmesinde her­hangi bir beis yoktur.

Kur´ân tagannî ile okusa fakat elhanıyla Arapça ilminde sahih olan ölçülerin çıkmasa güzeldir.

Fecrin doğuşundan güneşin doğuşuna kadar Allah´ı zikretmek, Kur´ân okumaktan evlâdır. Güneş

doğduğu veya battığı zaman Kur´ân okumak müstahabtır.

Namazın akabinde imâmın Âyete´l-Kürsî´yi ve el-Bakara Sûresi´nin sonu olan ayetleri okumasında

bir beis yoktur; fakat bunu sessiz oku-ması daha üstündür.

Namazdan sonra sesli olarak mühim şeyler için Fatiha okumak bi-dattir. Üstadımız dedi ki: Lâkin

Fatiha okumak âdet ve konu ile ilgili eserler dolayısıyla müstahsendir.

Rüşvet malı almakla, kişinin mülküne geçmez.

Dilinden yana korktuğu takdirde rüşvet vermesinde bir beis yoktur. Çünkü Allah´ın Resulü şairlere

dilinden korktuğu kimselere mal veriyor-du. Müellefe-i Kulub´a zekâtlardan pay verilmesi bunun ve

benzerlerinin delili olarak yeter.

Bir mahallenin halkı o mahallenin imamına mal toplarlarsa güzel-dir.

Tuz, mera, su ve madenler gibi her mubah şey için para almak ha-ramdandır.

Gazi bir kimsenin gaza için, şair bir kimsenin şiiri için, meseleci bir kimsenin hikayecilerin para

alması da böyledir. Çünkü Cenâb-ı Hâk: «İn-sanlardan bazıları vardır ki oyalayıcı sözü satın alırlar

ve satarlar.» diye buyurmaktadır.

Melâhî sahipleri, kumandan, kâhin, kumarcı, dövme yapan kadının -ki bunun dallan daha fazladır-

aldıkları da böyledir.

Kişiye «ey habîs» veya benzeri bir söz denilirse; kişi için aynı keli-meyle ve haddi gerektirmeyen

bütün küfürlere cevap vermek caizdir. Fakat bununla beraber cevabı vermezse daha efsaldir.

Nafile oruç tutan bir kişinin, «sen oruçlu musun » diye sorulduğun-da «bir bakayım» demesi

mekruhtur. Çünkü bu nifak veya ahmaklıktır.

İZAH

«Nikâhlı karısıyla cariyesinin gözü önünde ilişki kurabilir ilh...» sö-züne gelince: Müctebâ sahibi

bunu Meşâyihten birisinden nakletmiştir. Hindiye´de yapılan nakle göre böyle bir cinsi ilişki İmam

Muhammed´e göre mekruhtur.

«Eğer zenginse yerde bulduğu kıymetli şeyi sadaka verir ilh...» Ya-ni bunu eğer tarife gerek ver ise,

tarif ettikten sonra sadaka verir.

«İçinde mushaf bulunan bir evde cinsi ilişki kurmakta bir beis yok-tur ilh...» Kınye´de: «Eğer Kur´ân

örtülü ise» kaydı vardır. Eğer Kınye´de-ki bu kayıt «evleviyet durumu gösterir dersek» o vakit iki söz

arasındaki terslik kalkar. T.

«Bir müslüman kadın eğere binmemelidir. Çünkü hadis vardır ilh...» sözüne gelince. O hadis şudur:

«Cenab-ı Hâk eğerler üzerindeki ferçlere lanet etmiştir.» Zahire.

Fakat el-Medenî, Ebû (:::)´den «Bu hadisin aslı olmadığını» nak-letmiştir. Bu lafızda varid

olmamıştır demek istiyor. Aksi takdirde hadi-sin manâsı sabittir. Zira Buhârî´de ve başka kitaplarda

şu vardır: «Allah1 in Resulü kendilerini kadınlara benzeten erkeklere ve kendini erkeklere benzeten

kadınlara lanet etmiştir» diye vârid olmuştur. Taberânî´nin ri-vayet ettiği hadisle şöyle

denilmektedir: «Bir kadın boynuna yay astığı halde Resulullah´ın yanından geçti. Manzarayı gören

Peygamber buyurdular: «Allah kadınlardan kendisini erkeklere, erkeklerden de kendisini kadınlara

benzetene lanet etmiştir.»

«Eğer harb ihtiyacı için binerse beis yoktur ilh...» sözüne gelince: Böyle binen bir kadında başka bir

şart aranır: Tesettüre uyacaktır, zev-ci veya mahremiyle beraber olacaktır.

«Veya bir dinî maksat için binebilir ilh...» ibaresinden maksat: yani sıla-ı rahîm yapmak için bir

sefere çıkmak gibi. T.

«Kur´ân ile tagannî edip ilh...» Bu hüküm daha önce geçen hükümün tekrarıdır.

«Doğarken ve batarken Kur´ân okumak müstahabtır ilh...» sözüne gelince; Müctebâ´da da birinci

mesele böyle zikredildi. Sonra bunu ba-zı meşayihlere namzederek zikretti. Zâhîri´ye göre bunların

ikisi de fark-lı iki görüştür. Zira birincisi kıraatin değil zikrin müstahab olmasını ifa-de eder. Bu da


namaz Kitabında geçendir. Kınye´de sadece: «Resul-ü Ekrem´e selâvat getirmek, dua etmek, teşbih

okumak namazın kendile-rinde yasak kılınan vakitlerde Kur´ân okumaktan daha üstündür» hükmü

nakledilmiştir.

«İmam için namazdan sonra Ayete´l-Kürsî ve el-Bakara´nın sonun-daki âyetleri okumakta beis

yoktur.» sözüne gelince; bu meselede muktediler de imam gibidir.

«Namazdan sonra ilh...» maksat sabah namazından sonradır. Kın-ye´de dedi ki: «Bir imam her

sabah cemaatiyle beraber Ayete´l-Kürsryi el-Bakara Sûresi´nin sonunu, Şehidallahu ve benzerini

açıkça okumayı adet edinmişse; okuyuşunda herhangi bir beis yoktur. Fakat gizlice oku-ması daha

üstündür.»

Namaz bahsinde şu geçti: Ayete´l-Kürsî´yi, muavvîzeteyni (kul euzu birabbil felâk, Kuleuzu birabbin

nas) okumak teşbihleri okumak müsta-habtır.

«Sünnetin ise ilh...» (Allahümme entesselâm müntesselâm» diyecek kadardan fazla sünnet tehiri

mekruhtur.

«Bizim hocamız: Âdet ve eserler dolayısıyla Fâtiha´yı okumak müstahsandır dedi ilh» sözüne

gelince; Hocası Müctebâ sahibinin şeyhi el-Bedî´dir. İmam Celâleddin: «Eğer namazdan sonra

sünnet var ise, Fatiha´nın okunması mekruhtur. Aksi takdirde mekruh değildir.» T. Hindiye´den.

«Rüşvet kabzetmekle mülk olamaz ilh...» Rüşveti veren parasını tek-rar alabilir. Müctebâ´da bu

hükümden sonra şu zikredildi: «Eğer rüşveti müşteşi (rüşvet alan) istemeksizin verirse; hakim

hükmü onu geri alamaz şeklindedir. Rüşvet alana rüşveti geri vermek vacibtir. Âlim bir kişiye şefaat

etsin veya zulmü def etsin diye kendisine hediye verildiği tak-dirde, o hediye de rüşvettir.» Bunu

söyledikten sonra şöyle dedi: «Alim bir kişi için sultanın yanında şefaatte bulundu ve onun işini

tamamladı ve bundan sonra hediyesini kabul etmesinde beis yoktur. Bundan önce ise eğer kendisi

istemişse haramdır. Eğer kendi isteği olmaksızın adam kendisine vermiş ise ihtilaflıdır. Bizim

meşayihimiz kendiliğinden adam kendisine hediyeyi vermiş ise beis yoktur derler. Talebelerden

hediye kabul etmekte meşayihin ihtilâfı vardır.» T.

«Dini için korkarsa rüşvet verebilir ilh...» ifadesine gelince; Mücte-bâ´nın ibaresi şöyledir: «Kimden

korkarsa ona verebilir.» Müctebâ´da şu hüküm de yer alır: «Zulmü nefsinden malından defetmek,

bir hakkını tah-sil etmek için zalim bir sultana malı vermek de caizdir. Rüşvet değildir.. Yani verenin

hakkında rüşvet değildir, alanın hakkında yine de rüşvet-; tir.» Müctebâ.

«Resulullah sairlere veriyordu ilh...» Hattâbî, el-Ğârîb´de İkrime´den mürsel olarak ifâde ediyor: «Bir

şair Allah´ın Resulüne geldi. Cenab-ı Peygamber: Ey Bilâl onun dilini kes; dedi. Bilâl ona kırk

dirhem verdi.»

«Mahalle halkı imam için toplansa ilh...» sözüne gelince, yani yiye-cek maddeleri veya para

türünden birşeyler toplarsa güzeldir. T.

«Güzeldir ilh...» Eğer bunu işlerlerse güzel bir iş işlemiş olurlar. Buna Hülâsa´da da geçtiği gibi

ücret denilmez. Zahire göre bu hüküm, mutakaddimlerin taraflarındandır. Çünkü mütekaddimler

İmamet ve baş-ka taatlar için ücret almayı men etmişlerdir. Böylelikle bunun ccıkca ifade

edilmesinin sonuç ortaya çıksın. Aksi takdirde ihsana ihsanla kar-şılık vermek herkes için istenen

bir şeydir. Düşün.

«Her mubaha karşı alınan da suht´tur ilh...» yani haramdan ve ha-bis kazançlardandır demek oluyor.

Kayınpederin, kızı dolayısıyla -rızasıyla dahi olsa- damattan aldığı başlık da suht´tandır, yani

haramdır. Hatta kayınpederin isteği üzerine başlık verilmiş ise, damad o başlığı kayınpederden geri

alabilir Müctebâ.

«Gazinin gaza karşılığında aldığı da ilh...» Yani belde halkından cebren aldığı da gaziye haramdır.

Fakat veren için haram değildir. T.

«Şairin şiir için aldığı da ilh...» Haramdır. Çünkü ona verilen, adeten daha öncede geçtiği gibi, dilini

kesmek için verilir. Eğer şair şerrinden emin olunan bir kimse ise. zahire göre ona verilen onun için

helâldir. Çün-kü Cenâb-ı Peygamber Bürde´sini kendisini meşhur kasidesiyle överken Kâ´be´

vermiştir. Düşün.

«Maskaralık için, hikâyecilik için de ilh...» alınan haramdır. Müctebâ´nın ibaresi şöyledir: «Halkı

güldürene verilen ve halkla alay eden ve-ya halka Resulullâh´ın harblerini, ashabının harblerini

anlatan, hele Rüstem İsfandiyar ve benzerleri gibi acemlerin hikâyelerini anlatanın aldık-ları da

haramdır.»


(Âyette geçen) « Leh ve´l-Hadîs» (oyalayıcı söz) ilh...» ibaresinden maksat, insanı mühim

.meseleden meşgul edip alıkoyan şeylerdir. Aslı astarı olmayan sözler itibar edilmeyen hurafeler,

güldürücü şeyler ve fuzulî konuşmalar gibi, Âyetteki «lehve´l-hadîs» Nadr b. el-Hars b. Kelde

hakkında nazil oldu. Nadr ticaret maksadıyla Hîre´ye gider, orada Acem-lerin ´haberlerini satın alır

ve gelip o haberleri kureyşiilere aktarırdı. Ve diyordu ki «Muhammed, Ad ve Semûd´un haberlerini

size anlatıyor Ben de Rüstem´in, Kisrâların haberlerini size söylüyorum.»

Kureyşliler onun konuşmasından memnun kalırlar, daha güzel gö-rürler ve Kur´ân-ı dinlemeyi

terkederlerdi. Cenab-ı Hâk onun hakkında bu âyeti nazil etti. T.

Metinde geçmekte olan «el-Meâzif» oyalayıcı şeyler demektir. «Kâhin»den maksat burada

müneccimdir. Aksi takdirde Muğrib´te yer alan şudur: «Dilciler dediler ki: Kehânet araplarda

Peygamberlikten önce va-rolan bir şeydi.»

Rivayet ediliyor ki: «Şeytanlar melekleri dinlemek üzere göklere baş vururlardı. Oradan aldıklarını

getirip kahinlere aktarırlardı. Kâhinler is-tediklerini ona ekleyerek söylerlerdi. Kâfirler de bu sözleri

kabul edeler-di. Cenab-ı Peygamber, Peygamber olarak gönderildikten sonra gökler korundu ve

kehânet de bâtıl oldu.»

«Onun dalları pek çoktur ilh...» ibaresine gelince, o dallardan birisi de Müctebâ´da olduğu gibi;

«muganniye kadının tagannisine karşılık, matemci kadının matemine karşılık, dişleri güzellik

maksadıyla törpüle-yenin bu işine karşılık, nikâh için çöpçatanlık yapan kadının çöpçatan-lığına

karşılık birbirlerine kişilerin arasını bulanın bu işine karşılık aldık-ları ve içkinin ve sarhoşluğun

parası, tekeyi keçilere salıvermesinin pa-rası, meyte her hayvanın derilerinin parası, tabaklanmadan

önce her yır-tıcı hayvan derisinin parası zina eden kadının ücreti, eğer şart koşmuş ise kan

aldıranın ücreti haramdır.»

Fakat Mevahib isimli eserde şu ifade yer alır: «Ağıtçılara şart edi-len malı almak haramdır. Fakat

şart edilmeyen malı almak haram değil-dir.»

Davulcunun, zurnacının da durumu böyledir. Nitekim biz bunu daha önce Hindiye´den naklederek

söyledik.

«Haddi gerektirecek küfürleri müstesna, küfredene aynı küfürlerle cevap vermesi caizdir ilh...»

Çünkü Cenâb-ı Hâk: «Zulme uğradıktan sonra intikam alanlar aleyhine herhangi bir yol yoktur.»

buyurmuştur.

«Onu terketmekse daha efdaldir ilh...» sözüne gelince: Cenab-ı Hak: «Kim affeder ve ıslâh ederse

onun ecri Allah´ın üzerinedir» buyurmuş-tur.

«Nafile oruç tutan bir kişiye «Oruçlu musun » diye sorulduğunda «Bakayım» demesi mekruhtur.

Çünkü bu söz ya nifak veya ahmahlıktır»

sözüne gelince; yani münafıkların amelindendir. Çünkü adam amelini gizlediğini izar etmek için bu

sözü söylüyor. T.

«Veya ahmaklıktan ilh...» Yani cehaletten bu sözü söylüyor. Eğer oruçlu ise en uygunu onun «Ben

oruçluyum» demektir. Çünkü oruca ri-ya girmez. Bu aşağıdaki Hadis-i Kudsî´nin hamledildiği

manâlardan bi-risidir: «Oruç benim içindir. Onun mükâfatını ben veririm». T.

METİN

Kişinin çocukları ve az bir malı varsa nafile vasiyet etmeyecektir.

Kim riya için namaz kılar ve sadaka verirse, o namazdan dolayınca ceza görür, ne sevap alır.

Bazıları bunun farzlar hakkında böyle olduğu-nu söyler. Fakat ez-Zâhidî, bu durum «nafileleri de

kapsamaktadır» dedi. Çünkü fukahâ: Riya farzlara girmez demişlerdir.

Erkeğin kadınlar gibi ip eğirmesi mekruhtur. Kadına erkeğin artığı, erkeğe de kadının artığı

mekruhtur.

Namazı terkettiğinden ötürü -en zahir kavle göre- hatununu döve-bilir.

Kişiye tacir olan hanımını boşamak vâcib değildir.

İZAH

Nuru´l-Ayn adlı kitap, Mecmau´l-Fetâvâ adlı kitaptan naklederek dedi ki: «Eğer varisler küçük ise,

vasiyeti terk etmek, vasiyet etmekten efdaldir. Varisler baliğ ve fakir iseler, mirasın üçte ikisi de

onları ihtiyaçtan kurtarmıyorsa yine vasiyet etmeyi bırakmak vasiyet etmekten ev-lâdır. Eğer

varisler zengin iseler veya mirasın üçte ikisi onlara yeterli geliyorsa bu takdirde vasiyet etmek,


vasiyet etmemekten evlâdır. Zenginlik Ebû Hânife´den gelen rivayete göre, mirastan başka her

miras-çıya dörtbin dirhem düşerse oluşur. İmam Fadlî´den gelen rivayete gö-re ise on bin dirhem

düşerse zenginlik oluşur.

«Kimki riya için namaz kılar ve sadaka verirse o namazla cezaya da çarptırılmaz sevapta gelmez.»

Bilmiş ol ki, Allah için ibadeti ihlâslı kılmak vacibtir. İbadette riya yapmak ise icmâ´ ile haramdır.

Riya da o ibadetle Allah´ın veçhinden baş-kasını kasdetmektir. Çünkü riya hakkında kesin naslar

vardır. Peygamber riya´yı «küçük şirk» diye isimlendirmiştir. Zeylâî açıkça şunu ifade eder: «Namaz

kılan kişi namazdaki ihlâs niyetine muhtaçtır.» Miraç da şu hü-küm yer almaktadır: «Biz ibadet

yapmakla emrolunduk. Emredilen ihlas olmaksızın ibadetten söz edilmez. İhlâs ise bütün fiillerin

.Allah´ın rıza-sı için kılmasıdır. O da ancak niyetle olur.»

Büyük âlim Aynî, Buharı Şerhi´nde şöyle diyor: «Taatte ihlâs demek, riyayı terketmek demektir.

Onun kaynağı kalbtir.»

Bu niyet, amelin sıhhati için değil, sevabın tahsili içindir. Çünkü amelin sıhhati şartlara ve

rükünlere bağlıdır. Namazın sıhhati için olan niyet ise, kalbiyle hangi namazı kıldığını bilmekliğidir.

Muhtârâtu´n Nevazil adlı eserde der ki: «Sevaba gelince, o kişinin azimetinin sıhhatli oluşuna

bağlıdır; Bu da ihlâstır. Çünkü pis bir su ile abdest alan ve namaz kılıncaya kadar da bu durumu

bilmeyen kişinin namazı kâfi gelmez. Çünkü hükmen şartı yoktur. Fakat bu kişi azimeti sıhhatli

olduğundan, taksiratı bulunmadığından ötürü sevabını alır.»

Buna göre: Sevab İ!e sıhhat arasında telazum yoktur, yani bunlar birbirine bağlı değildir. Önceden

zikrolunduğu gibi, sevap olduğu halde sıhhat olmayabilir. Bazen aksi de olur. Nitekim niyetsiz bir

abdest sa-hihtir, fakat sevabı yoktur. Eğer riya için namaz kılarsa da hüküm böy-ledir. Fakat riya

bazen ibâdetin aslında olur, bazan da ibadetin vasfın-da olur. Birinci riya tam ve sevabı aslından

yakan ve yok eden riyadır. Meselâ halkın hatırı için namaz kılmak ve halk olmasa namaz kılmamak

gibi. Eğer bu namazın ortasında kişiye arız olursa onun bir hükmü yok-tur. Çünkü halk, için namaz

kılmamıştır. Bilakis namazı halisen Allah için idi, riyanın arız olduğu kısmı ise o halis olan namazın

bir parçasıdır. Evet, eğer bu riya arız olduktan sonra namazı daha güzel yapmaya kal-kışırsa, bu

sefer ikinci kısma da dönüş yapmış oluyor. Böylece güzelleş-tirmenin sevabı (riya için olduğundan)

düşer. Rükûunu ibâdet için değil de, gelenin yetişmesi için uzatan bir kişinin hakkında imâmdan

rivayet edilen bunun delilidir. Zira imam dedi ki: «Bunun için korkunç bir emirden korkuyorum, yani

şirk-i hafiden korkuyorum.» Nitekim bazı muhakkikler de böyle söylemişlerdir.

Tatarhâniye´de dedi ki: «Eğer halisen lilallah namaza başlarsa, son-ra kalbine riya girerse o

başlama noktası üzerindedir. Riya, eğer halk yok ise namaz kılmayacaktır, eğer halkla beraber ise

namaz kılacaktır, demektir. Eğer halk ile beraber ise namazı daha güzel, tek başına ise başka

şekilde kılıyorsa, bu takdirde namazın aslının sevabı vardır, fakat güzelliğin sevabı yoktur. Oruca

riya girmez. Yenâbî adlı kitapta İbrahim bin Yûsuf dedi ki: «Eğer riya için namaz kılarsa onun ecri

yoktur günahı vardır. Bazıları dediler ki: «Ne ecri vardır ne de günahı. Namaz kılmamış gibidir.»

«Umulur ki oruca riya girmez. Çünkü oruç görülmemektedir. Zira o özel bir imsaktir. Bunda bir fiil

yoktur. Evet, onu haber vermekte, ondan konuşmakta bazen riya girebilir.» Düşün.

«Bunun için el-Vâkıât adlı kitapta Resulullah´ın «Oruç benim içindir, ben onu mükâfatlandırırım»

hadisi delil gösterilmiştir. Cenab-ı Hak bu-rada gayrın ortaklığını yok saydı. Bu diğer ibadetler

hakkında zikredilmemiştir.»

Sonra bilmiş ol ki; Ücretle Kur´ân tilâveti ve benzen işler riyadandır. Çünkü bu tilâvetten Allah´ın

vechinden başkası irade edilmiştir ki, o da maldır. Bunun için demişlerdir ki: «Böyle bir okuyuşta

okuyucuya da hiç-bir sevap yoktur. Ölüye de yoktur. Parayı alan da veren de günahkâr olur-lar.» Ve

yine dediler ki: «Kim ki hac ile ticareti niyet ederse, eğer ticaret niyeti galip veya hac niyetine eşit

ise, onun hiçbir sevabı yoktur.» Zahî-re´de şu hüküm yer almaktadır: «Cumayı kılmak ve şehirdeki

başka ihti-yaçlarını görmek için giderse, eğer maksadının çoğu cumayı kılmak ise cumaya gitmenin

sevabını alır. Eğer maksadının çoğu, şehirdeki ihtiyaç-ları görmek için ise, bir sevabı yoktur.»

Eğer ikisinin de niyeti eşit ise, ikisi de düşer. Nitekim daha önceki hükümden bu bilindi. İmam

Gazali de başka Şafiî alimleri de bu tafsilatı tercih etmişlerdir. Şâfiîlerden el-İz bin Abdüsselâm,

«Mutlaka sevap yoktur» görüşünü tercih etmiştir.

«Bu namazdan ne sevap alır ne ceza görür ilh...» sözüne gelince; bu söz el-Yenâbî´de bazı

âlimlerden nakledilenin manâsı budur. Bundan maksat, riyâ´dan ötürü ceza görmez demek değildir.

Çünkü riya haram-dır ve büyük günahlardandır. Kişi onunla günahkâr olur. Daha önce İb-"rahim bin


Yûsuf´un: «Onun ecri yok, günahı vardır» sözü bu anlama ham-ledilir. Maksat ancak şudur: Bu

namazdan dolayı, namazı terkedenin ce-zası gibi ceza görmez. Çünkü o namaz sahihtir. Farzı iskat

eder. Nite­kim daha önce de bunu söyledik.

Bezzâziye´de dedi ki: «Farz namazlarında riya yoktur.» Yani vacibin sakıt olması hususunda

Eşbâh´da dedi ki: «Bu ifade etti ki, riya ile be-raber farzların eda edilmesi sahihdir vacibi iskât eder.»

Hidâye´nin müellifi Muhtârâtu´n-Nevâzil adlı eserinde şu hüküm yer alır: «Riya ve gösteriş için

namazı kıldığı zaman, hükmen namazı caiz olur. Çünkü şartlar ve rükünler vardır. Fakat kişi sevaba

müstahak olmaz.»

Yani «katmerleşen sevaba müstahak olmaz» demektir.

«Zahîre´de dedi ki: «Fakih Ebulleys en-Nevâzil´de dedi ki: «Bizim hocalarımızdan bazıları dedi ki:

«Riya farzların herhangi bir şeyine gir-mez. İşte bu, müstakim olan görüşün ta kendisidir. Riya

sevabın aslını gidermez. Ancak sevabın katmerleşmesini (katlanmasını) giderir.»

Bu ibarede, «sevab azimetin sıhhatine bağlıdır» diye önceden kay-dettiğimiz hükme muhalefet

vardır. Ancak bu şekilde yorumlanırsa aykı-rılık ortadan kalkar. Veya buradaki hüküm, oradaki

«sevabın aslından maksat, bu namazla farzın sakıt olmasıdır. Ondan ötürü ikab yoktur. Yani

terkedenin cezası gibi bir ceza yoktur demektir» diye anlaşılırsa aykırılık kalmaz. Bunun dahi

farzlara tahsis etmenin faidesi ortaya çıkmış oluyor. Düşünülsün.

«Zahidi bunu nafileleri kapsayacak şekilde umumî kılmıştır ilh...» ya-ni bunu nafile ibadetlerinin

bütün çeşitlerini sadece kapsayıcı kılmıştır; farzları değil. Maksat ibareden insanın zihnine ilk

geldiği gibi hem nafileleri hem farzları kapsayıcı şekilde kılmıştır demek değildir. Eğer bu mana

kastedilir desek, ondan sonraki ta´lil yani neden sıhhatli olamaz. Demek ki en belirgini şöyle demesi

idi: «Zahidi bunu nafile ibadetlere tahsis et-miştir.» Zâhidî´nin Müctebâ´daki ibaresi şöyledir: «Lâkin

Vâkıâtta şu ifade edildi ki: Riya farzlara girmez; böylece nafileler burada tayin olundular.»

Sonra bilmiş ol ki, Zâhidî´nin zikrettiği, daha önceki hükme ters düşmemektedir. Çünkü daha

önceki hükümden maksat, bizim de takrir ettiğimiz gibi, namaz sahîhdir vacibi iskat eder; riya onun

bâtıl olmasına neden olmaz. Ancak onun sevabını yok eder. Zâhidî´nin nafileleri tah-sis etmesinin

manâsı, görüldüğü gibi şudur: Riya nafilelerin sevabını temelinden yakar. Sanki o nafileleri

kılmamış gibi olur. Binaenaleyh öğretenin sünnetini meselâ halk için riyakârlık olarak kıldığında;

eğer halk olmasaydı kılmayacak idiyse «bu adam bu sünneti kılmıştır» denilemez. Binaenaleyh bu

adam bu sünneti terkeden hükmünde olur. Ama farz öyle değildir. Çünkü o farzı terkedenin

hükmünde değildir; ki farzı terkedenin cezasına çarptırılsın. İkisinin arasındaki fark şudur:

Nafileler-den maksat sevaptır ve farzları tekmil etmek içindir. Farzlardaki eksik-likleri kapatmaktır.

İşte bu benim kusurlu anlayışıma göre böyledir. Al-lah hakikati daha iyi bilir.

«Kişinin kadınlar gibi ipleri eğirmesi mekruhtur ilh...» hükmü şura-dan ileri geliyor: Burada

kadınlara benzemek bahis konusu olur. Oysa Resul-u Ekrem kadınlara kendilerini benzeten

erkekler ile erkeklere ben-zeten kadınlara lanet etmiştir. Nitekim bunu daha önce söyledik.

«Erkeğin artığı kadına, kadının artığı erkeğe mekruhtur ilh...» sözü-ne gelince; bu mesele Taharet

kitabının «Artıklar» bahsinde geçti. Bu-nun nedeni Minâh´ta da zikredildiğine göre; kişi ecnebi bir

kadının bir parçasını kullanmış oluyor; ki o da kadının suya karışmış tükürüğüdür. Bunun tam aksi

kadının erkeğin artığını içerse bu da caiz değildir». Bu mesele üzerinde daha önce durduk; Oraya

müracaat edin. er-Remlî de-di ki: «Burada hanımından ve mahreminden başkasının artığını içmek

kaydını koymak gerektir.»

«Namazı terk ettiğinden dolayı hanımını dövebilir, ilh...» İbaresine ge-lince; eğer hanımı süslenmeyi

terkederse, cenabetten yıkanmayı terkederse de döver. Evden çıkması, yatağına gelmemezlik

yaptığı için de hanımını dövebilir. Bunun tamamı Ta´zir bahsinde geçti. Genel kaide burada şudur:

«Haddi olmayan her günah için koca hanımını, efendi cariyesini taziri caiz olur.» Çocuğun velisinin

on yaşındaki çocuğa namaz kılmadığından döv-mek yetkisi vardır. Koca da bu hususta veliye ilhak

edilmiştir. Baba çocu-ğunu Kur´ân öğrenmesine ve ilime zorlayabilir. Çocuğunu hangi konu-larda

dövebiliyorsa. aynı konuda velisi bulunduğu yetim çocuğu da dö-vebilir.

«Zahir görüşe göre böyledir ilh...» Kenz ve Mülteka´da bu fetva esas alındı. Bir rivayete göre

babanın, kocanın bu yetkisi yoktur. Musannif Tazîr bahsinde Dürer´e tâbi olarak bu hükmü kabul

etmiştir. Facir bir hanımını boşamak kocaya vacib değildir.» ibaresine gelince; Öyle bir hanıma da

facir olan kocasını terketmek vaoib değildir. Ancak ikisi de Allah´ın hududunu yerine

getirmemekten korkarlarsa, o zaman ayrılma-larında bir beis yoktur. Müctebâ. Fücur zina ve diğer

günahları kapsa-maktadır. Dokunan hiç kimsenin elini geri çevirmeyen kadının kocası: «Ben onu


seviyorum» dediğinden dolayı Allah´ın Resulü Ona: «Ondan faydalan» dedi.

METİN

Sahih fetvaya göre, içmek için hazırlanmış havuzcuklardan abdest almak caiz değildir. Hem ondan

hem onun içinden abdesti almak mem-nudur. Oradan suyu alıp aile efradına götürmek ise eğer izin

verilmiş ise caizdir. Aksi takdirde caiz değildir.

Bir hakkını diriltmek için, zulmü nefsinden def etmek için yalan söylemek mubahtır. Yalan

söylemekten maksat, tariz etmektir. Çünkü yalanın ta kendisi ise, haramdır. Dedi ki: Doğrusu

budur. Çünkü Çenâb-ı Hâk: «Yalancılar kahrolsunlar» buyurmuştur. Bütün bu ibareleri Müctebâ´

dan aldık.

İZAH

«İçmek için hazırlanmış havuzcuklardan abdest almak caiz değildir ilh...» sözüne gelince; bu su

kişinin teyemmüm etmesine de mani ola-maz. Yani bu su yokmuş gibi kabul edilir. Ancak

havuzdaki su çok ise, onun çokluğuyla bu su hem içmek hem de abdest almak için buraya

kon-muştur diye istidlal edilir. Bahr, el-Muhît ve başka kitaplardan.

«Sahihte hüküm böyledir ilh...» dedi. İbnu´l-Fâdıl´dan rivayet edili-yor ki: İçmek için hazırlanan

havuzcuklardan abdest almak caizdir. Ab-dest için konulan sudan içmek mubah değildir. Bahr.

«Onlardan ve onların içinde abdest almak memnudur ilh...» ibaresi-ne gelince; bu ibareyi eğer o

havuzun içinde abdest alırsa caizdir veh-mini bertaraf etmek için getirmiştir. Çünkü onun içinde

abdest almak, suyu zayi etmemektir. Fakat müellif, «içinde olsa dahi» ibaresini kullan-saydı kâfi

gelirdi; böyle bir uzun ibareye ihtiyaç ohnazdı. T.

«Hakkının ihyası için yalan mubahtır ilh...» Sözüne gelince; şufa-dar olan bir kişinin geceleyin

ortağının hakkını sattığını haber alıp sa-bahladığında hakimin huzuruna varıp ben «şimdi bildim»

demesi gibi. Küçük bir kız geceleyin baliğ oluyor ve kocadan nefsini ihtiyar ederek: «Şu anda kan

gördüm» demesi de böyledir.

Bilmiş ol ki; yalan bazan mubah oluyor, bazan da yâcib oluyor. Ara-da küllî kaide

Tebyînu´l-Mehârim ve başka kitaplarda geçtiği şekilde şöyledir: «İstenen herhangi güzel bir

maksada hem doğrulukla hem de yalanla varılabiliyorsa o konuda yalan söylemek haramdır.» Eğer

sadece yalanla ona varılabilirse eğer o maksad mubah bir şey ise orada yalan söylemek mubah

olur. Eğer elde edilmesi vacib ise yalan da vacib olur. Mesela, bir zalimden gizlenen bir masumu

görse, o zâlimde onu öldür­mek veya eziyet etmek istiyor: Burada yalan söyleyip de onu

görmediği-ni söylemesi vacibtir.

Eğer almayı istediği bir emaneti ona soracak olursa, inkâr etmesi vacib olur. Harb, araları bulmak,

cinayete maruz kalanın kalbini meylet-tirmek ancak yalanla mümkün alabiliyorsa, orada da yalan

mubahtır.

Eğer bir sultan kendisinden gizli olarak vaki olan zina veya içki gibi fahiş bir hareketi kendisinden

sorarsa, o: «Ben işlemedim» diyebilir. Çün-kü onu izhar etmek ikinci bir çirkinliktir. Yani kişi için

kardeşinin sırrını inkar etmek de vardır. Ve bunu yalandan gelen mefsedeti, doğruluk üze-rine

terettüb eden mefsedetie karşılaştırmaktır. Eğer doğruluğun mefsedeti bundan daha şiddetli ise bu

takdirde yalan söyleme yetkisine sahib olur. Eğer aksi ise veya şüpheye girerse yalan söylemek

haram olur. Eğer ken-di nefsiyle ilgili ise mustahab olan yalan söylememektir. Eğer başkasıyla ilgili

ise başkasının hakkı için müsamaha etmek caiz değildir. Hazm yani en kuvvetlisi mubah olduğu

yerde onu terketmektir.

Âdet edilen mübalağa şeyler yalandan değildir. Meselâ: «Sana bin defa geldim» demek gibi. Çünkü

kişinin burada maksadı, bin defa gelmek değil de mübalağayı karşısındakine anlatmaktır. Eğer kişi

bir tek defa gelmiş ise ve bu ibareyi kullanmışsa yalan söylemiş olur.

Mübalağanın caiz olduğuna sahih hadis delâlet eder:

«Ebu Cehm´e gelince, o bastonunu hiç omuzundan indirmiyor.»

İbn-i Hacer el-Mekkî (El-Heytemî) dedi ki:

«İstisna edilenlerden birisi de şiirdeki yalandır. Onu mübalağaya hamletmek mümkün değil ise

yalan kabul edilir. Ve şair der ki:

«Ben gece-gündüz seni çağırıyorum; Hiç bir mecliste sana şükret-mekten boş kalmıyorum.»

Çünkü yalancı, yolanı doğru gösterir ve onu teşvik eder. Şairin ga-yesi şiirinde doğruyu söylemek


değildir. Ancak bu bir sanattır.

Râfiî ve Nevevî bunu Kaffâl ve Saydalânî´den naklettikten sonra «Bu, son derecede güzeldir.»

dediler.»

«Dedi ki ilh...» ibaresinde diyen El-Müctebâ´nın sahibidir. İfadesi şöy-ledir: Resûlullah (S.A.V.)

buyurdu ki:

«Her yalan kesinlikle yazılmaktadır. Ancak üç yalan yazılmaz: Erke-ğin kadına karşı veya çocuğuna

karşı söylediği yalan! Kişinin, iki kişinin arasını bulmak için söylediği yalan! Harbte söylenen yalan.

Çünkü harb aldatmacadır.»

Et-Tahâvî ve başkaları dediler ki: «Bu, ta´rizler üzerine hamledilmektedir.» (Yani dolaylı yollardan bu

yalanı söyleyecektir.) Yalanın kendisi ise haramdır.»

Ben derim ki: Tahavî ile başkasının bu sözü hakkın tâ kendisidir. Zira Cenab-ı Hak «Yalan

söyleyenler kahrolsunlar.» buyurmuştur ve Allah´ın Resulü de «Yalan fücurla beraberdir. Onların

ikisi de ateştedir» buyur-muştur. Bununla beraber yalanın tâ kendisi kurtuluş ve bir maksadı tahsil

etmek için ille çıkar yol olarak tayin de edilmemiştir.

Ben derim ki: Hz. Ali, İmrân bin Husayn ve başka sahabelerden riva-yet edilen de bunu teyid

etmektedir: «Şüphesiz tarizlerde yalandan kur-tuluş yolu vardır.» Bu, hasen bir hadistir. Merfu

hadis hükmündedir. Ni-tekim El-Çerrahî bunu böyle zikretmiştir.

Tariz de yemeğe çağrılan kişinin «ben yedim» demesi gibidir. Mak-sadı «dün yedim»dir. Ve bir de

Hz. İbrahim Halîl´in kıssasında olduğu gibidir. O zaman hadisteki üç istisna «üç yerde yalanın

benzeri vardır» anlamına gelir.

İhtiyaçtan dolayı tarizin mubah olduğu bir yerde, ihtiyaç yoksa mubah olmaz. Çünkü tariz yalanı

vehmettirir. Herne kadar tarizin nefsinde yalan yoksa da. Gazali, El-İhyâ´da dedi ki:

«Evet, tarizler hakiki bir garez konusunda mubahtır. Mesela başka-sının kalbini mizah ile hoşnut

etmek gibi hakiki bir garez söz konusu ise mubahtır. Resulullah´ın «Cennete ihtiyar girmez» sözü

ile «Senin kocanın gözünde beyaz vardı» sözü ve «Seni devenin evladına bindireceğiz» sözü ve

bunlara benzer olanlar gibi.»

METİN

El-Vehbâniye isimli kitobda şöyle dedi: (Şiirdir)

Sulh için veya bir zalimi defetmek için yalan söylemek caizdir. Hoş tutulmak istenenlere ve savaşta,

yalan helaldir ki, muzaffer olsunlar.

Hamamda avret mahallini hizmetçiye oğdurmak mekruhtur. Kim ki nevre denilen ilâcı avret tüylerini

almak için kullanırsa fakihler «Kullana-bilir» demişlerdir.

Daima camii şeriften geçen bir kimse fâsık olur. Fakat camii şerifte çocuklara ders okutanlar ne

fâsık, ne de günahkârdır.

Kim ki bir şahsı tazim etmek için ayağa kalkarsa caizdir. Ehl-i ilim olmayan bir kişi hakkında bunu

yaparsa bazıları «caiz» olduğunu söy-lediler.

Ölünün naklini bazıları mutlak olarak caiz görmüşler. Bazıları da: «İki milden uzak bir yere

götürülürse mahzurlu» olduğunu söylediler.

Zevce semizliyebilir, fakat doyduktan sonra yemek yememek şartıyla. Kadının kocasının sevgisini

celbetmek için okutması mahzurludur.

Hamlini düşürmek için ilaç içmek de mekruhtur. Özürden dolayı ço-cuk suretlenmemiş ise içebilir.

Eğer kadın çocuğu düşürürse düşükte gurre (yani 500 dirhemlik ga-ramet) vardır. Bu, çocuğun

annesinin akrabalarından alınacak babasına verilecektir.

Aşure gününde erkeklerin sürme kullanması mekruhtur. Ancak karış-tırılarak pişirilen mutad

çorbada beis yoktur. Ve insan ecir de alır bun-dan.

Bazıları «Sürme hakkında seçkin söz caiz olmasıdır. Çünkü Resulullah´ın fiili vardır ve bu taklîd

edilmiştir» derler.

Başkasının kölelerini izniyle dövmesi caizdir. Fakat hür insanların dö-vülmesi caiz değildir. Baba

evlâdına emreder.

Kur´ân´ı okumaktansa dinlemek daha sevabtır. Fakîhler «Çocuğun sevabı ancak çocuğa gider»

demişlerdir.


Zikrin diğer kısımlarını okumak nafile namaz kılmaktan daha evlâdır. İlim dersleri ise daha öncelikli

ve daha efdaldir.

Fakîhler «dersin sona erdiğini ilan etmek için Allahualem ve benzeri ibareleri kullanmak

mekruhtur» dediler.

İZAH

Şairin «Yalan caizdir ilh...» sözünden maksad, el-Bezzâziye´den nak-lederek İbn Şahne´nin sarihi

dedi ki: «Burada katıksız yalan kastedilmi-yor, tarizler kastediliyor.»

«Hoş tutulmak istenenlere de yalan söyleyebilir ilh...» Ta ki onunla vahşet ve husumetten sakınsın.

Sarih.

Tıpkı «Sen benim katımda kumaa´nden daha hayırlısın» deyip, «bazı cihetlerden ondan daha

hayırlısın» demeyi kastetmek gibi.

«Sana şunu vereceğim» deyip «eğer Allah takdir etmişse» şartını da kastetmek gibi.

«Hamamda hizmetçiye oğdurmak ilh...» Yani izarın, peştemalin üze-rinde keseletmek mekruhtur.

Çünkü bunu şehvet için yapıyor olabilir. Bu da eğer zaruret yoksa hüküm böyledir. Aksi takdirde

yani zaruret varsa keseletmekte bir beis yoktur. Ama en seçkin görüş onu terketmektir. Velev

peştemal kalınca bir şeyse dahi, terkedilmesi evlâdır. Peştemalin altına, cahillerin yaptığı gibi kese

vurdurmak ise haramdır. Şarih.

«Fakihler hamamda nevre denilen ilaç için «kullanılabilir» demişlerdir ilh...» Yani nevre ile kendi

kendini sıvayabilir. Fakat bunu hizmetçiye yap-tıramaz. Eğer bunu yaparken cunüb ise mekruh olur.

Şârih.

«Daima camii yol yapıp buradan geçen kişi fâsık olur ilh...» Eğer bu-nu yapmakla tanınan biri ise

sahiciliği kabul edilmez. T.

Bu işe müptelâ olan bir kişinin bu zorluktan kurtulma çaresi, camie girdiğinde itikâfa niyet

edecektir. Camide yürürken adımlarını atarken geçen süre, itikat için kâfidir. Şurunbulâlî.

«Camide çocukları okutan da fasık olur ilh...» El-Kunye´de yer alan hükme göre, camide çocuk

okutan günahkâr olur, fakat fâsık olmaz. Hiç kimse fâsık olduğunu söylememiştir. Mümkündür ki

Vehbânî´nin bu şiiri kişi ısrarla camiden geçerse fâsık olur, kaidesine binaen gelmiştir. Bunu sarih

ifade etti.

Ben derim ki: Belki Tatarhâniye´de, El-Uyun´dan nakledilerek şu hü-küm yer almaktadır: «Eğer

muallim ve hattat, ücretle talim ediyor ve hat yazıyorlarsa orada oturmaları mekruhtur. Ancak

zaruret için oturabilirler.»

El Hulâsa´da şu hüküm yer almaktadır: «Çocukları camide okutmakta beis yoktur».

İt-kani El-Kunye sahibi Resululah´ın «Camilerden çocuk ve delilerinizi uzaklaştırınız.» hadisiyle

istidlal etmiştir.

«Kim ki bir kişiyi tazim için ayağa kalkarsa caizdir ilh...» Bunu alış-veriş faslının hemen önünde

gerekli açıklamalarla zikrettik. Oraya müra-caat edilsin. Yani ilmi olmayan bir kişi için de bazıları

caizdir demişlerdir. El-Kunye´de dedi ki:

«Denilmiştir ki, kişi bir âlimin huzurunda, onu tazim etmek için ayağa kalkar. Ama alim olmayan

kişilere ayağa kalkması caiz değildir.»

İşte bu mesele, yani alimin, huzurunda ayağa kalkmak meselesi, onun gelmesi için onu tazim

ederek kalkmak meselesinden başka bir mesele-dir. Bu farka dikkat et. Ş.

«Ölünün naklini bazıları mutlak şekilde caiz görmüştür ilh...» Yani mesafe ister uzun, ister kısa

olsun. Burada definden önceki zaman kas-tedilmektedir. Çünkü şair definden sonrası hakkında:

«Bunda hilaf var-dır» diyerek Tarsûsî´nin görüşünü reddetmiştir. Sarih «Onun zikrettiği hi-lafa, biz

âlimlerin kelâmında vakıf olmadık» der. Zahire göre Tarsûsî´nin söylediği doğrudur.»

Çünkü definden sonraki işleme ihtilâftan söz edilmemiştir.

«Bazıları iki mile en uzak bir yere götürmekte mahzur vardır ilh...» demişlerdir. El-Bezzâziye «ölüyü

bir beldeden diğer bir beldeye definden önce nakletmek mekruh değildir, definden sonra ise

haramdır» dedi. Es-Serahsi dedi ki:

«Definden önce de mekruhtur. Ancak bir veya iki millik bir mesafeye götürülebilir. Hz. Musa ile Hz.

Yûsuf´un (Allarım selatü selamı onlarla Peygamberimizin üzerine olsun) nakline gelince, bu, daha


önceki bir şeria-ta göredir ve o şeriat neshedilmiştir. Ayrıca onların vasiyetine riayet edil-miştir.

Peygamberin vasiyetine riayet etmek de gereklidir. Hz. Yûsuf ce-sedinin naklini vasiyet etmiştir.»

«Kedin semizlenmek için işlemlerde bulunabilir, ilh...» El-Haniye´de diyor ki: «Bir kadın, fetît ve

benzerlerini semizlensin diye yerse; Ebu´l-Mutî´ dedi ki; «Eğer doyduktan fazla yememiş ise, bu

işlemde herhangi bir beis yoktur.» Et-Tarsûsî evli hanım hususunda «Böyle bir işlem yap-masının

kendisi için mendûb olması uygundur ve aynen ecir de alır.» dedi. Sarih dedi ki, «Onun mencup

oluşunu bırak, bunun mutlak şekilde mubah olduğunun söylenmesi de hoşuma gitmez.» Umulur ki

Tarsusî´nin bu yorumu kocası, karısının şişmanlığını sevdiği zamana hamledilsin, ya-ni koca böyle

bir şeyi sevmiyorsa böyle bir işleminin günah olması uy-gundur.»

«Kadının kocasının sevgisini celbetmek için okutması mahzurludur, ilh...»

El-Hâniye dedi ki: «Bir kadın vardır. Kocası kendisinden buğzettikten sonra kendisini sevsin diye

istiâze âyetleri yapıyor. El-Camiussağîr´de zikredildiği gibi; Böyle yapması helâl değil, haramdır.»

İbn Vehbân Tevcîh´inde zikretti ki: «Kadının böyle yapması bir çeşit sihirbazlıktır. Sihir ise

haramdır.» T.

Bunun muktezası, onun yapmış olduğu muska sadece âyetlerin yazıl-masından ibaret değil de;

âyetlerden başka bir şeyler de orada yazılır veya okunursa, sihir hükmünde olur.

Zeylaî dedi ki: «İbn Mesuttan (R.A.) rivayet ediliyor ki; Allah´ın Resû-lü´nden şöyle dediğini işitti:

Şüphesiz ki rukye (yani efsun) temaim (yani nazar boncuklan), tivele (yani üzerine sihir veya efsun

okunan ip veya kâğıt) şirktir.» Hadisi Ebû Dâvûd ve İbni Mace rivayet etmişlerdir.

Hadisin metninde geçmekte olan TİVELE-sihrin bir cinsidir. El-Esmaî dedi ki: «O karıyı kocasına

şirin göstermektir.»

Urve bin Mâlik´ten rivayet ediliyor. Buyurdular:

«Biz cahiliye döneminde efsun yaptırıyorduk. Dedik ki:

- Ey Allahın Resulü, bizim şu yaptığımız efsunu nasıl görüyorsun Buyurdular:

- Onu, yani efsunlarınızı bana getirip gösteriniz. Efsunda şirk olma-dıkça hiç bir beis yoktur.»

Hadisi Müslim ve Ebû Dâvûd rivayet etti.»

Bu ibarenin tamamı oradadır. Oradan bunların bir kısmını Nazar {bak-mak) faslından biraz önce

naklettik ve böylece İbn Şahne´nin, taviz´i si-hirden bir çeşit sihir kabul etmek fikri bertaraf edildi.

«Kadının rahmindeki çocuğu düşürmek için ilâç içmesi mekruhtur ilh...» Yani çocuk

suretlenmezden önce mutlak olarak mekruhtur. Suretlendikten sonra da El-Hâniye´de seçilen

fetvaya binaen mekruhtur. Nite-kim bunu İstibrâ konusundan az önce zikrettik ve dedi ki: «Ancak

bu ço-cuğu düşüren kadın katil günahı kadar günah kazanmaz.»

«Özürden dolayı böyle bir düşürme caizdir ilh...» Meselâ, çocuğuna süt vermektedir. Gebeliği

ortaya çıkınca, sütü kesilince veya çocuğun ba-basının da ücretle bir dadıya çocuğu vermek gücü

yoksa, çocuğun helak olmasından kurkulursa; fakihler dediler ki «Bu takdirde kadının ay hali olmak

için ilaç kullanması mubah olur. Rahimdeki çocuk et çiğnemesi veya kan pıhtısı olduğu müddetçe

ve onun herhangi bir azası halkedilmedikçe bu böyledir. Onu da 120 günle takdir etmişlerdir. Yani

120 günden önce olursa bu caiz demektir. Çünkü rahimdeki kan pıhtısı daha insan değildir ve diğer

taraftan insanın korunması söz konusudur.» Haniye,

«Suret oluşmamış ise ilh...» sözüne gelince; bu söz «özürden ötürü»

caiz olmanın kaydıdır. Yani eğer suret oluşmamışsa, özürden ötürü düşür-me yapabilir.

El-Kunye´de denildiği gibi, çocuğun tüyleri bitmiş veya par-makları, veya ayağı veya benzeri bir

azası oluşmuş ise, suret oluşmuş de-mektir.

«Eğer ölü düşük yaparsa ilh...» yani eğer çeşitli hareketler yapmak suretiyle ve ilaç içerek kasten

çocuğunu düşürmüşse. öyle bir kadının da durumu, şiirde denildiği gibidir. Eğer çocuk, diri olarak

düşerse, sonra ölürse kadının, eğer akilesi yani yakın akrabaları varsa onun diyetini üç sene içinde

vermesi gerekir. Aksi takdirde kadının malından verilecektir. Ve kadın üzerinde keffâret de vardır ve

o çocuğun mirasından kadın hiçbir şey de elde edemez. Ş.

«Sıkt´ında yeni düşükte ğurre vardır ilh...» Ğurre beşyüz dirhemdir. Bir sene zarfında alınır. Tarsûsî

«Ğurre yoktur» demiştir. Fakat sarihin de zikrettiği gibi bu onun bir vehmidir. Yani Tarsûsî hakikata

varamamıştır.

«Ğurre çocuğun babasına verilir ilh...» sözüne gelince, onun yerine en iyisi, en uygunu «çocuğun


vârisine verilir» demektir. T.

«Bu ğurre annenin âkilesinden alınır ilh...» Eğer akilesi yoksa bir se-ne zarfında onun malından

tahsil edilecektir. Ş.

«İhzar edilir ilh...» cümlesi ğurrenin sıfatıdır. Yani «ihzar edilen ğurre verilecektir» demektir.

«Aşure gününde göze sürme çekmek mekruhtur ilh...» Aşure günü muharrem ayının onuncu

günüdür. Bilmiş ol ki, sürme mutlak olarak Resulullah´ın sünnetidir. Sürmenin aşure günü sünnet

olmasına gelince, ba-zıları böyle demişlerdir. Ancak aşure günü sürme kullanmak şianın alameti

olduğundan dolayı onu terketmek vacibtir. Bazıları dediler ki: «Aşure gününde sürme kullanmak

mekruhtur. Çünkü Yezid ile İbn-i Ziyad Hz. Hü-seyin´in kanıyla sürmelenmişlerdir.» Bazıları ise «Hz.

Hüseyin kanıyla de-ğil, sürme ile sürmelenmişlerdir» diyor. «Ta ki gözleri Hz. Hüseyin´in katliyle

aydınlansın.» İbareyi Ş. den bilmana naklettik.

«Aşure gününde çorba yapmakta bir beis olmadığı gibi bunda ecir de vardır ilh...» El-Kunye´de,

El-Veberî´den nakledildi kî:

«Aşure çorbası hakkında kuvvetli bir eser varid olmamıştır. Fakat o çorbayı yapmakta bir beis de

yoktur. Yapan kişi belki sevap da alır.»

Sarih dedi ki: «Benim hıfzımda kalan, insan çocuklarına genişlik ya-parsa sevap alır. Bu genişlik de

hadisteki şu sözle mendup sayılmıştır:

- Kim ki aşure gününde çocuklarına genişlik yaparsa Allah o senenin diğer günlerinde ona genişlik

verir.»

«Halk bu hadisten esinlenerek o çeşitli donelerden meydana gelen çorba yapmak suretiyle genişlik

yapmışlardır. O genişlik bunu da kapsar.»

Bazı alimlerin güzel kelamlarını gördüm ki onun hulasası şudur: «Kişi sadece bir çeşitle genişlik

yapmakla yetinmeyecektir. Yiyecek giyecek ve diğer konularda da bunu genelleştirecektir. Aşure

günü, bayram ve diğer günler gibi genişlik yapmaya dair şer´î bir delil bulunmayan diğer

mev-simlerden daha fazla buna müstahaktır.»

Bazıları sürme hususunda; «Seçkin hüküm onun caiz olmasıdır, çünkü Resulullah´ın fiili vardır ve

bu kabul edilmiştir.» dedi. Et-Tecnîs ve El-Mezîd´de: «Aşure gününde sürme kullanmakta beis yok,

seçkin görüş de bu-dur.» denildi. Çünkü Allah´ın Resulü (s.a.v.) ne Ümmü Seleme tarafından aşure

gününde sürme çekildi. El-Hâniye´de denildi ki: «Sürme sünnettir» Ve bu sünnet hakkında şöyle

denildi: «Kim ki aşure günü sürmeyi gözlerine çekerse senenin diğer günlerinde gözleri ağırmaz.»

Sarih dedi ki: «Bu hadis Allah Resulünden sıhhatli olarak gelmiş değildir.»

Ben derim ki: Aşure günündeki genişlik hakkında zaif senedlerle ha-disler varid olmuştur.

Bazılarının sahih olduğu beyan edilmiştir. Bu çokluk sayesinde hadis «hadis-i hasen» mertebesine

çıkmış oluyor. İbn Cevzi bu hadisi mevzuattan saymış ve şunları eklemiştir: «Kim ki aşure günü

gözü-ne sürme çekerse gözü ağırmaz.» hadisine gelince, Hafız İbn Hacer, El-Leâli adlı kitabında

«Bu hadis münkerdir» dedi. Aşura gününde göze çeki-len sürme hakkında sıhhatli bir eser yoktur.

Bu bid´attir. İbnu´l-Cevzî bu hadisi «mevzuat´ta nakletmiştir. Hâkim de: «Bu hususta herhangi bir

eser varid olmadı, bu bir bidattir. Hz. Hüseyin´i öldürenler bunu icad etmişler-dir.» dedi.

İbn Receb «sürme fazileti hakkında varid olan her hadis, kına ve yıkanma hakkındaki her hadis

mevzudur, sıhhatli- değildir.» diyor. Bunun tamamı El-Cerrahi´nin «Kesfu´I-Hafâ ve´l İlbâs» adlı

kitabındadır. Bununla kerahet görüşü kuvvet bulmuş olur. Allah hakikati daha iyi bilir.

Genişlik yapana genişlik verilmesi deneme ile sabit olmuştur. Bunu El-Münâvî, Câbir ve İbn-i

Uyeyne´den rivayet etmiştir.

«Köle sahibinin emriyle başkasına ait köleyi dövebilir ilh...» Yani sahibi köleyi ne kadar

dövebiliyorsa izin alan da o kadar dövebilir. Ancak işlediği cürümler hesabiyle hadde baliğ olmamış

ise bu emri yerine getirir. Ş.

Eğer köleye bir had lazım gelirse, ancak hakimin izniyle ona had tat-bik edebilir.

«Baba emreder ilh...» cümlesi bir hal cümlesidir. Yani hür bir kişinin evladını babasının emriyle

dövmesi caiz olmaz. Öğretmen ise, talebesini dövebilir. Çünkü babanın vekili olarak çocuğu

maslahat için döver. Öğ-retmen de, çocuğun babasının ta´lim meslahatı için çocuğu kendisine mülk

edinmekten ötürü, mülk hükmüyle onu dövebilir.

Et-Tarsûsî bunu «yaralayıcı âlet olmaksızın dövebilir» diye kayıtlan-dırdı. Ve «bu üç darbeden daha

fazla olmayacaktır.» dedi. Fakat Nâzım,«bunun herhangi bir nedeni olmadığı» gerekçesiyle


Tarsusî´nin görüşünü reddetmiştir. Tarsusî´nin görüşü bir nakle muhtaçtır. Fakat sarih Tarsusî´-nin

görüşünü kabullendi.

Eş-Şurunbulâlî dedi ki: «Namaz kitabında «çocuk odunla değil de elle dövülebilir» şeklinde nakil

vardır. «Bu dövme ise üç darbeden fazla olma-yacaktır» denilmektedir.»

Sarihi Nâzım´dan naklederek dedî ki: «Hür kişilerden hakimi de istisna etmek uygundur. Çünkü

hakim, kişiye, «oğlunu döv» diye emrederse kişi için oğlunu dövmek caiz olur. Hatta hakimin

sözünü kabul etmemek caiz değildir.»

Şurunbulâlî bunu hakimin adil olmasıyla, o vurmayı gerektiren hüc-ceti görmekle kayıtlamış ve

demiştir ki:

«Şu anda, yani bizim zamanımızda sadece hakimin emrine güvenil-mez.»

«Kur´ân-ı okumaktansa dinlemek daha sevabtır İlh...» Bu şiirde Kur´ân kelimesi «Kur´an» şeklinde

okunmuştur. Zarureti şiiriyeden dolayı hem-zenin harekesi daha önceki harfe nakledilmiştir. Ş.

Şurunbulâlî diyor ki: «Şairin bulup söylediği doğru değildir. Belki «Ku-ran diye okumak Abdullah

bin Kuseyr´in kıraatidir. Nitekim Nâzım da bu-nun şerhinde böyle söylemiştir.»

Binaenaleyh Kur´ân kelimesinin «Kuran» diye okunması şiirin zarure-tinden ileri gelmemektedir,

belki bu bir lügattir.

«Dinlemenin okumaktan daha cevab olması ilh...» dinlemenin vacib oluşundandır. Okumak ise

mendubtur.

«Tıflın (çocuğun) sevabı tıfla aittir.» Çünkü Cenabı Hak: «Gerçek şu ki: İnsanoğlu için ancak sa´yı

vardır.» Yani kendisi ne yapmışsa o vardır. Bu görüş hemen hemen bütün meşayihimizin

görüşüdür. Bazıları da dedi-ler ki:

«Kişi, çocuğunun ilmiyle öldükten sonra yararlanır.» Çünkü Enes İbn Mâlik´ten rivayet ediliyor ki,

buyurdular:

«Kişinin kendisine Kur´an ve ilim öğrettiği bir evladını geride bırak-ması ölümünden sonra

faydalanacağı şeyler arasındadır. Onun ecrinden hiç bir şey eksilmeksizin onun benzeri

babasınadır.» Ustrüşenî´nin Camiu´s-Siğâr´ından

Resulullah´ın: «Âdemoğlu öldükten sonra ameli kesilir. Ancak üç şey-de devem eder: Sadakai

cariyeden, yararlı bir ilim bırakmaktan, şalin ve kendisine dua edecek bir evlat yetiştirmiş

olmaktan.» Hamevî.

El-Eşbâh´ta şu hüküm yer almaktadır. «Çocuğun ibadeti sıhhatlidir. O ibadetin sevabında ihtilâf

vardır. Mutemede göre o sevab çocuk içindir. Çocuğun muallimi için de öğretmek sevabı vardır. Ve

çocuğun bütün ha-senatı da böyledir.»

Ben derim ki: Bu ibarenin zahirinden anlaşılıyor ki, çocuğun ibadeti-nin sevabı o çocuğun pederine

aittir denilmiştir. Binaenaleyh mutemed görüş ile «insan çocuğunun ilminden yararlanır» hükmü

arasında bir ters-lik yoktur. Bununla beraber kişinin çocuğu onun say´ının bir parçasıdır. Çükü

onun kazancının en hayırlısı çocuğudur. Nitekim bu böyle varid ol-muştur. Fakat bu baliğ çocuğu

kapsamaktadır. İhtilaflı olan ise. ancak küçük çocuklarla ilgilidir. Bu bizim mutemed görüşün

karşılığı şudur ki. «sevab sadece babayadır» ve daha önce geçen «iki hüküm arasında ters-lik

yoktur.» sözümüzü teyid etmektedir. Düşün.

«Zikr´in geri kalanını okuyup müzakere etmen nafile namazdan daha evladır ilh...» Yani boş

olduğun zaman Kur´ân´ın diğer kısımlarını öğren-men nafile namazdan daha evladır.

Munyetu´l-Müftî adlı kitaba konunun sebebi şu şekilde açıklanmıştır: «Kur´ân´ın hıfzı bütün ümmetin

boynunda farz-ı kifâyedir. Nafile namaz ise mendubtur.» T.

«İlmin dersi daha evlâ ve efdaldir. ilh...» Yani senin boynuna farz olan ilmi öğrenmen nafile

namazdan da, Kur´ân´ın diğer kısımlarını öğren-menden de daha evla ve efdaldir. Munyetu´l-Müftî´de

dedi ki: «Çünkü Kur´ân´ın tamamını öğrenmek farz-ı kifâyedir. Gerekli olan ilmi öğrenmek ise

-fıtraten gereklidir- farz-ı ayndır. Farz-ı aynla iştigal etmek farzı kifayeyi izhar etmekten daha

evlâdır.»

Bu ibare ifade eder ki; Kur´ân´ın geri kalan kısmını öğrenmek fıkıh ilminden ihtiyaçtan daha fazla

olanı öğrenmekten daha evladır. T.

Fakat bu görüşte nazar vardır. Çünkü Kur´ân´ın geri kalan kısmı ile fıkhın zaruri ihtiyaçtan fazla olan

kısmı eşittir. Her ikisi de farz-ı kifayedir. Belki biz daha önce El-Hizâne adlı kitabtan gıybet bahsinin


hemen önce naklettik ki: «Fıkhın tamamı gereklidir.» Oraya müracaat et. Bunun ifade ettiği mana

şudur: Fıkıh iliminin öğrenilmesi daha üstündür. Düşün.

Sonra bunun Şurunbulâli´nin şerhinde tasrih edildiğini gördüm: «Sanki bunun nedeni bunun

yararının insanı aşıp diğer müslümanlara da dokun-masına bağlanmış gibi geldi bana.» Düşün.

«Dersin hitamında, sözün bittiğini ilan etmek için «Alluhualem» ve benzeri kelimeleri kullanmak

mekruhtur ilh...» Yani dersin sona erdiğini bildirmek için «vesallalahu ala Muhammedin»,

«Allaualem» denilmesi mekruhtur. Eğer dersin sonunu ilan için değilse bu kelimelerin

kullanıl-masında kerahet yoktur. Çünkü bu kelimeler zikirdir ve onlara teslim ol-maktır. Ama dersin

sonucunu ilan etmek için kullanmak ise böyle değil-dir. Çünkü bunu ilan aleti olarak kullanmış

oluyor. Birisi içeri girdiğinde kendisine yer hazırlansın ve onu tazim etsinler diye -oturanlara

geldiğini bildirmek için- «Yâ Allah» kelimesini kullanmak da bunun benzeridir. Bekçi

«Lailaheülallah» ve benzerlerini ev veya hizmet sahibine uyanık olduğunu bildirmek maksadıyla

sesli kullanırsa, eğer maksadı bu kelimelerle zikir değilse, kerahet işlemiş olur. Ama kendisinde iki

kasıt varsa, yani hem zikir yapar, hem de uyanık olduğunu hissettirmek için söylerse hangisi

galibse o itibara alınır. Nitekim bunun benzerlerinde de galib olan itibara alınmıştır.

Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Messages In This Thread
Reddü´l Muhtar / Yasaklar ve Mubahlar - by RasitTunca - 05-21-2019, 11:45 AM

Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)